Soyutlama ve Doğa

Soyutlamak, olguları biçimsel bir dizgeye dönüştürmek ve ardından içerikten bağımsızlaştırmaktır. Belki de insanoğlu, dilini “icat” ederken en büyük önbileşeni soyutlamadır. Dahası, sezgilerimizle farkına varabileceğimiz, kavrayabileceğimiz ve ancak özelleme ile tekrar nesnel gerçekliğe aktarabileceğimiz bir boyuttur soyutlama. Sade bir kelime ama tanımlaması zahmetli…


Soyutlamanın 50 ila 100 bin yıl önce geliştiği düşünülmekle beraber bu kadar geniş bir zaman aralığının söz konusu olması, aslında soyutlamanın çok eski ancak belirlenememiş bir zamanda ortaya çıktığını göstermektedir. Diğer bir deyişle, soyutlamanın ortaya çıkışının insanlık tarihi kadar eski olduğu düşünülmektedir, bu belirsizliği ortadan kaldıracak kesin kanıtlara henüz ulaşılamamış olsa da. İnsanların örgütlü bir biçimde avlanmaları, kimi antropologlara göre iletişim becerilerinin gelişmiş olduğunu ve çok büyük ihtimalle de konuşabildiklerini gösteriyordu. Sesle iletişim kurma becerisine sahiplerse bile, insanların tam olarak ne zaman konuşmaya başladığı bilinmemekte. Buna rağmen, dil aracılığıyla çevresindeki gerçekliği ve bu gerçekliğe dayanan olayları soyutlayan insanlar, belki de dilin bu biçimsel yönünü ilk kez kullanmışlardı.


Heredot’un (M.Ö 485–415) aktardıklarına göre geometri, aritmetiğe indirgenmemiş haliyle ve belki de soyutlanmış matematiğin kendisi olarak, Mısır’da başlamıştı. Mısır’ın topraklarının neredeyse tamamına yakını tarımsal üretim bakımından elverişsizdi. Nil deltasını oluşturan, tarım yapılabilir kısım ise tahmin edilebileceği üzere çok değerliydi. Ne var ki, bu değerli topraklara sahip olan insanların her yıl çözmek zorunda oldukları bir sorunları vardı. Nil nehri her yıl taşıyor ve meydana gelen taşkın sonucunda bu değerleri toprakların sınırları belirsizleşiyordu. Toprak sahipleri, arazilerin miktarlarına göre vergi ödedikleri için, her taşkından sonra devlet görevlileri kaybolan arazileri yerinde tespit ediyor ve vergi miktarlarını buna göre belirliyorlardı. Bu gündelik kullanımdan yola çıkarak, belki benzeri bir araç olarak kullanmayacak olmalarına rağmen, bilindiği kadarıyla geometriyi ilk kez soyutlaştıran ve tutarlı biçimsel bir dizge haline getirenler Antik Yunanlardır. Öklid’in ünlü Elementleri düzlem geometrisinin ilksavlarını (aksiyomlarını) içeren bir dizgedir.


Görülüyor ki en azından geometri ve aritmetik söz konusu olduğunda biçimsel soyutlamanın matematiğin farklı alanlardaki derin bağlantıları ortaya çıkmıştır. Soyutlama aracılığıyla bir dizge sadece tekil bir alanda sınırlı kalmayarak ilişkili bir diğer alana yöntem ve araç olarak aktarılmış, dahası uygulama alanlarındaki sonuçları, kapsayıcı bir genelliğe göstermek için kullanılmıştır. Bağımsız bir disiplin olarak matematiğe ve uygulamalarına dair soyut kavramları özümseyebilmek için bir miktar bilgi birikimine ve bu birikimin getirdiği olgunluğa ve tecrübeye sahip olma zorunluluğu ortaya çıkmıştır.


Kimi tarihçilere göre modern çağ elektriğin yaygın kullanımıyla başlar. Elektriğin doğa bilimlerinin bir dalı olarak incelenmesi ise Michael Faraday (1791–1867) ile başlar. Faraday, Londra’da 1791’de yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldiği için çok yetersiz bir eğitim almıştı. Öyle ki, bütün eğitimi kilisenin Pazar okulundan öğrendiği kısıtlı müfredattan ibaretti. On üç yaşında kendi hayatının ve aslında modern dünyada yaşayan herkesin, dönüm noktası sayılabilecek bir fırsat karşısına çıktı. Bir kitapçıda çırak olarak çalışmaya başladı, kitap ciltleme işini öğrendi. Ne var ki, merakını sadece ciltlediği kitapların ciltlerine değil, kitabın bütününü oluşturan sayfalara da odaklayarak, kendisine ciltlenilmek üzere gelen kitapları okumaya başladı. Büyük bir hevesle okuduğu fizik kitaplarından Sir Humphry Davy’nin (1778–1829) asistanı olmaya giden yolda, döneminin en önemli bilimsel sorularından biri olan elektrik ve manyetizma arasındaki ilişkiyi açıklayan kuramını, yaygın şekilde ifade edildiği haliyle “Bir manyetik kuvvet azaldığında ya da arttığında elektrik üretir; ne kadar hızlı artar ya da azalırsa, ürettiği elektrik de o kadar fazla olur.” cümleleriyle kâğıda döktü.


Newton’dan bu yana fiziğin ve genel anlamda doğa biliminin dili matematik olarak kabul edilmişti. Faraday’ın meslektaşları onun buluşunu sadece bir cümle ile açıklamasına oldukça şaşırdılar. Ancak öyle söylenir ki Faraday aldığı eğitimin yetersizliğinden dolayı matematik bilmiyordu. Bu nedenle, kapsamlı bir dizge içerisinde kuramını açıklayacak bir kesinlikten yoksundu. Diğer bir deyişle, 19. yüzyılın en büyük sorusunun cevabı matematiksel bir biçime sahip değildi. 1831 yılında Faraday tarafından ortaya konan bir gözlemin ifadesi, 1865 yılında İskoç fizikçi James Clerk Maxwell (1831–1879) tarafından manyetizmanın elektrik akımına dönüşümü ilkesi olarak tüm tekil gözlemlerinden soyutlanarak, evrenin matematiksel dilinde ifade edildi. Ardından, günümüzün sayısal çağında, küçük de olsa dağarcığımızı genişletecek bir bilgi olarak gözlerimize yansıdı.

Bunları da sevebilirsiniz