“Ben”in Sınırları

 

Beni bende demen, bende değilim

Bir ben vardır bende, benden içeru

Yunus Emre

Ben nerede başlayıp nerede biter? Düşündünüz mü? Ben düşünmek durumunda kaldım. Felsefeye bulaşmıştım bir kere. Hele bir de çeviriyle uğraşınca… Ben’e dair epey bir düşünmek zorunda kalıyor insan.

Ben ile o (yani özgün metnin yazarı) ve hatta onlar (çeviri metni okuyacak olanlar) ve hatta onlar ah yok mu onlar (çeviri metni okurken özgün metinle karşılaştıracak olanlar)… Tüm bu kişiler arası ilişkide ben’in durduğu yer tam bir muamma. Özgün metnin yazarı sanki içimdeymiş gibi konuşuyor bazen; bazen onlar konuşuyor içimden: “ama bu Türkçe değil”, “bu anlaşılmıyor”, “ne saçma!”. Bazen de o hınzırlar konuşuyor: “Hadi bunu da Türkçe yap bakalım”, “bir önceki ifadede teslim oldun yine Tarzanca’ya, naber?”

Ben adeta eriyip gidiyor, buharlaşıyor. Dermanı kalmayınca insanın eriyip gitmek oluyor bu akış. Oysa ifadelere takla attırıp duru bir cümle kurunca insan birden “hemhal olmak” diyor aynı kayboluş sürecine. Ben kaybolurken genişliyor, hemhal oluyor etrafıyla ve efkarıyla. Etrafını saran o belli belirsiz sınırı aşıyor, ihlal ediyor. Ben’in sınırları ihlal ediliyor etrafındakilerce. Ben çoğalıyor ama belirsizleşiyor da. Tanecikli yapısını kaybedip dalga oluyor; sonra yeniden bir tanecik ama bu sefer daha büyük, daha esnek ve daha plastik bir tanecik. Eğilip bükülmekle kırılmayan ama daha olgunlaşan bir Ben oluyor. Taptuk’un kapusuna eğri odun taşımazmış Yunus. Eğri odun taşımamak için bilgi karşısında eğilmiş. Ben de öyle, kırılmayıp etrafındakilerle birlikte eğildikçe pişiyor insan. Evvelden “miskin çiğ idik…” Eee pişiyoruz yavaşça…

Ben şekil alıyor, dönüşüyor. Ama yalnızca çeviri sürecinde değil. Ya da genel olarak iletişimle birlikte değil. Her tür etkileşimde Ben değişiyor, dönüşüyor. Ama bu da yanlış bir ifade aslında. Sanki önceden yalıtık bir Ben varmış da o dönüşüyormuş gibi oluyor böyle deyince. Aslında Ben dediğimiz şey, dilin bir ifadesinde, bir fotoğraf karesinde dondurulmuş, duraksatılmış bir akışın dil veya fotoğraf makinesinin teknik imkanlarıyla yakalanmış bir an değil mi?

Oi Va Voi’nin “Photograph” adlı şarkısının başındaki Fransızca şiirde ve akabindeki şarkıda anlatıldığı üzere, fotoğraf yalnızca bir andır, tarihin akışının dilimlenmesidir yalnızca. Hakikat parça pinçik olur, anlara bölünür, anlarda kaybolur ve anlarla anımsanır. (https://www.youtube.com/watch?v=2-cM4ZZ3MsU)

Ben kaybolur etkileşimde ve kendini bulur etkileşimde. Ben genişler. Genişlerken azalır ve çoğalır. Azalması, tanecikli, kırılgan yapısındandır. Çoğalmasıysa plastikliğinden, esnekliğindendir.

Elimizdeki telefonla, oturduğumuz koltukla, bindiğimiz arabayla, not aldığımız defterimizle, bilgisayarımızla, sanal kartlarımızla, bulut teknolojisiyle, sanal belleğimizle de genişliyoruz. Gözlerimiz arama motorunda, elimizde haritalarla kocaman bir evreni saniyeler içinde tanıyabilirmiş gibi hissediyoruz kendimizi. Oysa durup düşündüğümüzde ne kadar azız.

Ben işte böyle bir anlatıdır. Anılarla birikir ve anılarda kaybolur, yeniden şekillenir ve başkalaşır. Ben ötekidir, başkasıdır daha en baştan. Başlangıç anında bile kendisinde olmayan bir genişleme imkanıdır. Evet, Hartman’ın dediği gibi insan açık varlıktır, imkanlarla donanmıştır. Öyle ki bu imkanlarda boğulur kimi zaman.

İmkanlar yanıltmasın bizi. Yapabilecek olmak veya yapabileceğini fark etmek bir projeksiyondur yalnızca. Yapılamayanlar, keşkelerse bir illüzyondur yalnızca artık olmadığı halde varmış gibi görünen, hatta belki hiç varolmamış kuruntulardır. İşte bu geçmişi ve geleceği olmayan garip bir bütünlüktür “Ben”. Orfik bilge “kendini tanı” derken bunları demiyor muydu biraz da? Evet, kendini tanı! Ben olmadığını, benler olduğunu öğren içinde. Yunus’un en duru Türkçe’yle ifade ettiğini, her mekanda her çağda ve her dilde yeniden ve yeniden keşfet. Yunus’un dediklerini çoğalt ve azalt yeniden ve daima!

Bunları da sevebilirsiniz