
Günümüzde “Klasik Türk Müziği” adı verilen kentin ve sarayın musikisi, zaman içinde birçok farklı kültürler ile etkileşim içinde oluşmuştur. Bunlardan önde gelenler arasında antik dönem ve sonrasındaki Anadolu kültürleri, orta ve batı Asya Türk kavimleri ile orta çağ İslam topluluklarına özgü müzik kültürleri sıralanabilir. Ancak klasik Türk musikisinin asıl gelişiminin Osmanlılar döneminde, özellikle de 17. yüzyılda gerçekleştiği söylenebilir.
Türklerin Anadolu’daki ilk devleti olan Selçuklu Devleti, diğer boylar üzerindeki etkisini yitirirken Kayı beyi Osman, Bizans sınırlarına akınlar düzenliyor ve sağladığı başarılar ile giderek gücünü artırıyordu. Kısa zamanda Osmanlılar, güçlü bir devlet yönetimine geçerken, Doğu Roma, Orta Asya, Ortadoğu etkileşimi ile ortaya çıkan kültürel yapı, kendi içinde bir bütünlük sağlayarak dev bir imparatorluğa dönüşüp 600 yıldan fazla hüküm sürmüştür. Bu güçlü ve köklü yapılanma, doğal olarak kendine özgü yasalarını, düzenli ordusunu, kendi parasını ve en değerlisi kültür/sanat yaşamını oluşturmuştur.

Osmanlı Devleti’nin ilk döneminin merkezinde, Türk, Arap ve İran müziklerinin uyumlu ve büyük gelişmelere yatkın bir sentezi olan İslam müziği denilebilecek bir birikim yaşanmaktaydı. Bu dönemde yalnız çalgılar değil, icracılar, besteciler ve repertuar üzerinde, batı Asya (Azeri, İran v.b.) ve Arap etkisi yoğundu. Bu ilk dönem Osmanlı sarayında 16. yüzyılın sonlarına kadar sürmüştür. 17. yüzyılda Anadolu müziğinin saray müziği üzerindeki etkisi artmaya başlar. Folklorik kökenli birçok ezgi saray repertuarına girerken, beste biçimleri ve anlatım üslubu değişir. Tambur öne çıkıyor ve bütün ezgiler, tek tel üzerinde çalınmaya başlanıyor ve kendine has özel tınısı ile etkili oluyordu.
Osmanlı patrimonyal yapısında kültür ve sanat, yalnız hükümdarın himayesinde ve onun yönlendirmesiyle oluşuyordu. Bilim ve sanat alanında ortaya çıkan ürünler, hükümdarı ve sarayı yücelten birer öğe olarak görülürdü. Doğuda olduğu gibi Avrupa’da da kültür patronajlığı oluşmuş ve kurumsallaşmıştı. 15. yüzyılda doğunun önemli kültür merkezleri arasında yer alan Semerkant, Herat, Tebriz, İstanbul ve Delhi gibi şehirlerde sanat üreticileri, aynı himayeyi görüyordu. Osmanlı sultanları da doğunun önde gelen bilim ve sanat üreticilerini saraylarına kazandırmak amacıyla çaba harcamıştır.
II. Mahmut, kültür ve sanata özgü sistemde önemli değişiklikler gerçekleştirmiş ve Musika-i Hümayun, böyle bir değişimin sonunda ortaya çıkmıştır. Yeniçeri ocağı kapatılıyor, başlatılan yeni yapılanma ile uyum sağlayamayacağı düşünülen mehterin de saraydaki işlevi sonlandırılıyordu. Bu gelişmeler içinde sultanlar da çok sesli müzik eğitimi alacak ve bu alanda eserler vereceklerdi.
18. yüzyılda Osmanlı müziğini etkilemeye başlayan Doğu Roma müziği, Rum kiliselerinde fetihten önceki özelliklerini ne ölçüde koruduğu iyi bilinmese de doğu müziği ile etkileşim içinde olduğunu söyleyebiliriz. Doğu Roma müziğinin Türk müziği üzerindeki etkisinin hissedilmeye başlaması, 18. yüzyılda Rumların Osmanlı sarayındaki nüfuzlarının artmasıyla da ilgili olduğu yönünde görüşler vardır. 1650 dolaylarında Ali Ufkî Bey’in (Albert Bobowsky) ve ondan 50 yıl kadar sonra Kantemiroğlu’nun notaya alarak günümüze ulaşmasını sağladıkları erken Osmanlı dönemi saray müziği örnekleri incelendiğinde ve 19. yüzyıl Osmanlı besteleriyle Doğu Roma kilise melodileri karşılaştırıldığında bu müziğin, Türk müziği ile etkileşim içinde olduğu anlaşılır. Öte yandan, Rumca müzik teorisi yazmalarındaki Türkçe terimlerin, eski Rumca terimlerin yerini almış olması, bu etkileşimin farklı bir örneğini oluşturur.
Bugün arşivlerde, çeşitli dönemlere atfedilen 10 000’in üzerinde klasik eserin notanın olduğu söylenir. Nota kullanılmadığı için unutulan eserlerin sayısı bunun birkaç katıdır. Unutulmuş eserlere ait güfte derlemeleri bunun, kanıtı kabul edilebilir. Günümüze ulaşan eserlerin çoğu sözlüdür. Sözsüz eserlerin büyük çoğunluğunu ise peşrevler ve saz semaileri oluşturur. Diğer sözsüz eserler, 19. yüzyılda Balkanlardan gelen oyun havaları veya bu tarzda bestelenmiş eserlerdir. En parlak çağını 19. yüzyılın ilk yarısında yaşayan Osmanlı dönemi müziğinin etkileri, Osmanlı coğrafyasının her köşesine ulaşmış, ama sonradan Osmanlıdan kopmuş ülkelerin hiçbirinde müzik, bu düzeyde gelişmemiş ve incelmemiştir.

KANTEMİROĞLU NOTASI (NİHAVEND PEŞREVİ)
Orta çağ İslam uygarlığında, Farabi (870–950) ile başlayan ve Urmiyeli Safiyüddin’de (öl. 1294) doruğa ulaşan müzik teorisi incelemelerinin temelinde, Anadolu uygarlıklarının yetiştirdiği Sisamlı Phythagoras’ın teorisi yatar. Teorisi, yüzyıllar boyunca, başta Meragalı Abdülkadir (öl. 1435) olmak üzere, birçok teorisyen tarafından yeniden incelenen Safiyüddin, Osmanlı müzik üreticilerinin büyük saygı duyduğu bir kişilik olarak kalmıştır. Türkçe, Arapça ve Farsça kitapları günümüze ulaşmış olan ve döneminin müziği üzerine paha biçilmez bilgiler veren Meragalı Abdülkadir, efsanevi bir besteci olarak da bütün İslam dünyasında çok saygın bir yere sahip olmuştur. Sonradan bestelenmiş birçok eser ona atfedilmiş olabilir. El Kindî’den (öl. 866?) itibaren, Müslüman müzik teorisyenleri, belli Arap harflerinin müzikteki belli sesleri göstermesi esasına dayalı bir notadan yararlanmıştır. Harfler, Ebced’deki sırayla seslere karşılık geldiği için “Ebced notası” diye adlandırılan bu nota, eserlerin unutulmasını ve değişmesini önlemek amacıyla değil, bazı teorik açıklamaları kolaylaştırmak niyetiyle kullanılmıştır. Kantemiroğlu ise (1673–1723), Ebced notasından esinlendiği, ama sesleri (perdeleri) Ebced’deki sırayla değil, baş harfleriyle göstermeye dayalı başka bir harf notası geliştirmiştir. Kantemir notasıyla, daha sonra Mustafa Kevserî (ö. 1770?) de bir nota derlemesi yazmıştır.

OSMANLI’DA MEŞK
Osmanlı dönemi müziğinin başlıca eğitim merkezi Enderun’du. Herhangi bir vesileyle yeteneği fark edilen çocuklar veya gençler burada eğitilmiştir. Enderun dışında, saray ve erkana ait kasr ve köşklerdeki işret meclisleri de Osmanlı döneminde mutrıb (solist) ve hanendelerin (çalgıcı) sanatlarını icra etmek için fırsat buldukları önemli etkinlikler arasında sayılmalıdır. Birçok şehirde faaliyet gösteren Mevlevihaneler birer eğitim ocağı olarak müziğin gelişmesine katkıda bulunmuşlardır. Önceleri sıbyan mektebi, 1862’den sonra ise ibtidaî denilen ilköğretim okullarında müzik derslerine büyük önem verilirmiştir. Pek çok büyük besteci, yetenekleri daha çocukken bu okullarda keşfedilerek Enderun’a alınmıştır.
Fethedilen ülkelerden alınanların da katkılarıyla çalgılar, makamlar, usuller ve ezgilerle zenginleşen Osmanlı dönemi müziği, zamanla başka hiçbir İslam ülkesinde rastlanmayan bir ihtişam kazanmıştır. Sürekli değişim içinde olan Osmanlı dönemi müziğinde, yeni çalgılar önem kazanmış, yeni makamların ve usullerin ortaya çıkarılmasına her zaman büyük önem verilmiş, sözlü veya sözsüz yeni beste türleri ortaya çıkmış, eski türlerde bazı biçimsel değişiklikler görülmüştür. Osmanlı dönemi müziği asıl gelişimini, repertuarın yeni eserlerle zenginleşmesi ile göstermiştir.
Eğitimin “meşk” adı verilen yönteme, yani “ustadan dinleyerek ezberlemeye” dayanması, müzisyenlerin “dinleyerek algılama” yeteneklerini çok geliştirmiş; birikimin sonraki kuşaklara aktarılması için nota kullanılmaması, birçok eserin unutulmasına, unutulmayanların da değişmesine yol açmıştır. Özellikle 18. ve 19. yüzyıllarda çalgıların, insan sesinin eşlikçisi olarak görülmesi hem çalgı icrasının hem de çalgıların gelişmesini engellemiş, virtüözlük biraz da Batı etkisiyle ancak 19. yüzyılın sonlarında önem kazanmıştır.
Osmanlı da devlet düzenin olgunlaşması, birçok sanat dalının gelişmesi yönünde oldukça etkili olmuştur. Bu gelişim, müzik sanatına da yansımıştır. Fatih dönemine kadar kurumlaşmış bir müzik eğitimi yoktu. Müzik adamları, sarayda özel derslerle, medreselerde, tekkelerde ya da mehterhanede yetişiyordu. Fatih’in, Enderun da bir müzik okulu açarak ilk kez müzikte eğitimin başlamasını sağlaması, bir anlamda sarayın müziği himayesi altına alması, müziğin gelişmesi yönünde dönüm noktası olmuştur. Eğitime önem verilmesi ve giderek kurumsallaşması, müzikte büyük ilerlemeler sağlamıştır. Dini eserler yanında din dışı eserlerde yoğun bir biçimde üretilmiş, birçok makam bulunmuş, farklı müzik formları yaratılmıştır. Osmanlı bestecileri erken dönemlerde Timurlu ve Babürlü saraylarının repertuarından gelen eserleri örnek alırken, 17. yüzyılın ortalarından itibaren yavaş yavaş Osmanlı dönemine özgü bir üslup oluşmaya başlamıştır. Anlatıma verilen önemin gittikçe arttığı bu üslubun başlıca özellikleri, tekrardan kaçınarak yaratılan özgün ve kişisel nağmeler, uzun müzik cümleleri, uzun vokaller ve melismalardır. Taksim ve gazellerde ise, hazır cümlelerle yeni bir kompozisyon kurmaya dayalı İran taksiminin tersine, bütünüyle taksimin sahibi müzisyene ait nağmelerden oluşan doğaçlamaya yönelim olmuştur. Makamların kullanılışında da özgürlükçü bir tutum görülmeye başlanmış, kalıplardan kaçınılmış ve makamdan makama kısa süreli geçkiler yapıp renklilik yaratarak, yeknesaklık kırılmıştır. Bu nedenle yeni bileşimlerin bulunmasına önem verilmiştir.

Osmanlı sarayında, padişah ve ailesi ile yüksek görevliler için müzik grupları oluşturulmuştur. Çeşitli konumdaki kadın ve erkek görevlilere müzik eğitimi verilmiştir. Sazende ve hanendelerden oluşan heyetler, yöneticiler için dini ya da din dışı eserler seslendirirlerdi. Din dışı eserler arasında dinlendirici olanlar yanında eğlendirici oyun havaları da vardı. Saray imamları ve müezzinleri dönemin en güzel sesli müzisyenleri arasından seçilirdi. Ancak şehirdeki camilere de imam ve müezzin atanmanın başlıca koşullarından biri, güzel bir sese ve müzik eğitimine sahip olmaktı. Sarayın baş müezzini (Sermüezzin), çoğu zaman dönemin en önemli bestecisiydi.
Kemani Corci, İlya, Tanburi İzak, Zaharya gibi Müslüman olmayan birçok müzisyen de gerek icraları ve gerekse repertuvara kazandırdıkları eserleriyle sarayın beğenisini ve ödüllerini kazanmışlardır. Müzik ve dans öğrenmelerine büyük önem verilen Haremdeki cariyeler, özel hocalardan ders alırlardı. Kimi zaman bazı cariyeler, saray dışındaki bir hocanın evine bir refakatçi eşliğinde yatılı olarak derse gönderilirdi. Cariyelerin hocalarının kadın olması şart değildi.
Osmanlı sarayında müzik yaşamı, padişahın müziğe ve eğlenceye gösterdiği ilgi oranında gelişme gösteriyor ya da geriliyordu. Fatih Sultan Mehmet’in müzik eğitimi için attığı ilk adımlar ve sonrasında IV. Mehmet döneminde giderek artan müzik hareketleri, I. Mahmut ile canlanmış, ancak bu padişahın ölümünden sonra yaklaşık çeyrek asırlık bir süreç içinde durağan bir dönem geçirmiştir. Daha sonra III. Selim ile Osmanlı müzik yaşamında oldukça parlak bir dönem başlamış ve bu süreç II. Mahmut dönemi sonuna kadar sürmüştür. İşte bu dönemden sonra padişah ve çevresinin, saray erkanının, Osmanlı makamsal musikisine verdikleri önem ve değerde azalmalar olduğu görülür.

Osmanlı toplumunda müzik, iyi yetişmiş, kültürlü insanların “meclis”lerinde icra edilirdi. Meclisler, bir taraftan bilim, felsefe ve sanat gibi farklı konuların konuşulduğu diğer taraftan sırası geldiğinde müziğin icra edildiği küçük gruplardı. Meclise gelenler, müzik dinlemeye gelen edilgen konumdaki insanlar olmayıp, toplantının aktif katılımcıları durumundaydılar. Onlar hem konuşmalara hem de zaman zaman müziğe katılırlar, böylece meclise üretimleriyle katkı verirlerdi. Bazı varlıklı kişilerin konaklarında da haftanın veya ayın belli bir gününde, sadece müzik toplantısı yapılır, dönemin kalburüstü müzikçileri davet edilirdi. “Saz meclisi” veya kısaca “saz” adı verilen bu toplantılar, şehrin müzik yaşamına büyük bir canlılık katardı.

HAMPARSUM LİMONCİYAN ve NOTASI
Osmanlı müzik geleneğinin bazı örnekleri, Avrupa kökenli Ali Ufkî ve Kantemiroğlu gibi müzik adamlarının bıraktığı paha biçilmez iki nota derlemesi ile (“Mecmua-i Sâz ü Söz” ve “Kitab-ü İlm-il-Musiki alâ vechi’l-Hurûfât”) günümüze ulaşmıştır. Bu derlemeler bize, Osmanlı dönemi müziğinin 15. yüzyıl sonundan 18. yüzyıl başına kadarki dönemi hakkında, önemli bilgiler kazandırmıştır. Nâyi Osman Dede ve Abdülbaki Nâsır Dede de küçük birer nota derlemesi bırakmıştır. Hamparsum Limoncuyan’ın kendi icadı olan bir notayla yazdığı defterler de Türk müziğinin en önemli kaynakları arasındadır. Bu kaynaklardan günümüzde yararlanan başta Fikret Karakaya olmak üzere bazı müzisyenler, dönemin çalgıları ve müziği üzerine önemli çalışmalar yapmışlardır.
Osmanlı dönemi müziğinde, Fasıl, Peşrev, Kâr, Murabba, Nakış (Nakş), Ağır Semâî, Yürük Semâî, Saz Semâî, Taksim, Gazel, Şarkı ve Oyun Havaları gibi Tür ve Formlar ile Nim Sofyan, Semai, Sofyan, Türk Aksağı, Yürük Semai, Devr-i Hindi, Düyek, Aksak, Aksak Semai, Curcuna Tek Vuruş, Firenkçin, Nim Evsat, Ayin Devr-i Revani, Raksan, Çifte Düyek, Türki Darb, Fahte, Durak Evferi, Hezeç, Çember, Evsat, Frengi Fer, Muhammes, Darb-ı Hüner, Sakil, Nim Zencir, Havi, Darb-ı Fetih gibi usuller kullanılmıştır.

ÇENG

ŞEHRUD
Klasik Türk Müziğinde, başlangıçtan İmparatorluğun sonuna kadar geçen süre içinde kullanılan önemli çalgılar, aşağıdaki sınıflama ile belirtilmiştir.

NEY

SİNE KEMANI
-
Kordofonlar (Telli Çalgılar): Sesi bir telin titreşimi ile elde edilen çalgılardır.
Bu gruptaki çalgılar: Ud, Tanbur, Çeng, Kemençe, Kabak Kemane (Iklığ), Rebap, Keman, Kanun, Kopuz, Bağlama Ailesi, Santur.
-
Aerofonlar (Nefesli Çalgılar): Çalgının içindeki veya çevresindeki havanın titreşimi ile ses veren çalgılardır.
Bu gruptaki çalgılar: Ney, Zurna, Mey, Kaval, Nefir, Mıskal.

TANBUR

LAVTA
-
Mamranofonlar (Derili Çalgılar): Bir derinin titreşimi ile ses çıkaran çalgılardır.
Bu gruptaki çalgılar: Dümbelek (deblek, darbuka), Daire, Davul, Def, Zilli Def, Kudüm.

ZİL

ŞAKŞAK
-
İdyofonlar (Kendi Tınlar Çalgılar): Vurma, çarpma, sallama gibi eylemlerle çalınan, genellikle sert malzemelerden yapılan, bütün gövdenin titreşimiyle ses veren çalgılardır.
Bu gruptaki çalgılar: Zil, Maşa, Çalpara (Çalpare), Şakşak (kaşık), Çengi zili (sembalet), Bando Zilleri (halile).
