Türkiye’nin, Bölgemizin ve Dünyanın Siyasal Geleceğinde “Öze Dönüş”

Romantizm, Kartezyen akıl anlayışına, modernitenin doğum sancılarına ve sanayileşmenin gelişimine bir tepki olarak ortaya çıktı. Sanayileşmenin başlamasıyla ortaya çıkan büyük toplumsal dönüşümlerin neden olduğu yersiz yurtsuz kalma hali (nüfusun köylerden kentlere yığılmaya başlaması) ve doğadan koparılma düşüncesi, eski düzenin daha iyi olduğu fikrini ve geçmişin idealleştirilmesi sonucunu doğurdu. 18. yüzyılda başlayıp 19. yüzyılda doruğa çıkan, 20. yüzyıldaki büyük savaşlara kadar etkisini sürdüren romantizm, bu yönüyle bir geçiş dönemi akımıdır diyebiliriz. Eskiyle yeninin iç içe geçtiği ve yeninin henüz yıkıcı bir doğum aşamasında olduğu bu tarihsel kesitte yaşanan toplumsal ve bireysel acılar, insanlığın henüz yozlaşmadığı bir altın çağa duyulan özlemi güçlendirdi.

Bununla birlikte romantizm, toplumsal sistemlerin tıkanma noktasına geldiği ve büyük altüst oluşlara gebe olduğu dönemlerde de sağ ve sol görünümleriyle yükselişe geçebilmektedir. Buhran dönemlerinde karşılaşılan yıkıcı sorunların nedenini muhafazakâr romantizm özden kopmaya, yozlaşmaya ve dünyanın büyüsünü yitirmesine dayandırırken devrimci romantizm radikal bir atılımla insanın mutlu ve özgür olduğu altın çağa benzer bir toplumsal düzene ulaşmayı hedefler (Ancak elbette romantizm, bu iki uç kategoriye indirgenemeyecek zenginlikte bir çeşitliliğe sahiptir.)

Öte yandan romantizmin dünyayı yeniden anlamlandırma, sıradan olanın ardında saklı bir gizem ve derinlik bulma çabası olduğunu da söyleyebiliriz. Tam da bu nedenle romantizm, akılcılığın yalınlığı, düzenliliği ve “soğukluğuna” karşı coşkulu, mistik, destansı, şairane ve hatta yer yer karnavalesk bir dünya arayışıdır. Gerçekliğin katı ve can sıkıcı görüntüsü ardında uğruna yaşanabilecek ve ölünebilecek yüksek değerler arama girişimdir. Bu yönüyle bireyi ölçülü ve ılımlı bir özne, toplumu ölçülebilir ve öngörülebilir bir nesne kılmaya çalışan modern akılla sürekli bir çatışma içindedir ve en belirgin ifadesini de sanatlarda bulmuştur. Akılla kavranamayacak olana dönük arayışı da mevcut gerçekliğin sınırlarını reddetme biçiminde tezahür etmiştir. Modern akla, modern aklın yarattığı (ve onu yaratan) sanayi toplumuna dönük bu hoşnutsuzluk hali insanlığa ve topluma dair geleceğe veya geçmişe dönük masalsı toplum tasarımları, “ütopyalar” yaratmıştır. İnsanlığa bazen yaşadığı acıları dindirecek bir teselli, bazen de statükoyu yırtıp atmaya dönük bir tahrik unsuru sunmuştur.

Sanayileşmenin getirdiği refah artışına karşın toplumsal ve çevresel yıkımların, savaşların da ölçüsüzce büyümesi, romantizm açısından “akıl toplumunun” meydan okunması gereken, insana mutluluk getirmeyen iptidai bir düzen olarak görülmesine neden olmuştur. Akla alternatif olarak daha yüce bir insanlık vasfı, yani “ruh” öne çıkmıştır (Aksakal, 2015). Ruh, halklar açısından yeniden keşfedilmesi gereken bir kayıp kıta, kaybedilmiş gençliktir. Böylelikle 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında yükselen milliyetçilikle birlikte halka dönüş, halk kültürünün yüceltilmesi, folklorik unsurların incelenip derlenmesi yeni bir “öz” arayışı olarak tecelli etmiştir. Halkçılık akımının, halk kültürü araştırmalarının yaygınlaşması ardında temelde bir “öze dönüş” motivasyonu vardır denilebilir. Örneğin Rusya’da “halkın dostları” anlamına gelen narodnikler, kapitalizmin Rusya açısından arızi bir durum olduğunu, köycülüğe dönüş ve komünal köy yaşamının örgütlenmesi yoluyla sosyalist bir toplum yaratılabileceğini düşünüyorlardı. Yıkıcı kapitalizmi bütünüyle reddedip Rus köylüsünün “özünde” bulunan devrimci nitelikler yoluyla ütopik topluma ulaşılabileceğini savunuyorlardı. Benzer motivasyonlarla son dönem Osmanlı aydınları arasında da ortaya çıkan köye dönüş, halk kültürüne yönelme akımları cumhuriyetin kuruluşuyla kendine pratik bir ifade bulmuş oldu. Cumhuriyet açısından köylülüğün yüceltilmesi ve yeni ulusun sosyolojik yatağı olarak köylülüğün seçilmesi sosyo-ekonomik olduğu kadar romantik nedenlere de dayanıyordu. Yeni rejim, Osmanlı’nın ihmal ettiği Anadolu köylüsünden Türklüğün “doğal, bozulmamış” özünün damıtılıp çıkarılabileceğini düşünüyordu. Antropolojik araştırmalarla birlikte halk kültürü çalışmalarının ardındaki motivasyon ulus kimliğinin üzerine inşa edileceği özü bulma isteğiydi.

Öte yandan Nazilerin Almanlığa ilişkin “saflaştırma, öze döndürme” inancı ile Ortadoğu İslam coğrafyasında 20. yüzyılda güçlenip yaygınlaşmış olan, İslam’ı bütünüyle peygamber zamanındaki yaşayış ve ritüellere uygun olarak geri çağırmayı hedefleyen Selefilik hareketleri de birer öze dönüş girişimidir. Nazizm modernitenin araçlarını kullanarak modern öncesindeki sözde “bozulmamış” öze uygun bir Alman toplumu ve dünya tasavvur eder. Selefilik ise modernitenin kendisinin başlı başına karşısına konumlanan, içinde yaşadığı çağı bütünüyle yadsıyan bir öfke olarak kendini gösterir. Birbirinden çok farklı coğrafyalarda ve bambaşka bağlamlarda ortaya çıkmış olsa da bu iki akım da modernitenin farklı koşullarda yarattığı krizlerin birer semptomudur denilebilir. Görüldüğü üzere romantizm ve daha özelde de “öze dönüş” fikri hem çağının devrimci hareketlerine hem de muhafazakâr akımlarına aynı anda kaynaklık edebilecek bir işlevsel zenginliğe sahiptir. Milliyetçilik, kökten dincilik, halkçılık, sosyalizm ve hatta ırkçılık farklı biçimlerde “öze dönüş” mitosundan beslenebilir.

Öze dönüş fikrinin bir ütopya olarak tezahür etmesine neden olan kültürel ihtiyaçlardan birisi, evrenin ve insanın varlığının nedeni ve nasılını açıklayan büyük anlatılara, büyük yanıtlara, kozmogonilere duyulan ihtiyaçtır. Büyük anlatılar, insanın ve toplumun varlığını anlamlı kılmaya yararken onu yozlaşmış, çürümüş mevcut halinden kurtarıp özüne dönmesini, altın çağa dönmesini sağlayacak kahramanca eylemler ve tavırlar için de destekleyebilir. Örneğin Rousseau’nun uygarlık öncesinde doğada yaşayan insanın durumunu tanımlamak için kullandığı “soylu vahşi” kavramı, John Locke’un insanın özgür ve barış içinde yaşadığı uygarlık öncesi çağı tanımlamak için kullandığı “doğa durumu” kavramı ve Marx’ın gelecekteki komünist toplumun kaçınılmazlığını temellendirmek için tarif ettiği geçmişteki “ilkel komünal yaşam”… Her biri birer ütopyayı veya ideal durumu gerekçelendirmek için başvurulan öze dönüş anlatılarıdır. Bu anlamıyla bu farklı öze dönüşçülük yaklaşımlarının ortak noktasının insan doğasına ilişkin iyimser bir inanç beslemeleri olduğunu söyleyebiliriz: “Doğal olan iyidir, öyleyse doğal olana dönelim veya ona en uygun, en yakın koşulları yeniden yaratalım.”

Öze dönüşçülüğün bölgemizde ve dünyadaki daha yakın tarihli veya güncel tezahürlerine verilebilecek örneklerden biri Selefilikten beslenen cihatçı örgütlerdir. El Kaide, IŞİD ve bu örgütlerden türeyen veya onların öncülü olan irilik ufaklı pek çok örgüt, İslam coğrafyasını “özüne döndürme” ve tüm dünyayı bu özle buluşturma iddiasıyla hareket eder. Öte yandan yalnızca dini hareketler değil, bölgemizdeki ulus kimliği inşa etme çabalarında da öze dönüşçülüğü görebiliriz. Devrim öncesi İran’da, Şah Rıza Pehlevi’nin 1971 yılında düzenlediği büyük törende İran devletinin 2500. yılı kutlanmıştır. İran’ın Pers İmparatorluğu kökenine referansla bir meşruiyet inşa etme girişimi olan bu tarihi önemdeki tören, İran devletini İslam öncesi kaynaklarıyla bir süreklilik içinde ele alma isteğinin yansımasıdır. Benzer şekilde mezhepsel, siyasi ve dini ayrılıkları geride bırakarak bütün Arapları tek bir devlet altında birleştirmeyi amaçlayan ve BAAS hareketi ve Cemal Abdülnasır dönemlerinde hayata geçirilmeye çalışılan Pan-Arabizm’in de Araplığı temel alarak bir özde buluşma hamlesi olduğu değerlendirilebilir.

Türk siyasal hayatı cumhuriyetin kuruluşundan beri öze dönüş akımları bakımından zengin bir tablo sunar. Cumhuriyetin köycülüğün yanı sıra Sümerler ve Hititler gibi kadim Anadolu uygarlıklarına olan ilgisi ve ulus kimliğine bu uygarlık birikimini dâhil etme çabası dikkate değerdir. Ayrıca Anadolu Türklüğünü yine kadim bir geçmişe ve zengin bir uygarlık birikimine, bir öze kavuşturma isteği Orta Asya Türklüğüne olan ilgiyi beslemiştir. Milliyetçi siyasi partiler cumhuriyet tarihi boyunca Orta Asya Türk tarihine ilişkin efsanevi tarih anlatılarını bir öze dönüş çıpası olarak araçsallaştırmaya devam etmiştir. Özellikle 70’lerden itibaren İslamcı hareketin yükselişiyle birlikte ise Osmanlı ve İslami köklere vurgu yapan öze dönüşçülük anlayışı AKP döneminde hem dış politikada hem de Türkiye’de yeni bir kültürel hegemonya tesis etme çabalarında absürt uygulamalar olarak karşımıza çıkmıştır. Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik geleneksel dış politika anlayışını terk edip “yeni-Osmanlıcılık” olarak tanımlayabileceğimiz bir emperyal projeye yönelen AKP, kültürel anlamda bu projeyi besleyebileceğini düşündüğü dönüşümlere girişmiştir. TRT’de yayınlanan ve bolca abartı ve tarihsel çarpıtmayla beslenmiş Diriliş Ertuğrul vb. dizilerin yanı sıra yabancı devlet görevlilerini eski Türk devletlerini temsil ettiği iddia edilen tarihi kostümler giymiş askeri tören kıtasıyla karşılama gibi absürtlükler sergilenmiş, tören mangası askerlerinin üniformaları ve protokol dekorasyonu Türklüğün rengi olduğu düşünülen turkuaz rengi ağırlıklı olarak güncellenmiştir. Örnekleri çoğaltılabilecek ve kimisi son derece karikatürize olan bu tuhaflıkların AKP rejiminin öze dönerek yeni bir ulus kimliği yaratma çabasının ürünleridir.

AKP döneminde yükselen muhalefetin de kendine has bir öze dönüş anlayışı benimsediğini söyleyebiliriz. AKP’nin Türkiye’yi daha dinsel bir rejime doğru yönlendirme çabaları daha seküler duyarlılıkları olan toplum kesimlerinde Atatürk dönemini yücelten ve bir altın çağ gibi tanımlayan anlatılar da güç kazandı. Dahası tarihsel anlamda çok da geriye gitmeden AKP öncesi dönemi, özellikle 90’ları nostaljik bir özlemle ve geri dönülmesi gereken makul bir Türkiye gibi idealize eden yaklaşımlar da yaygınlaştı. AKP rejiminin sonuna gelindiği inancının güçlenmesiyle birlikteyse muhalif siyasetin ana gündem maddelerinden biri parlamenter rejime geri dönüş oldu. Bu tartışmalarda ve karar alma süreçlerinde önemli olanın parlamentarizmin Türkiye açısından eskinin küçük rötuşlarla restore mi edileceği yoksa yaşadığımız yıkımın ileri sıçrama için bir basamak olarak mı kullanılacağının belirlenmesi olduğunu düşünüyorum. Sınırlı bir restorasyonla neticelenecek bir tür öze dönüşçülüğün Türkiye’yi AKP döneminde saplanmış olduğu ekonomik, toplumsal ve siyasal krizlerden kurtarabilmesi çok olası görünmüyor. Bu anlamda muhafazakâr bir öze dönüşçülük anlayışıyla yetinmenin Türkiye’nin geleceği açısından olumlu sonuçları olmayacaktır.

Tüm bu siyasi tabloyu kapsayan küresel bir öze dönüş tartışması da giderek güçleniyor. İklim krizinin etkileri daha yakıcı şekilde hissedilir ve geleceğe ilişkin kötü senaryoların vadesi kısalırken küresel güçler de bir yeşil dönüşüm tartışmasını gündemine almış durumda. İnsanlığın doğayla olan ilişkisini daha acil bir biçimde sorgulamak zorunda kalmasının sonucunda bir tür doğayla barışma arayışı olarak ekolojik ütopya ve distopyalar daha fazla dikkat çekmeye başladı. Çevre hareketlerinin sembolik figürlerinin kapitalist küresel sistemin vitrininde boy göstermesi sayesinde insanlığın yaşamakta olduğu buhranın çözümünün sırtını döndüğü doğaya yeniden yüzünü dönmesinde olduğu görüşleri, uygulamaya ne kadar geçer bilinmez ama, güç kazandı. Bu siyasi rüzgârı ekolojik kriz karşısında tüm diğer çelişmeleri kuşatan küresel bir öze dönüş çağrısı olarak niteleyebiliriz. İnsanlık için devrimci bir öze dönüş potansiyeli taşıyan bir çağrı…

Kaynak

Aksakal, H. (2015). Türk Politik Kültüründe Romantizm. İletişim Yayınları.



 

Bunları da sevebilirsiniz