Gerçekliğin Sinirbilimi

Algılarımızın bize gerçeği ne ölçüde sunduğuna dair sorular çok uzun zamandır akılları kurcalıyordu. Ne var ki, gerçeklik ve algı konusu artık nörobilim, biyoloji ve felsefenin göz önünde bir çalışma alanı olmakla kalmayıp popüler kültürün de sıklıkla uğraştığı bir konu oldu. Dolayısıyla hızla gelişmekte olan bu çalışma alanında da belirli kafa karışıklıkları doğmaya başladı. Bu ay Scientific American internet sitesinde, Anil K. Seth tarafından kaleme alınan bir yazı bu konudaki son gelişmeleri teknik olmayan bir dille, konunun tarihini de aktararak, okuyucuya anlatıyor. Bazı deneyler ve bu deneylerde uygulanan yöntemler teknik dile başvurularak anlatılmış. Bu kısımlara yer vermemeyi tercih ettim. Sonunda, en temel ifadeleri ve ana düşüncesiyle, bu yazının serbest stilde bir özetini çıkarak Türkçeleştirmenin yararlı olabileceğini düşündüm.

Kaynak: Scientific American

Yazar: Anil K. Seth

Orijinal Metnin Kaynağı: https://www.scientificamerican.com/article/the-neuroscience-of-reality/

Bu yıl 10 Nisan tarihinde alakasız görünen (ki belki de gerçekten öyle) fakat önemli iki olay oldu. Olayların ilki, Papa Francis, Güney Sudan Lideri Salva Kiir ve eski isyancılardan Raek Machar Vatikan’da, sessizlik içerisinde bir yemek yediler. İkinci olay ise, Sussex Üniversitesi’nde doktora öğrencisi Alberto Mariola’nın bir deneyin son detaylarıyla uğraşmasıydı. Deneyde, katılımcılar bir odada olmadıkları halde, öyle olduklarını düşünüyorlardı. Dünyanın dört bir yanında pek çok insan da zaten kendilerine artık bazı şeylerin gerçek gelmediğini söylemiyorlar mıydı? Veya birçok insana gerçek, genelde kendi deneyimlediği biçimden daha farklı olmasını kabul edemeyeceği kadar sabit gelebiliyor. Bu sebeple belki de tamamen sessiz biçimde yemek yemek, ufak da olsa gerçekliğin paylaşılabilmesine yardımcı olabiliyor. En azından, daha fazlasının kurulabilmesi için sabit bir platform oluşturabiliyor.

Algı ve gerçeklik konusunun yakın zamanda popüler kültürde ciddi yer aldığı bir örnek ise bir elbiseydi. Elbise sosyal medyada olay yaratmıştı çünkü bazı insanlar elbiseyi beyaz-sarı renkte görürken, bazıları mavi-siyah renkte görüyordu. Bu ve daha birçok örnek bize algılama sistemlerimizin, duyularımızın ne kadar yanılmaya eğilimli olduğunu gösteriyor. Tabi, durumu sadece böyle özetlemek yanlış olur. Böyle söyleyince, sanki daha iyi algılama sistemlerimiz olsa, yanılmalar veya farklı algılamalar olmayabilirdi varsayımında bulunuyoruz. Halbuki, bilinmesi gerekeni algının hiçbir zaman gerçekliğin kapısını doğrudan aralamadığı. Bütün algılamalar beynin etkin bir yapımı, tahmin için inşaa ettiği şeyler.

Bunun belki de en önemli ve en bilinen örneği renkler. Isaac Newton’dan beri bildiğimiz bir şey var, o da renklerin dışarıda öylesine var olmadığı. Renk dediğimiz şeyi beyin, farklı dalga boylarındaki elektromanyetik radyasyondan oluşturuyor. Yani, deneyimlediğimiz gerçeklik aslında olan şeylerin doğrudan bir yansıması değil. Daha ziyade beynimizin kendisi için ürettiği bir yapım. Buradan da tabi önemli bir sonuç çıkıyor: Benim zihnim bir başka zihinden farklıysa, gerçekliğim de farklı olmalı.

Bu düşüncenin geçmişi bir hayli uzun. Platon’un Mağara Alegorisi’nden, İbn-i Heysem’in çalışmalarına, oradan da Kant’ın numen-fenomen ayrımına kadar uzanan bir yolculuğu var. Bu fikirleri de bir ölçüde arkasına alarak yeni bazı kuramlar ortaya atılmış durumda. Bu kuramlara göre beyin temeli itibariyle dışarıda ne olup bittiğini anlamak için kendisine gelen girdilerin sebepleri hakkında sürekli tahmin yürütüyor. Diğer bir deyişle, kendisine gelen yeni duyusal veriyi, önceki inanç ve verilerle birleştirip anlamlandırmaya çalışıyor. Bilim insanları bu süreci genellikle Bayesçi çıkarsamayla bağdaştırıyorlar. Bayesçi çıkarsama, yeni gelen verilerle eski inançlarımızı nasıl güncelleyebileceğimize dair bir düşünce sistemi. Beyin bu sisteme göre hareket ederek ve hatalarını sürekli en aza indirgemeye çalışarak Bayesçi çıkarsamalarda bulunuyor. Dolayısıyla aslında en sonunda algıladığımız şey, beynin yaptığı Bayesçi çıkarım.

Algımızı değerlendiriş tarzımızdaki bu farklılığın önemini vurgulamak için, beyindeki sinyal akışını “aşağıdan yukarı” ve “yukarıdan aşağı” diye ayıralım. Örneğin, algı dediğimiz şeyin zaten var olan şeyi duyumsamak olduğunu düşünüyorsak, algımıza dair akışın da objelerden bize, yani aşağıdan yukarıya olduğunu düşünebiliriz. Bu görüşe “işlerin görünen şekli” de diyebiliriz. Sonuçta bu görüşe göre var olan şeyler bize kendilerini oldukları gibi gösteriyorlar.

Öte yandan, beynin bir tahmin makinesi olduğu yönündeki görüş ise oldukça farklı. Burada aslan payı, aktif bir şekilde tahmin yürüten beyine ait. Bir önceki görüşteki “aşağıdan yukarı” sinyaller sadece beynin “yukarıdan aşağı” sinyallerle yaptığı tahminleri kalibre etmekten ve bir arada tutmaktan sorumlu. Bu durumda algı, dışarıdaki nesnel gerçekliğin pasif bir alıcısı olmak yerine, aktif bir inşaa sonucunda ortaya çıkıyor. Bilinen başka bir adıyla, algı aslında kontrollü bir halüsinasyon olmuş oluyor.

Peki adı neden halüsinasyon? Halüsinasyon deyince insanların aklına genelde, gerçekliğe ve normal algıya zıt yanlış bir algı geliyor. Tahmin makinesi fikri ise halüsinasyon ile normal algı arasında bir devamlılık öngörüyor. Normalde halüsinasyonda, “yukarıdan aşağı” olan algılar bunu ortaya çıkaran nedenlerle bağını yitiriyor. Öyleyse, halüsinasyon dediğimiz şey kontrolsüz bir algılamayken, normal algılama dediğimiz şey ise kontrollü bir halüsinasyon.

Tabi bu düşünce tarzı hiçbir şeyin gerçek olmadığı anlamına gelmiyor. 17. yüzyıl filozoflarından John Locke, maddenin özelliklerini “birincil” ve “ikincil” özellikler olarak sınıflandırmıştı. Birincil özellikler, kişinin algısından bağımsız olarak var olan özelliklerdi; mesela, katılık veya uzayda yer kaplamak gibi. İkincil özellikler ise algılayana bağlı olarak değişebiliyordu, örneğin renk. Bu özellikler arasındaki fark ise neden bir otobüsün önüne atlamamamız gerektiğini açıklıyor. Çünkü otobüs, onu algılayandan bağımsız olarak birtakım birincil özelliklere sahip. Otobüsün katılığı ve benzeri özellikleri birine rahatlıkla zarar verebilir. Öyleyse, otobüsün kendisine değil ancak otobüsün bize geldiğine dair kontrollü bir halüsinasyonumuz oluşabilir.

Tabi, gerçekliğin aslında bir simülasyon olabileceği fikri felsefe ve bilim kurgu dünyasında kendine çokça yer edinmiş durumda. The Matrix filminde Neo, kırmızı hapı seçiyordu. Bunun sonucunda Morpheus, Neo’ya gerçek olduğunu sandığı şeyin aslında ince elenip sık dokunmuş bir simülasyon olduğunu söylüyordu. Ayrıca Oxford Üniversitesi’nden felsefeci Nick Bostrom da istatistiğe dayanarak insansonrası bir çağa ait bir bilgisayar simülasyonunda yaşıyor olmamızın muhtemel olduğunu öne sürmüştü.

Bu metafizik sorunlarla uğraşması her ne kadar keyifli olsa da, bunların çözülmesi imkansız görünüyor. Bunun yerine bu makalenin önerdiği şey gerçeklik ve görünüm arasındaki bağlantıyı keşfetmek. Buradaki temel fikir, algının zihinde dünyanın yeniden yaratılması değil de, dünyayla uyumlu bir etkileşim adına çaba sarf eden bir etkin yorumlama biçimi olduğu. Algı dünyamızın içeriği, kontrollü halüsinasyonlar. Bu halüsinasyonlar, duyumsamalarımızın en nihayetinde bilinemeyecek sebeplerine dair beynimizi temel alan tahminler.

Ve tabi gerçek konusunda her zaman anlaşamadığımız gibi, bazen algıladığımızı da gerçek gibi düşünmüyoruz. Örneğin depersonalizasyon ve derealizasyon sendromları gibi psikiyatrik sorunları olan bireyler, algıladıkları dünyanın ve hatta bazen kendilerinin bile gerçeklik hissinden yoksun olduğunu söylemekteler. Ya da sinestezik insanlar sürekli olarak fazladan duyumsal deneyimler yaşamaktalar, örneğin siyah harfler gördüklerinde müzik duymaları gibi. Yani, algılarımızı gerçek değilmiş gibi deneyimlediğimiz pek çok durum söz konusu.

Bu da demek oluyor ki, algılarımızın çoğuna eşlik eden gerçeklik özelliğini cepte görmemek lazım. Beynimizin Bayesçi tahminlerinin bir başka yönü bu, gerçekliğin belirlenmesi. Tabi bunun ne işe yaradığı sorulabilir. Cevap, davranışların yönlendirilmesi olacak. Gerçek olduğunu bildiğimizde, bir fincan kahve, yaklaşmakta olan bir otobüs veya partnerimizin zihinsel durumunun gerçek olduğunu bildiğimiz zaman, bunlar konusunda daha dikkatli oluyoruz.

Ancak burada bir alışveriş söz konusu. Yukarıdaki kıyafet tartışmasında olduğu gibi, herhangi bir algımızı gerçek olarak bellediğimizde, bir başkasının algısının bizimkinden farklı olabileceği aklımızdan çıkabiliyor. Bu tartışmada fark önemsiz görünebilir ama zamanla bu farkların birikmesiyle, herkesin kendisine daha yakın olana daha da yaklaştığı küçük ve kapalı sosyal çevrelerle karşı karşıya gelebiliriz.

Yapıcı ve yaratıcı algı mekanizmalarını anlamanın beklenmedik bir toplumsal tarafı var. Belki de, gezegenimiz üstündeki milyarlarca beyin tarafından milyarlarca farklı biçimde algılanan gerçekliği yeterince takdir etmenin bir yolu olsa, ortak bir anlayış ve daha iyi bir gelecek kurabileceğimiz bir ortamı da sağlayabiliriz.

Bunları da sevebilirsiniz

Bir cevap yazın