Kadın Bedeni ve Kadın Özne

İnsan bedenini sadece biyolojik, hormonal ve fizyolojik süreçlerle açıklamak elbette oldukça eksik kalacaktır. Bedenlerimize ait anlamlandırmalara ve bireyin bedeni ile olan ilişkisine sosyal, kültürel, dini, ahlaki ve hatta siyasi çerçevelerden de bakmak gerekmektedir. İnsan bedeni aslında sosyokültürel ve toplumsal cinsiyet temelli bir inşadır. Bu bağlamda toplum, sahip olduğu temel değerler (kültürel, dini, ahlaki, siyasi, vb.) ve üzerine kurup şekillendirdiği sosyal, ekonomik ve siyasi yapılar ve kurumlar aracılığıyla, bireyin kendi bedeni ve diğer bireylerin bedenleri ile olan ilişkilerini şekillendirmekte ve büyük ölçüde belirli kalıplar içinde sınırlandırmaktadır. Böylece bedenlerimiz artık bize ait olmaktan çıkarak, adeta toplumsal bedenlere dönüşmektedir. Bu noktada toplumsal cinsiyet, belirleyici temel unsur olarak karşımıza çıkmaktadır.

Günümüz toplumlarında bu tip bir toplumsal kontrolün hedefi daha çok kadın bedenidir. Bu kontrol, döngüsel bir çerçevede anaerkil dönemden ataerkil döneme geçilmeye başlanan Neolitik Çağ (M.Ö. 8.000-5500) sonrasında daha da belirginleşmeye ve insan toplulukları arasında yaygınlaşmaya başlamıştır. Ancak M.Ö. 3500-3000 yıllarına kadar ataerkilliğin tam olarak hüküm sürdüğü söylenemez. Göçebe hayattan yerleşik hayata geçilen bu uzun geçiş döneminde, avcılık ve toplayıcılıktan ilkel tarım ve hayvancılığa geçilmesiyle yerleşim merkezleri büyümüştür. Yine bu dönemde, insanlarda mülkiyet kavramı oluşmuştur. Bunların yanı sıra, erkeğin üremedeki rolünü keşfetmesi de uzun sürmez. Böylece, bir taraftan sahip olunan tarım ve hayvancılık alanlarını, diğer taraftan da tarım üretimini gerçekleştiren ve yeni nesiller dünyaya getiren kadınları korumak gerekmektedir. Kadın bedeni, doğanın doğurganlığı ile benzer bir kutsallığa sahiptir. Toprak mülkiyeti anlayışının yerleşmesiyle kadın bedeni de ataerkil çerçevede erkeğe ait bir mülk haline dönüşmüştür. Klan-dışı evlilikler yasaklanarak, klan-içi evlilikler yapılmaya başlanmıştır. Kadınlar giderek özel alanlara (evlere, surlarla çevrili şehirlere, kalelere, vb.) hapsedilen ve adeta metalaştırılan birer varlık haline dönüştürülmüştür. Bu süreç 18. Yüzyıla değin sürmüş; Aydınlanma Çağı ile birlikte kadın hakları için ilk sistematik feminist mücadeleler Avrupa’da ve Amerika’da baş göstermiştir.

Kadının bir meta, erkeğe ait bir mülk ya da bir nesne değil, kendi başına bir özne olduğunu kanıtlamak oldukça uzun ve bitmeyen bir mücadeledir. Bu mücadelenin tarihini yakından incelediğimizde, mülkiyet kavramı ve doğanın insanlığın yararı için değiştirilip sömürülmesi ile kadın bedeni üzerinde kurulan toplumsal kontrol arasında çok yakın bağlar olduğu anlaşılmaktadır. Özne olarak kadın dediğimizde aklımıza, egemen devletler düzeni içerisinde yaşayan eşit vatandaşlar olarak kadın; toplumsal düzen içerisinde eşit bireyler olarak kadın; ekonomik düzen içerisinde eşit çalışanlar ve müteşebbisler olarak kadın; politik düzen içerisinde seçmenin ötesinde seçilme hakkına ve fırsatına sahip siyasi yöneticiler olarak kadın; aile içerisinde ise aile üyeleri arasında eşit değere sahip bir birey olarak kadın aklımıza gelmelidir. Aslında bu alanlara başkalarını da eklemek mümkün.



Kadının özne oluşu ile kadın bedeni arasındaki ilişki, özellikle 1970’lerden itibaren feminist mücadelenin temel konularından biri olarak hem ulusal hem de uluslararası gündeme oturmuştur. Bu yıllardan itibaren Birleşmiş Milletler çeşitli konferans ve programlar aracılığıyla, bu mücadeleye dâhil olmuş; kadın hakları konusunda çalışan pek çok sivil toplum örgütü konuyu farklı açılardan ele alarak gündeme taşımış ve çeşitli iyileştirmeleri talep ve teşvik etmiştir. Beden konuları arasında sayabileceğimiz başlıca konular şunlardır: cinsellik, doğum kontrolü, kürtaj, bekâret, namus meseleleri, erken yaşta evlendirme, kadın sünneti, cinsel saldırı ve tecavüz, aile-içi şiddet, aile-içi tecavüz, savaş tecavüzleri, ensest, örtünme-kıyafet meseleleri, güzellik kavramı ve estetik, fuhuş, kadın ticareti, seks ticareti ve pornografi. Aslında liste oldukça kalabalık.

Erkek hegemonyası çerçevesinde beden konularının farklı düzlemlerde ele alınabileceğini belirtmek gerekir. Toplumsal boyutunun ötesinde, içinde yaşadığımız siyasi ve ekonomik kurum ve süreçler tarafından şekillendirilen beden konuları, ülkeden ülkeye oldukça farklılaşabilmektedir. İşin içine dini inançlar ve ahlaki çerçeveler de girince durum, içinden çıkılmaz bir hal almaktadır âdeta. Böylece, toplumsal cinsiyet temelinde öteki olarak kurgulanan ve ikincil konuma itilen kadınların bedenleri kendilerine değil, babalarına, kocalarına, oğullarına ve erkek akrabalarına aittir. Eril değerler, kadınların cinselliği, güzelliği, bekâreti, namusu, kıyafetleri ve üreme kapasiteleri üzerinde her türlü eylemde bulunma hakkı olduğunu ileri sürerler. Kadın bedeni üzerinde uygulanan şiddet, bu eril varsayımın bir sonucudur aslında. Öte yandan, vatan evlatlarını yetiştiren anneler, evlatlarını vatan uğruna kaybeden şehit anneleri, savaşlarda anavatanın namusu olarak tecavüze uğrayan kadınlar, dünya güzellik yarışmalarında dereceye giren milli gururumuz güzellik kraliçeleri olarak kadınlar ve kadın bedenleri toplumsal düzlemde de erkekler tarafından sahiplenilmektedir. Anne-Marie Dardigna’nın söylediği gibi, “kadın bedeni, kelimenin tam anlamıyla, değer biçilebilen ve takas edilebilen, tıpkı para gibi erkekler arasında dolaşıma sokulan bir nesne” olarak kurgulanmaktadır. Bu kurgudan sıyrılmak için, özne olmak için, kadınların özgürleşmesi/özgürleştirilmesi gerekmektedir. Buysa bir başka yazının konusu. Son söz: “Kim olursanız olun, bedenlerinize sahip çıkın!”



*Yazıyla ilgili görseller web alıntısıdır

Bunları da sevebilirsiniz

Bir cevap yazın