Platon’un Menon diyalogunda geçer:
“İnsan, bilmediği bir şeyi nasıl araştırabilir? Bilmediği bir şeyi araştırırsa neyi aradığını nasıl bilecek? Bildiği bir şeyi araştırırsa, zaten biliyorsa neden araştıracaktır?”
Bu soru, öğrenmenin olanaklı olup olmadığını sorgular.
Eğer gerçekten hiçbir şey bilmiyorsak, öğrenmeye nereden başlayacağız?
Eğer bir şeyi biliyorsak, zaten öğrenmeye gerek yoktur.
Sokrates bu çıkmazdan kurtulmak için “anımsama kuramı”nı öne sürer:
İnsan ruhu her şeyi zaten bir kez bilmiştir; öğrenmek, aslında unuttuğumuzu hatırlamaktır.
Yani bilgi dışarıdan gelen bir şey değil, içimizde zaten var olan bir hakikatin hatırlanmasıdır.
(Oysa, bu kuram bile cehaletin perdelenmesine hizmet eder. Platon’un diğer diyaloglarında anlamlı olarak bir türlü genişletilmeyen ve pek de yer etmeyen bu kurama, meslekten felsefeci ilgisini olmasa dönüp bakılmazdı belki de. Her ne hal ise… Devam edelim. )
Fakat bugün yaşadığımız çağda sorun, artık “bilmemenin” değil, “merak etmemenin” çağı olmasıdır. Merak dürüst bir bilmeme haliyle birlikte gelir. Bildiğini veya bilebileceğini sanarken elden avuçtan akıp giden belirsizliğin, bir türlü aydınlanmayan bir karaltının peşinden gitme sabrı ve başka türlü davranamama huzursuzluğu gerekir merak için. Yani dürüstlük, kaygı ve yaşam enerjisi gerekir. Bunların eksikliği bilgisizlik sonucunu doğurur. Ama konu bilgi eksikliğinden ibaret değildir. Nitekim cehalet, sadece bilginin yokluğu değil; merakın felce uğramasıdır.
Kültürel olarak merakı, soru sormayı, kendi başına öğrenmeyi körelten bir ortamda büyüyoruz.
Çocuklarımıza “neden?” diye sormayı değil, “ezberlemeyi” öğretiyoruz. Esasında öğretmemize gerek de yok. Zira çocuklar “neden?” ve “nasıl?” sorusuyla nefes alırlar adeta. Birileri onların nefesini kesmezse elbet.
Cahiliye, tarihsel olarak bir dönemi adlandırır ama aslında işte bu zihniyetin de adıdır. Sadece bilginin eksik olduğu bir dönem değil, sorunun günah, sorgulamanın ayıp sayıldığı bir düşünce iklimidir. Cahiliye, insanın bilmekten çok inanmayı, anlamaktan çok itaat etmeyi seçtiği her yerde yeniden doğar.
Meraksızlık, cehaletin en rafine biçimidir. Çünkü insanın bilme isteğini, daha ilk soruda susturur.
Oysa bilinmeyenle yaşamak, felsefenin ve bilimin başlangıcıdır.
Bir toplumun dili, ne kadar çok “açık uçlu” soru üretebiliyorsa, o kadar canlıdır.
“Bilmiyorum” diyebilen bir insan, “her şeyi biliyorum” diyen birinden çok daha ileridedir.
Çünkü “bilmiyorum” diyenin dilinde bir kapı vardır; ötekinin dilinde bir duvar.
Bu yüzden, cehaleti yenmek istiyorsak, öncelikle bilinmeyeni ifade edebilme cesaretini yeniden kazanmalıyız.
Kültürümüz, merakı çoğu zaman tehlikeli bulur. Sorgulamayı saygısızlık, kuşkuyu güvensizlik, “bilmiyorum” demeyi zayıflık sayar. Çocuklarımıza ezberlemeyi öğretiyoruz; sormayı, şaşırmayı, kendi başına düşünmeyi değil. Böylece bilgiyle doldurduğumuz zihinleri, meraktan yoksun bırakıyoruz. Oysa meraksız bilgi, tıpkı ışığı olmayan bir göz gibidir: var ama görmez.
Soruların kesilmediği, şüpheye yer veren, bilgiyle kanaati ayıran bir düşünme tarzı geliştirmeliyiz.
Ancak bu, sadece başkalarına değil, kendimize de yönelteceğimiz bir meydan okumayı gerektirir.
Yanlışlanmaktan korkmayan, düşüncesini revize edebilen bir insan tipi…
Dogmalara değil, argümanlara yaslanan; “haklı olmak”tan çok “anlamaya çalışmak”la ilgilenen bir zihniyet…
Cehalet, böyle bir zihniyetin yokluğunda büyür.
Kendi kanaatine âşık olan insan, bilgiye değil, aynadaki yansımasına bakar.
Ve nihayet, bugün en tehlikeli cehalet biçimi, tumturaklı sözlerin ardına gizlenmiş olanıdır.
Bilgiyi derinleştirmek yerine süsleyen, anlaşılmak yerine etkileyici görünmeye çalışan bir dil…
Oysa hakikatin en büyük düşmanı, belirsizlik değil, laf kalabalığıdır.
Gerçeği bulanıklaştıran süslü cümleler, hem düşünceyi hem vicdanı uyuşturur.
Gerçeğe giden yol sade bir dildir; karmaşık değil, açık bir dildir.
Bu yüzden cehaleti yenmek, yalnızca daha çok bilgi edinmekle değil, daha temiz, daha dürüst konuşmakla da mümkündür.
Bilginin ilk şartı, bilinmeyeni dile getirebilmektir. “Bilmiyorum” diyebilmek, bilmenin başlangıcıdır. Bir toplumun dili ne kadar çok açık uçlu soru üretebiliyorsa, o kadar canlıdır. Çünkü “bilmiyorum” sözü, zihinde bir kapı açar; “biliyorum” diyen ise genellikle duvar örer.
Cehaleti yenmek istiyorsak, önce o kapıyı yeniden aralamamız gerekiyor. Soru sormaktan, şüphe etmekten korkmayan bir dil kurmamız; sağlam bilgiyle kanaati ayırmayı öğrenmemiz gerekiyor. “Ben böyle hissediyorum” demekle “bu doğrudur” demek arasındaki farkı kavrayamayan bir dilde, düşünce gelişmez. Aynı şekilde, yanlışlanmaktan korkmayan bir zihin biçimine de ihtiyacımız var. Yanıldığını fark edince küçülmeyen, aksine öğrenmeye devam eden bir akla… Düşüncesini kutsallaştırmayan, revize etmeyi bilen bir zihniyet…
