Geçenlerde elime bir kongrenin bildiri kitapçığı geçti, Türk dilinin tarihiyle ilgili. Bir sürü emek, bir sürü bildiri ve konuşma hazırlanmış, sunulmuş. Bir yayınevi de yayımlamayı uygun görmüş, basmışlar. Ne güzel. Şimdi amacım asla kuru eleştiri yapmak değil, dolayısıyla kongrenin, kitapçığın falan adını vermeyeceğim, hiç gereği yok. Hiç olmazsa emeğe saygıdan ötürü doğru olmaz. Öte yandan, burada göze çarpan bazı tuhaflıkların bize sağladığı dersler kamuya mal edilebilir nitelikte, spekülasyonda beis görmüyorum.
Türk diline ait ona yakın bildiri arasında kaynakça sorununa ilişkin iki mesele göze çarpıyor. İlki Türkçe kaynak eksiği: pek çok konuda hâlâ yabancı yazına bağımlıyız. Elbette bir ulusal yazın her zaman uluslararası yazınla temas hâlinde olmak zorundadır, şu çağda bir ulusal yazının uluslararası yazından bağımsız olması en iyi ihtimalle tembellik, en kötü ihtimalle çok tatsız bir kibrin habercisi olabilir. Hatta kaliteli bir ulusal yazın, doğası gereği, uluslararası yazının ayrılmaz bir parçası olmalıdır. Yani ulusal yazının uluslararası yazından ibret alması yetmez, etkin olarak ona katkı sunması gerekir. Kabul edelim, pek çok alanda bu koşulu sağlayamıyoruz. Uluslararası literatürden bihaber bir bilginler grubumuz var, dışarıda ne olup bittiğiyle pek ilgilenmeyen tuhaf bir kadim ilmiye sınıfımız var. Slayt olmadan ders anlatamayan, öğrenciyi pek sevmeyen, hayata dargınlığı kendine küskünlüğünden menkul bir grup bu: “aman canım, ne demişlerse demişler, burası Türkiye”. Burası bilmem nere, burası şuna benzer, buna benzemez diye diye yazını o kadar cılızlaştırdılar ki insan hayret ediyor. Bir de yüce Rabbim her şeyi zıttıyla veriyor, bu sınıfın tam karşıt özelliklerini taşıyan ama yine bir o kadar bela olmuş bir sınıf olarak uydumakıllılar var. Bu da Türkiye’nin kendine has hiçbir özelliğini hesaba katmayan, uluslararası literatürde yazanı buraya değişikliksiz uygulamanın sorunlarımıza çare olacağını düşünenler var. Kendi ülkesi hakkında bir şeyi yazmak için uluslararası yazından onay isteyen bir güruh bu da.
Bu da beni ikinci soruna getiriyor: Türkçe kaynaklarımız da eksik kaldı. Yine aynı bildiri kitapçığında Türkçe Vikipedi’den alıntı yapan yazar bir hayli çoktu. Bence Vikipedi’den faydalanmak konusunda “kategorik” olarak yanlış bir şey yok. Hatta, Vikipedi; anlaşılması güç, kasten zor yazılmış, teknik ama işlevsiz bir dille dolu sosyal bilim makalelerinin bazılarından daha iyi bir bilgi sunuyor. Üstelik kamuya açık ve herkesin katılabildiği bir forum, bu anlamda daha kapsayıcı olduğu da kesin. Tatsız olan bizim Vikipedi’nin hali.
Türkçe Vikipedi pek çok açıdan geliştirilmeye muhtaç durumda. Henüz Türk tarihi, Türk kültürü ve dahi Türkiye’yle ilgili daha bir sürü şeyin ya hiç sayfası yok, olanların da kaliteleri kuşku uyandırıyor. İngilizcesi, hatta İtalyancası, Portekizcesi olup da Türkçesi olmayan bazı maddeler var, üstelik Türkiye’yle ilgili. Sevin ya da sevmeyin, Vikipedi on insandan dokuzunun internette pek de bir şeyler bilmediği bir konuda ilk baktığı yer. Diğer bir deyişle ilk izlenimlerin yaratıldığı yer.
Gogol’ün Bir Delinin Hatıra Defteri eserini okurken beni çok etkileyen bir tümce vardı: “İngiltere enfiye çekse, Fransa hapşırırmış” diyordu günlüğü yazan deli. O dönem Avrupasının diplomatik ilişkiler ağına ışık tutan bir yorum, hatta Metternich’e atfedilen “Fransa ne zaman hapşırsa, bütün Avrupa şifayı kapıyor” sözü ile birlikte zincirleme düşünüldüğünde o dönem için çok incelikli bir söz. Öte yandan benim asıl ilgilendiğim böyle bir nedensellik ilişkisini bu kadar özlü ifade edebilmekti. Birkaç ortamda hava atmak için kullandım, baktım kimse “enfiye” ne demek bilmiyor. Bakmayın ukalalığıma, ben de sözlüğe bakana kadar habersizdim. Bir tür marjinal tütün ürünü işte; çiğnenen tütün, ciğere çekilen sigara gibi bu da buruna çekiliyor, insanı da hapşırtıyor. Söz de buna bir gönderme fakat bugün enfiye çeken pek kimse kalmadığı için anlamlı değil. O yüzden ben de birkaç yerelleştirme ve güncelleme denemesi yaptım: “İngiltere kafayı çekse, Fransa sarhoş olurmuş” dedim. “Ahmet sarımsak yese, Mehmet’in ağzı kokar” şeklinde denemelerim oldu, “Ayşe üşüse, Fatma’nın burnu kızarır.” Böyle bir sürü söz türettim ama hepsi biraz sırıttı, tam olmadı. Tamamen tesadüf, geçenlerde bir arkadaşım bana Divanu Lügati’t Türk’ten bir maddeye verilen örneği okuttu, “atası anası açıg almıla yise oglı qızı tışı qamar”. Ağzım açık kalakaldım. “Anası babası ekşi elma yese, oğlunun kızının dişi kamaşır”. İnanılmaz! Gerçi bu söz anasının babasının günahını çocukları da çekebilir anlamında bir sözmüş fakat aradığım nedensellik bağını gayet güzel veriyordu. Gerçi bilmemek benim ayıbımmış, meğer Anadolu’da çok kullanılan bir lafmış: “dedesi koruk yemiş, torunun dişi kamaşmış.” Heyhat, suçu kısmen kendimde görsem de aslan payı kendi yazınımızdan haberdar olmamakta, bizi haberdar etmeyenlerde.
Bin yıla yakındır bir deyim, bir bilgi, bir his binlerce kilometreye rağmen canlı kalabiliyor fakat bizim eğitimimizin duvarlarına takılabiliyor. Bu bazen eğitimin ördüğü duvarların istemeden bazı şeyleri dışarıda bıraktığına mı işaret yoksa bizim bize verilen eğitimle yetinerek belki biraz daha hata yaptığımıza mı? Belki ikisinden de biraz. Sözün özü, Divan’ı baştan sona okuyasım geldi, acaba daha neler çıkacak?
Aynı şekilde siyaset bilimi ile uğraşmaya çalışıp da hâlâ Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’ini veya Nizamülmülk’ün Siyasetname’sini okumamış olmayı açıklayamıyorum. Kendi tembelliğimin de etkisi vardır fakat bunun en önemli nedeni bir motivasyon, özendirme eksikliği. Başka şeyleri okumak çok havalı, çok cazip gelirken eski Türkçe bir kaynak ya sıkıcı bir dersin konusu ya da eski bir çağın özentiliği gibi duruyor. Korkunç sıkıcı kitap tasarımları, burnundan kıl aldırmayan bir seçkin bilginler topluluğu ve daha başka unsurlar da birleşince kimsenin canı böyle şeylerle uğraşmak istemiyor. Niye istesin ki?
Çözüm, bu ilgi alanlarını özendirebilmek. Daha doğrusunu öğrenmek ve heyecan duyabilmek. Vikipedi meselesi tekrar gündeme geliyor böylelikle. Bir karar aldım, her ay en azından bir Vikipedi sayfası yazacağım, insanları da yazmaları için teşvik edeceğim. Akademisyenlerimiz Vikipedi kullanmalı mı kullanmamalı mı diye tartışmanın anlamı yok sanırım, en azından şimdilik. Nasılsa kullanıyorlar. Yapılabilecek şey Vikipedi’nin en iyi ve özgün hâlinde olmasını sağlamak. Bu arada Türkçeyle ve kendi kültürümüzle ilgili şeyleri de daha hızlı, daha verimli öğrenebileceksek, ne âlâ. Belki düzgün Vikipedi sayfaları bir nebze olsun motivasyon yaratır. Bir dahaki ay yazdığım sayfayı paylaşırım!