Çocuk, Suç ve Adalet: Türkiye’de Suça Sürüklenen Çocuk Tartışmaları

Türkiye’de kamuoyu vicdanını derinden sarsan ve toplumsal bir infiale yol açan bazı ağır suç vakaları, “Suça Sürüklenen Çocuk” (SSÇ) kavramının ve bu çocuklara yönelik adalet sisteminin temelden sorgulandığı yoğun bir tartışma dönemini tetikledi. Özellikle canavarca hisle veya eziyet çektirerek işlenen cinayetler gibi toplumun adalet duygusunu zorlayan olaylar karşısında, bir kesim tarafından mevcut yasal çerçevenin yetersiz olduğu ve ağır suç faili çocukların, özellikle belirli bir yaşın üzerindekilerin, yetişkinlere uygulanan ceza hukuku kurallarına tabi tutulması gerektiği yönünde talepler dile getirildi. Bu talep, failin eyleminin vahameti karşısında çocuğun korunması gereken bir bireyden ziyade cezalandırılması gereken bir suçlu olarak görülmesi gerektiği yönünde bir paradigma değişimini ifade ediyor. Konuyla ilgili tartışmaları gündeme getiren olay, 14 yaşındaki Mattia Ahmet Minguzzi’nin birkaç çocuk tarafından canice öldürülmesi oldu. Fail çocukların eylemlerinden pişman olmak şöyle dursun gurur duyduklarına işaret eden sosyal medya paylaşımları, faillerin yakınları ve destekçileri tarafından anne Yasemin Minguzzi’ye yönelen tehditler, ailenin avukatı Rezan Epözdemir’in ailenin maruz kaldığı zorbalıklarla ilgili açıklamaları, konu hakkındaki toplumsal tepkiyi günden güne büyüttü.

Bu yazının amacı, Minguzzi cinayetiyle gündeme gelen söz konusu taleplerin altında yatan sosyal ve duygusal dinamikleri anlamaya çalışmakla birlikte, tartışmayı bu duygusal zeminden ayırarak veriye dayalı ve multidisipliner bir perspektifle ele almaktır. Zira çocuk adaleti, sadece anlık toplumsal tepkilerle şekillendirilemeyecek kadar karmaşık; hukuki, nörobilimsel, sosyolojik ve ekonomik boyutları olan derin bir meseledir.

Felsefi Çerçeve

Modern çocuk adalet sistemleri, tarihsel olarak iki temel felsefi kutup arasındaki gerilim üzerine inşa edilmiştir: cezalandırıcı adalet (retributive justice) ve onarıcı/rehabilite edici adalet (restorative/rehabilitative justice). Cezalandırıcı yaklaşım, suçun işlenmesiyle bozulan toplumsal dengeyi, faile hak ettiği oranda bir ceza vererek yeniden kurmayı hedefler. Bu modelde odak, geçmişte işlenen eylem ve failin kusurudur. Buna karşılık, onarıcı ve rehabilite edici yaklaşım, geleceğe odaklanır. Amacı, suça neden olan temel sorunları (psikolojik, sosyal, ekonomik) ele alarak faili iyileştirmek, topluma yeniden entegre etmek ve gelecekteki suçları önlemektir. Bu modelde suç işleyen çocuk, doğası gereği kötü bir varlık değil, olumsuz koşullar veya gelişimsel özellikler nedeniyle yanlış davranışlar sergileyen ve doğru destekle iyileştirilebilecek bir birey olarak görülür. Türkiye’de bugün yaşanan tartışma, bu felsefi gerilimin yerel bir tezahürüdür.

Türkiye’nin yasal terminolojisi, “suçlu çocuk” yerine “suça sürüklenen çocuk” (SSÇ) ifadesini benimseyerek bilinçli bir felsefi tercih yapmıştır. Bu terminoloji, çocuğun doğuştan bir fail olmadığını, aksine olumsuz sosyal, psikolojik ve ekonomik koşulların bir sonucu veya kurbanı olarak bu eylemlere “sürüklendiğini” ima eder. Ancak, kamuoyunda belli suçlar için yükselen “yetişkin gibi yargılansın” talebi, bu felsefi temelden ayrılmayı ve eyleme odaklanan cezalandırıcı adalet modeline geçişi temsil etmektedir. Bu durum, yasal reform tartışmalarının yalnızca teknik birer ceza hukuku düzenlemesi olmadığını, aynı zamanda toplumun çocuğa, suça ve adalete bakışını yansıtan derin bir felsefi ve ideolojik mücadele alanı olduğunu göstermektedir.

Türkiye’nin Çocuk Adalet Sistemi

Türkiye’de çocuk adalet sisteminin yasal mimarisi, temel olarak 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu (TCK) ve 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunu (ÇKK) tarafından şekillendirilmektedir. ÇKK ve TCK’ya göre “çocuk” deyimi, daha erken yaşta ergin olsa bile, on sekiz yaşını doldurmamış kişiyi ifade eder. Bu tanım, uluslararası standartlarla uyumlu bir şekilde, biyolojik ve gelişimsel bir dönemi hukuki bir statü olarak tanır. Mevzuatın en önemli felsefi tercihlerinden biri, “suçlu çocuk” yerine “suça sürüklenen çocuk” (SSÇ) kavramını benimsemesidir. ÇKK Madde 3’e göre SSÇ, “kanunlarda suç olarak tanımlanan bir fiili işlediği iddiası ile hakkında soruşturma veya kovuşturma yapılan ya da işlediği fiilden dolayı hakkında güvenlik tedbirine karar verilen çocuğu” tanımlar. SSÇ terminolojisi, çocuğun eyleminin arkasındaki sosyal, psikolojik ve çevresel faktörlere dikkat çeker ve çocuğu bir failden çok, korunması ve desteklenmesi gereken bir birey olarak konumlandırır.

ÇKK Madde 4’te düzenlenen ve sistemin tüm aşamalarında riayet edilmesi gereken temel ilkeler, kanunun ruhunu ve felsefi yaklaşımını yansıtır. Bu ilkelerin başında “çocuğun yarar ve esenliğinin gözetilmesi” gelir. Uluslararası hukukta “çocuğun üstün yararı” (best interests of the child) olarak bilinen bu ilke, çocukla ilgili alınacak her türlü karar ve tedbirde, çocuğun gelişimsel, psikolojik ve sosyal ihtiyaçlarının öncelikli olarak dikkate alınmasını zorunlu kılar.

Cezai Sorumlulukta Yaş Grupları ve Kusur Yeteneği

Türk Ceza Kanunu, çocukların cezai sorumluluğunu belirlerken tek bir yaş sınırı koymak yerine, çocuğun gelişimsel evrelerini dikkate alan kademeli bir sistem benimsemiştir. TCK’nın 31. maddesi, bu konuda üç temel yaş grubu tanımlayarak her biri için farklı hukuki sonuçlar öngörür. Bu sistemin merkezinde, bir kişinin işlediği fiilin sonuçlarından sorumlu tutulabilmesi için gerekli olan zihinsel ve iradi olgunluğu ifade eden “kusur yeteneği” kavramı yer alır.

0-12 Yaş Grubu: Fiili işlediği sırada 12 yaşını doldurmamış olan çocuklar için kanun, mutlak ve aksi ispatlanamayan bir karine benimsemiştir: Bu çocukların cezai sorumluluğu yoktur. Kanun koyucu, bu yaş grubundaki çocukların işledikleri fiilin hukuki anlam ve sonuçlarını algılama veya davranışlarını bu algıya göre yönlendirme yeteneğine sahip olmadığını varsayar ve bu konuda herhangi bir araştırma yapılmasına gerek görmez. Dolayısıyla, bu yaştaki bir çocuk hakkında ceza kovuşturması yapılamaz. Soruşturma makamları, olayın aydınlatılması veya başka faillerin tespiti için delil toplayabilir, ancak çocuk şüpheli sıfatıyla muamele göremez, ifadesi alınamaz veya hakkında tutuklama gibi tedbirler uygulanamaz.

12-15 Yaş Grubu: Bu yaş aralığı, Türk çocuk adalet sisteminin en karmaşık ve en kritik değerlendirmeyi gerektiren grubudur. Kanun, bu yaştaki çocuklar için ne mutlak sorumsuzluk ne de tam sorumluluk kabul eder. Sorumluluğun varlığı, çocuğun bireysel gelişimine bağlı olarak her bir vakada ayrı ayrı değerlendirilir. Bu yaştaki bir çocuğun ceza sorumluluğunun olabilmesi için, işlediği fiilin “hukuki anlam ve sonuçlarını algılama” ve “davranışlarını bu algıya göre yönlendirme” kabiliyetinin yeterince gelişmiş olması gerekir.

Yargılama sürecinde, bu yaş grubundaki her çocuk için zorunlu olarak iki tür uzman raporu alınır:

1. Sosyal İnceleme Raporu: Mahkemenin çocuğun dünyasını ve eyleminin arkasındaki dinamikleri anlaması için sosyal çalışma görevlileri (psikolog, sosyal hizmet uzmanı) tarafından hazırlanır.

2. Uzman Hekim Raporu: Çocuğun algılama ve irade yeteneğinin tıbbi olarak değerlendirilmesi amacıyla adli tıp uzmanı veya psikiyatristten rapor alınır.

Mahkeme, bu iki raporu ve dosyadaki diğer delilleri bir bütün olarak değerlendirerek çocuğun kusur yeteneği hakkında bir karara varır. Eğer mahkeme, çocuğun kusur yeteneğinin var olduğuna kanaat getirirse, çocuk kısmen sorumlu kabul edilir ve işlediği suç için kanunda öngörülen cezalarda önemli bir indirim uygulanır.

15-18 Yaş Grubu: Fiili işlediği sırada 15 yaşını doldurmuş ancak 18 yaşını doldurmamış olan çocuklar için kanun, kusur yeteneğinin var olduğunu bir karine olarak kabul eder. Ancak kanun, bu yaş grubunun henüz tam bir yetişkin olgunluğuna erişmediğini de kabul ederek, işledikleri suçlardan dolayı alacakları cezalarda kanuni bir indirim yapılmasını zorunlu kılar.

Bu kademeli yapı, Türk hukukunun çocuğun gelişimsel sürecine duyarlı, sofistike bir yaklaşım benimsediğini göstermektedir. Ancak bu sistemin başarısı, özellikle 12-15 yaş grubunda, adli mekanizmaların bu hassas değerlendirmeyi ne kadar nitelikli ve tutarlı bir şekilde yapabildiğine bağlıdır. Yeterli kaynak, uzman personel veya zaman ayrılmadığı durumlarda, bu hayati değerlendirmenin yüzeysel kalma ve adaletsiz sonuçlar doğurma riski bulunmaktadır. Bu durum, “Adalet sistemi, bu kadar kritik bir değerlendirmeyi ülke genelinde standart ve yüksek kalitede yapabilecek kapasiteye sahip mi?” sorusunu gündeme getirmektetedir.

Çocuk Beyni ve Cezai Sorumluluk: Nörobilim Ne Diyor?

Çocuk adaletine ilişkin tartışmaların merkezinde, bir çocuğun eylemlerinden ne ölçüde sorumlu tutulabileceği sorusu yer alır. Geleneksel olarak felsefi ve ahlaki bir zeminde yürütülen bu tartışma, çağdaş nörobilimin sağladığı katkılarla yeni bir boyut kazanmıştır. Ergen beyninin gelişimine ilişkin bulgular, çocukların neden yetişkinlerden farklı davrandığını, neden daha fazla risk aldığını ve dürtülerini kontrol etmekte neden daha fazla zorlandığını biyolojik bir temele oturtmaktadır. Bu bulgular, hukukun geleneksel kusur, kasıt ve sorumluluk gibi temel kavramlarını yeniden düşünmeyi zorunlu kılar.

Gelişen Beynin Çift Sistem Modeli

Çağdaş nörobilim, ergenliği beynin yeniden yapılanma dönemi olarak tanımlamaktadır. Bu dönemin en belirgin özelliği, beynin farklı bölgelerinin farklı hızlarda olgunlaşmasıdır. Bu durum, özellikle “Çift Sistem Modeli” (Dual Systems Model) olarak bilinen teoriyle açıklanmaktadır. Bu modele göre ergen beyni, iki temel sistem arasındaki geçici bir dengesizlik ile karakterize edilir:

1. Limbik Sistem (Duygusal Sistem): Beynin derinliklerinde yer alan amigdala ve nucleus accumbens gibi yapıları içeren bu sistem, temel duygulardan (korku, öfke, coşku), ödül arayışından, heyecandan ve sosyal girdilere karşı duyarlılıktan sorumludur. Araştırmalar, bu sistemin ergenlik döneminde, özellikle hormonal değişikliklerin etkisiyle, adeta bir “gaz pedalına” dönüşerek hiperaktif hale geldiğini göstermektedir. Bu durum, ergenlerin ödüllere ve anlık hazlara karşı aşırı duyarlı olmasına, duygusal tepkilerinin daha yoğun ve değişken olmasına yol açar.

2. Prefrontal Korteks (Bilişsel Kontrol Sistemi): Beynin ön kısmında yer alan bu bölge, insanı diğer canlılardan ayıran üst düzey bilişsel işlevlerin merkezidir. Mantıksal akıl yürütme, dürtü kontrolü, planlama, gelecekteki sonuçları öngörme ve karmaşık kararlar alma gibi yönetici işlevler burada gerçekleştirilir. Prefrontal korteks, limbik sistemin aşırı taleplerini dengeleyen bir “fren pedalı” işlevi görür. Ancak nörobilimsel bulgular, bu bölgenin yapısal ve işlevsel gelişiminin 20’li yaşların ortalarına kadar devam ettiğini ve ergenlik boyunca limbik sistemin gelişim hızının gerisinde kaldığını net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Sonuç olarak, ergenlik dönemi, “tam gaz çalışan bir motor (limbik sistem) ile henüz tam olarak gelişmemiş bir fren sistemine (prefrontal korteks) sahip bir aracı kullanmaya” benzetilebilir. Bu nörobiyolojik dengesizlik, ergenlere özgü davranış kalıplarının temelini oluşturur.

Prefrontal korteks ile limbik sistem arasındaki bu gelişimsel uyumsuzluk, ergenlerin davranışlarında gözlemlenen ve genellikle yetişkinler tarafından mantıksız, saçma, düşüncesizce veya sorumsuz olarak nitelendirilen bir dizi tipik özelliğe yol açar:

  • Artan Risk Alma ve Heyecan Arayışı: Güçlü bir şekilde aktive olan ödül sistemi (limbik sistem), ergenleri yeni deneyimlere, heyecana ve riskli davranışlara yöneltir. Gelişmekte olan prefrontal korteks, bu risklerin potansiyel olumsuz sonuçlarını tam olarak değerlendirip caydırıcı bir etki yaratmakta yetersiz kalır.

  • Zayıf Dürtü Kontrolü: Ergenler, anlık dürtülere karşı koymakta ve hazzı ertelemekte zorlanırlar. Prefrontal korteksin frenleme mekanizmasının zayıflığı, onları düşünmeden hareket etmeye daha yatkın hale getirir.

  • Akran Baskısına Karşı Artan Duyarlılık: Ergenlik, sosyal kabul ve aidiyetin son derece önemli olduğu bir dönemdir. Limbik sistemin sosyal uyaranlara karşı aşırı duyarlılığı, ergenleri akranlarının görüşlerine ve davranışlarına karşı özellikle savunmasız kılar. Bir grup içindeyken, bireysel olarak yapmayacakları riskli eylemlere katılma olasılıkları önemli ölçüde artar.

  • Gelecekteki Sonuçları Değerlendirmede Güçlük: Prefrontal korteksin planlama ve öngörü işlevlerinin tam olgunlaşmamış olması, ergenlerin eylemlerinin uzun vadeli sonuçlarını bir yetişkin gibi tartmasını zorlaştırır. Kararlar genellikle anlık duruma ve duygusal tepkilere göre verilir.

Bu bulgular, ergenlerin suç teşkil eden eylemlerinin, yetişkinlerde olduğu gibi tamamen olgunlaşmış bir rasyonel seçim kapasitesinin veya “özünde kötü bir karakterin” ürünü olmaktan ziyade, büyük ölçüde biyolojik olarak temellendirilmiş, geçici bir gelişimsel aşamanın sonucu olarak değerlendirilebilmesine dayanak teşkil etmektedir.

Cezai Sorumluluk Kavramının Yeniden Değerlendirilmesi

Bilimsel veriler, ceza hukukunun temel taşlarından biri olan “cezai sorumluluk” kavramı üzerinde derin etkilere sahiptir. Nörobilimsel bulgular, ergenlerin cezai sorumluluk ilkesini bir yetişkinle aynı düzeyde karşılayamayabileceğini ortaya koymaktadır.

Türk hukukundaki 12-15 yaş arası için öngörülen ve büyük ölçüde soyut ve yoruma açık olan “kusur yeteneği” kavramı, nörobilimsel verilerle somut bir zemine oturmaktadır. “Çocuğun beyni farklı çalışır” argümanı, “Çocuğun prefrontal korteksi ile limbik sistemi arasındaki gelişimsel dengesizlik, dürtü kontrolünü ve rasyonel karar verme yetisini geçici olarak sınırlar” şeklinde bilimsel bir ifadeye dönüşmektedir. Bu durum, hukuki değerlendirmeyi keyfilikten uzaklaştırıp kanıta dayalı bir temele yaklaştırma potansiyeli taşır. Yargıçların ve uzmanların, bir çocuğun davranışını sadece ahlaki bir sapma olarak değil, aynı zamanda gelişimsel bir sürecin tezahürü olarak da değerlendirmesine olanak tanır.

Dünyadan Uygulamalar

Çocukların işlediği ağır suçlar karşısında toplumların nasıl bir tepki vermesi gerektiği sorusu, evrensel bir sorundur. Ancak bu soruna verilen yanıtlar, ülkeden ülkeye büyük farklılıklar göstermektedir. Farklı ülkelerin çocuk adalet sistemleri, o toplumların çocuğa, suça, cezaya ve rehabilitasyona bakışını yansıtan birer ayna işlevi görür. Bu bağlamda üç farklı modele göz atmakta yarar vardır: ABD’nin cezalandırıcı modeli, Almanya’nın rehabilitasyon odaklı modeli ve İskandinav ülkelerinin refah ve onarıcı adalet modeli.

1. Cezalandırıcı Model: ABD’de Çocukların Yetişkin Olarak Yargılanması

Amerika Birleşik Devletleri, özellikle 1980’ler ve 1990’larda yükselen “suça karşı sert olma” akımıyla, çocukları yetişkin ceza sistemine dâhil etme konusunda en ileri giden ülkelerden biri oldu.

Çocukların çocuk mahkemesi yargılamasının koruyucu şemsiyesinden çıkarılıp yetişkin ceza mahkemelerine gönderilmesinin caydırıcılığı artıracağı ve kamu güvenliğini sağlayacağı yönündeki iddialara rağmen, on yıllardır biriken ampirik veriler, bu modelin büyük ölçüde başarısız olduğuna işaret etmektedir.

Çok sayıda araştırma, yetişkin mahkemesine transfer edilen çocukların, benzer suçları işleyen ve çocuk adalet sisteminde kalan akranlarına göre serbest kaldıktan sonra daha hızlı, daha sık ve daha ciddi suçlar işlediğini ortaya koymuştur. Örneğin, Florida’da yapılan bir çalışma, yetişkin olarak yargılanan gençlerin %30’unun bir yıl içinde yeniden tutuklandığını, bu oranın çocuk sisteminde kalanlarda %19 olduğunu bulmuştur. Bu durum, yetişkin sisteminin cezalandırıcı doğasının, rehabilitasyon eksikliğinin ve gençleri daha da suça iten bir ortam sunmasının bir sonucu olarak yorumlanmıştır.

2. Rehabilitasyon Odaklı Model: Almanya Örneği ve “Genç Yetişkin” Yaklaşımı

Alman çocuk adalet sistemi, Amerikan cezalandırıcı modelinden kökten farklı bir felsefeye dayanır. Sistemin temel amacı eğitimdir. Amaç, suç işleyen gencin davranışlarının arkasındaki zararlı eğilimleri ortadan kaldırarak ve onun gelişimini teşvik ederek sosyal sorumluluk sahibi bir birey olarak topluma yeniden kazandırılmasını sağlamaktır.

Alman modelinin belki de en özgün ve öğretici yönü, 18 yaş sınırını katı bir duvar olarak görmemesidir. Alman hukuku, 18 ile 21 yaş arasındaki failleri “genç yetişkin” olarak adlandırılan özel bir kategoride değerlendirir. Bu yaş grubundaki bir fail yargılandığında, mahkeme standart olarak yetişkin ceza hukukunu uygulamaz. Bunun yerine, yargıç her bir vaka için özel bir değerlendirme yapar: Failin suç anındaki ahlaki ve zihinsel gelişimi bir gence mi yoksa bir yetişkine mi daha yakındır? Eğer yargıç, failin olgunluk seviyesinin henüz bir yetişkin düzeyinde olmadığına, eylemin gençliğe özgü dürtüsellik veya olgunlaşmamışlıktan kaynaklandığına kanaat getirirse, faile yetişkin ceza hukuku yerine, çok daha esnek ve rehabilitasyon odaklı olan çocuk ceza hukukunu ve yaptırımlarını uygulama yetkisine sahiptir.

3. Refah ve Onarıcı Adalet Modeli: İskandinav Ülkeleri

İskandinav ülkeleri, çocuk adaletine yaklaşımlarında refah devleti ilkesini merkeze alarak özgün bir model geliştirmişlerdir. Bu modelde, suç işleyen çocuğa öncelikle bir suçlu olarak değil, desteğe ve yardıma ihtiyacı olan bir çocuk olarak yaklaşılır. Bu ülkelerin çoğunda, ABD veya Türkiye’deki gibi ayrı ve bağımsız çocuk mahkemeleri sistemi bulunmamaktadır. Bunun yerine, çocuk adaleti büyük ölçüde sosyal refah sistemi ile entegre bir şekilde yürütülür. Cezai sorumluluk yaşı, 15 gibi uluslararası standartların üzerinde bir seviyede belirlenmiştir. Bu, 15 yaşından küçük bir çocuğun işlediği fiil ne kadar ağır olursa olsun, ceza hukuku sisteminin konusu olmadığı ve vakanın tamamen çocuk koruma birimlerine devredildiği anlamına gelir. 15-17 yaş arası gençler için ise ceza sistemi devreye girebilse de, ana hedef her zaman çocuğu yargılamadan ve hapisten uzak tutmak; sosyal hizmetlere, tedaviye veya toplum temelli programlara yönlendirmektir.

Onarıcı adalet, geleneksel ceza adaletinin “devlete/topluma karşı suç işlendi, devlet ceza vermelidir” mantığının aksine, “insanlar ve ilişkiler zarar gördü, bu zarar onarılmalıdır” felsefesine dayanır. Bu yaklaşım, çocukların ve gençlerin hapsedilme oranlarını son derece düşük seviyelerde tutma konusunda oldukça başarılıdır. Ancak sistemin aşırı esnekliği ve gayriresmiliği, bazen hukuki güvencelerin zayıflamasına yol açabilmektedir. Ayrıca, rehabilitasyon programlarının etkinliğine dair bulgular her zaman tutarlı değildir.

4. Gelişen Yaklaşımlar: Hibrit ve Kademeli Sorumluluk Modelleri

Cezalandırma ve rehabilitasyon arasındaki katı ikilemi aşma arayışı, dünya genelinde yenilikçi “hibrit” modellerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu modeller, cezalandırmanın getirdiği hesap verebilirlik ilkesi ile rehabilitasyonun getirdiği gelişimsel destek ve topluma yeniden kazandırma hedefini birleştirmeyi amaçlar.

  • Harmanlanmış Cezalandırma: ABD’de bazı eyaletlerde uygulanan bu model, ağır suç işleyen gençlere hem bir çocuk yaptırımı hem de ertelenmiş bir yetişkin cezası verilmesini içerir. Örneğin, bir gence çocuk ıslah kurumunda kalma yaptırımı uygulanırken, aynı zamanda 10 yıllık bir hapis cezası da verilir ancak bu ceza askıya alınır. Eğer genç, çocuk yaptırımının gereklerini (eğitim, terapi vb.) başarıyla yerine getirir ve belirli bir süre yeniden suç işlemezse, yetişkin cezası tamamen iptal edilir. Ancak kuralları ihlal eder veya yeniden suç işlerse, ertelenmiş yetişkin cezası devreye sokulur. Bu yaklaşım, gence bir yandan değişim için net bir fırsat ve teşvik sunarken, diğer yandan uyumsuzluğun ciddi sonuçları olacağını göstererek bir caydırıcılık unsuru yaratır.

  • Kademeli Yaptırımlar: Bu model, suçun ciddiyetine ve failin suç geçmişine göre artan seviyelerde ve önceden belirlenmiş müdahaleler içeren bir sistem önerir. Hafif bir suç işleyen ve ilk kez fail olan bir genç için uyarı veya toplum hizmeti gibi en alt basamak yaptırımlar uygulanırken, suç davranışını tekrarlayan veya daha ciddi bir suç işleyen bir genç için denetimli serbestlik, yoğun gözetim, elektronik izleme ve en son çare olarak güvenli bir tesise yerleştirme gibi daha üst basamaklardaki yaptırımlar devreye girer. Bu sistemin amacı, her vakaya orantılı, tutarlı ve öngörülebilir bir yanıt vererek keyfiliği azaltmak ve müdahalelerin etkinliğini artırmaktır.

Bu karşılaştırmalı analiz, evrensel bir en iyi model olmadığını, zira her ülkenin kendi sosyal, kültürel ve yasal geleneklerine göre farklı sistemler geliştirdiğini göstermektedir. Tek bir modelin kopyalanması etkili değildir. Her ülke kendi koşullarına göre kendi ihtiyaçlarını tespit etmeli ve buna göre özgün bir sistem kurgulamalıdır. Ancak, tüm farklılıklarına rağmen, başarılı ve insan haklarına saygılı sistemlerin paylaştığı ortak ilkeler bulunmaktadır. Bu ilkeler, BM Çocuk Hakları Sözleşmesi ve Pekin Kuralları (Çocuk Ceza Adalet Sisteminde Asgari Standart Kurallar) gibi ilgili uluslararası belgelerde somutlaşmıştır. Söz konusu ilkeler, özgürlükten yoksun bırakmanın son çare olması, cezanın bireyselleştirilmesi, çocuğun üstün yararının gözetilmesi, rehabilitasyon ve topluma yeniden entegrasyonun birincil amaç olması ve çocuğun gelişimsel ihtiyaçlarının doğru anlaşılmasıdır. Dolayısıyla, Türkiye için doğru soru “Hangi modeli kopyalayalım?” değil, “Bu evrensel ilkeleri kendi yasal ve sosyal yapımıza en etkili ve caydırıcı şekilde nasıl entegre edebiliriz?” olmalıdır. Bu soruların devlet tarafından samimiyetle gündeme alınıp farklı paydaşların katılımıyla tartışmaya açılması, toplumda giderek artan adaletsizlik/cezasızlık öfkesinin olumlu bir yapısal dönüşüme kanalize edilebilmesi için bir fırsat yaratabilir. En azından kamu yararını, bireysel özgürlükleri ve hukuk devleti olmayı önemseyen bir iktidar böyle yapardı.

Bunları da sevebilirsiniz