Laf Enflasyonu, Fikir Resesyonu ve Diğer Bazı Makro Entelektüel Göstergeler

Enflasyon nedir? Piyasadaki ürün ve hizmetlerdeki genel fiyat düzeyinin sürekli artmasına enflasyon diyor bazı iktisatçılar. Resmî ve işin doğrusu biraz da sıkıcı bir tanım, aşık usandırabilir, dost küstürebilir. Halbuki şöyle de ifade edebiliriz. Önceden 15 kurabiye alırken şimdi 10 kurabiye alabiliyorsan, t zamanda sana 5 kurabiye kaybettiren “esrarengiz” güce enflasyon diyoruz. Para arzı çok olunca da oluyor, öyle diyorlar, hatta neoliberalizmin fikir mimarlarından Milton Friedman “enflasyon her yerde ve her zaman parasal bir olgudur” diyecek kadar iddialıydı. Yani, sadece kurabiyelerin olduğu bir ekonomide 15 kurabiye üretilirken 15 lira da para dönüyordu diyelim. 1 kurabiye, 1 lira. 15 kurabiye üretilirken ekonomide 30 lira para dönmeye başlarsa kurabiyeler ikişer lira olur, diyelim. Alın size bir enflasyon çeşidi (para arzındaki artıştan kaynaklı). O yüzden enflasyon diyoruz zaten. “en” (içeri doğru) + “flare” (esmek, şişmek, dolmak) kökünden geliyor. Şişmek demek. Fakat enflasyon denince daha havalı oluyor, bu bir ekonomi terimi. “Of bugün de çok yedim, enfle oldum” demeyin yani, yanlış anlarlar, laf çıkmasın orada burada.

Ama yine de başka alanlarda enflasyon olmuyor mu diye soralım. Yani başka sosyal bilim disiplinleri olarak iktisatçıların iznini istiyoruz, biz de başka alanlarda enflasyon konuşalım.

Laf Enflasyonu

Alım gücü düşüyor biliyorsunuz. İstatistiksel açıdan ekonomik alım gücü hesaplamak çok zor bir iş, ekonometri de meşakkatli bir uğraş. Fakat “höristik” kısmı, yani bizim günlük hayatta alım gücümüzü hesap etme girişimlerimiz daha basit yollarla halledilebiliyor. 500 lirayla geçen sene kaç ekmek alırdık, kaç top dondurma yerdik, kaç trafik cezası öderdik mesela? Önceki sene ile bu sene arasındaki fark “e yok artık” dedirtiyorsa enflasyon var diyoruz. Bir de hiperenflasyon var, onu da şöyle açıklayayım. Kışlık montunuzda para bulunca sevinirsiniz ya, ne de olsa harcanmamış bir 50 lira esaslı bir kodamanın bile yüzüne çocukça bir tebessüm kondurabilir. Ama kışlık montunuzda para bulunca sevinmek yerine, “Tüh yav, keşke geçen kış harcasaymışım bu parayı, şimdi bir kıymeti yok ki” diyorsanız buna hiperenflasyon diyoruz. “Kışlık Mont Eğrisi” adı altında ekonomi literatürüne katmak istediğim bir terim, hayırlara vesile olsun. Fakat sorum hâlâ sabit: Değerini kaybeden sadece para mı?

Entelektüel enflasyonumuz yok mu? Merkez Bankasının muazzam miktarda para basması gibi her yerden binlerce, milyonlarca bilgi, kitap, makale, gazete küpürü, internet sitesi linkleri, dergiler, sohbetler, muhabbetler fırlamıyor mu? İçimiz dışımız “enformasyon” olmadı mı? Herkesin söyleyecek çok fazla şeyi ama dinleyecek, okuyacak çok az vakti var sanki. Verisi bol, analizi kıt bir dünyaya doğru gidiyoruz galiba.

Soruyu şöyle de sorabiliriz: Eskiden bir kitabın entelektüel alım gücü ne kadardı, şimdi ne kadar? Önceden iki saat masa başında dirsek çürütmenin dağarcığımıza katkısı neydi, şu an ne? Sofrada, kahvede, hatta belki bir otobüs durağında ayak üstü edilen bir sohbet zihinsel anlamda bizi ne kadar dürtüklüyordu, şimdi ne kadar? Eskisi kadar verimli değiliz. Bunu “nerede o eski bayramlar” nostaljisiyle ya da “yeni nesil çok bozdu” muhafazakârlığıyla yapmıyorum. İlkine bilgim, ikincisine yaşım yetmez. Daha aritmetik bir sorunumuz var: Milyonlarca kitap var, yüz milyonlarca kitap bölümü ve milyarlarca makale, belki bir o kadar internet sitesi, dergi, kitapçık, blog, şudur da budur. Orada burada duran ufak tefek bilgi kırıntılarını da dahil ederseniz işin içinden zaten çıkılmıyor. İki temel sorunumuz var gibi: i) Sayı bu kadar artınca kalite düştü. ii) Sayı bu kadar artınca ne öğreneceğimizi bilemez olduk.

İlk sorunun nedenleri ve sonuçları daha net. O kadar çok kitap basılıyor, o kadar çok yazı yazılıyor ki yazarı, editörü, çevirmeni, dizgicisi, matbaacısı dahil herkes işini daha büyük aceleyle yapıyor. Yazıver, basıver olsun; çeviriver, düzeltiver gitsin; okuyuver, altını çiziver bitsin. Bu kadar çok şey yetiştirme çabası içerisindeyken hele bir de işin içine rekabet girince kalite düşebiliyor. Normalde rekabetin kaliteyi artırması beklenir fakat mesele kaliteden çok sayıyla ilgili olunca, kim ne yapsın?

Babil Kütüphanesi hikâyesini biliyorsunuzdur. Borges’in meşhur kısa öykülerinden. Öyle bir kütüphane düşünün ki içinde her harfin kendisiyle, diğer harflerle, nokta, virgül ve boşlukla her türlü kombinasyonu var. İlk kitapta sadece “a” yazacak yani. Sadece “b” yazan bir kitap. Sonra “aa”, “bbb”, “abcabcabc” yazan kitaplar düşünün, kombinasyonları giderek uzatacağız, “sınırsız” kombinasyonumuz var unutmayın. Zibilyonlarca kitap olacak. Fakat korkutucu kısmı şu: Matematiksel olarak bir yerden sonra Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sını da yazmış olacağız, dün çıkan gazeteyi de. Daha da ürkütücü kısmı, yarının gazetesi de o kütüphanede. 50 yıl sonra “yılın kitabı” seçilecek kitap da orada, yazılı duruyor. Bizim haberimiz yok sadece. Böyle saçma kütüphane mi olur demeyin, dijital ortamda var bile: https://libraryofbabel.info/

Biraz gezindiniz mi? Tabii, o site İngilizce fakat Türkçesini yapmak da gayet mümkün. O kütüphanede her şey var. Geçen sene sevgilinize yazdığınız mektup, çocukken defterinize aldığınız ilk not, bu haftanın alışveriş listesi, hepimizin en hüzünlü, en mutlu duygularımızı ifade etme şeklimiz, kısacası her şeyimiz orada. Hepimizin yazdığı ilk şey de yazacağı son şey de orada duruyor. Ve tabii bu okuduğunuz yazı da Babil Kütüphanesinde mevcut. Ne kadar tuhaf değil mi? Düşünmesi bile insanı huylandırmaya yetiyor. Fakat daha önemli bir soru: Ne kadar işe yaramaz değil mi? Sınırsız kitap, sınırsız yazı, sınırsız düşünce pek de işimize yaramıyor. O kütüphanede yüz yıl sonraki Nobel Edebiyat Ödülü’nü alacak edebiyatçının henüz yazılmamış kitabı da var. Bizim için bir önemi var mı ki? Ayırt edemedikten sonra her şeyin elimizin altında olmasının bir kıymeti var mı gerçekten de? Pek de yok gibi.

Bugünkü durumumuz da buna benzemeye başladı. O kadar çok okunacak, öğrenecek şey var ki artık bir kitap okumak, bir makale incelemek eskisi kadar anlamlı olmamaya başladı. Kitapların “alım gücü” düştü. Laf, söz ve yazı enflasyonumuz var yani. 100 sene önce bir kitabın verdiğini alabilmek için artık belki on kitap okumak gerekiyor. Üstelik dikkat süremiz azaldı, alternatif de çoğaldı. Kitap okumak daha da zor bir iş, alım gücümüz daha da düştü.

Elias Canetti meşhur Körleşme romanında Sinoloji profesörü Peter Kien’in hikâyesini anlatır. Kitaplarına ölesiye aşık, onları insanlardan bile değerli gören bu adamın tutkusu öyle bir dereceye varır ki bir noktadan sonra kitaplar yüzünden hayattan kopar, etrafındaki hiçbir şeyi fark edemez olur körleşir yani. Orada snob bir aydının kendi kuyusunu kazışını, trajedisini takip ederken bugün çoğumuz istemsizce Babil Kütüphanesi büyüklüğüne ulaşma tehlikesindeki bir kütüphanenin ortasında, topluca Profesör Kien olmayı bekliyoruz sanki. Neyi, ne zaman, nasıl okumalı? Neye güvenmeli, neye kulak vermeli? Sonsuz veriye doğru emin adımlarla gidiyoruz ama birey olarak kullanabileceğimiz daha iyi bir “süzgeç” bulabilmiş değiliz. Sözün özü, Babil Kütüphanesindeyim sanki, önümde her veri var ama hangisi işe yarar, hangisi yaramaz, bilemiyorum, bilemiyoruz.

O yüzden sanırım her yere “enflasyonla mücadele timleri” gibi “fact-checking” kurumları kurmaya başladık. Doğruyu yanlıştan ve eğriden, hakkı batıldan, güzeli çirkinden, zahiri batından, iyiyi kötüden ayıracak kurumlar var diye düşünmek istiyoruz. Biri bizim yerimize yapsın istiyoruz ama kendimizi tanımak ve kendimiz için çözüm bulmak zorundayız. Bunun için de entelektüel alım gücü düşse de yükselse de hâlâ aynı noktadayız: “Tek bir şeye ihtiyacımız var, çalışkan olmak.” Fakat hazır konusu açılmışken: Bu aralar ne okumak lazım?

Bunları da sevebilirsiniz