Önce Müzik (1) – Orta Çağ / Nota İşaretleri / Gregor / Missa

Müzik öğrenimi benim ana amacım olmamalıdır. Ben iyi bir vatandaş olmak istiyorum. Çocuklar doğdukları günden başlayarak iyi müzik dinlemeyi ve çalabilmeyi öğrenmeli, duyarlılık, disiplin ve dayanıklı olmayı geliştirmeliler. Onların güzel bir kalbi olmalıdır…

SHINICHI SUZUKI

Bugün karmaşık bir sanat dalı olarak uzun yılların eğitimini ve emeğini gerektiren müzik sanatı, diğer sanat dalları arasında en ilkel ve en temel güdülerden kaynaklanmış olanıdır. Önce doğayı yansıtmak için sesini yükselten insanoğlu, zaman içinde yalnızlığını unutmak, doğa güçlerine tapınmak için mırıldanmaya başlamış, korkusunu yenmek için çığlıklar atmış, daha sonra da ruhsal değişimine göre kimi neşeli kimi hüzünlü ezgiler yaratmıştır.


İnsan, anlaşılabilir ya da belgelerle izlenebilir biçimde yaratıcı ve üretici olma durumuna ise ancak M.Ö 10.000 sıralarında, göçebelikten yerleşik düzene geçtikten sonra ulaşmıştır. Yaklaşık M.Ö 3.000 civarında yazıyı icat edip kullanmayı başardıktan sonra ürettikleri, daha da anlaşılabilir olmaya başlamıştır.

NEOLİTİK ÇAĞ

 ÇİVİ YAZISI

Yerleşik düzene geçerek kurulan ilk ilkel köy sistemleri içinde güvenli ve gıdaya kolay ulaşılabilen yapılar kuran insanoğlu, deneyimlerini biriktirmeye başlamıştır. İşte bu gelişim, kültürel bir alt yapı ve geleneksel değerleri oluşturmuştur.

Bu ilk toplumlar, gereksinimlerini ve düşüncelerini anlatmak için önce resimli yazıyı (hiyeroglif) ve sonra çivi yazısını kullanmaya başladıktan sonra birikimlerini, doğru olarak geleceğe taşıyabilmişler ve son 10 bin yıl içinde kültür ve bilginin oluşumunu sağlayarak uzay çağına ulaşmışlardır.

ASOS MÜZİSYENLERİ

Arkeolojik belgelere bakıldığında; insanoğlunun yerleşik düzene geçtiği süreçte müziğin büyüleyici, iyileştirici, toplum içinde uyarıcı işlevler sağladığını keşfetmiş olduğunu söyleyebiliriz. Bilinmeyen güçlere tapınmak, iyi bir av için yakarıda bulunmak, bir tehlike anında insanları uyarmak gibi işlevler için çalgıları ve müziği kullandılar. Zaman içinde müzik, destanlarla, baladlarla bilgi taşıyan, savaş önecesinde kabileyi coşturup yüreklendiren bir araç haline de dönüştü. İlk belgeler müziğin, ilahi bir işlevi olduğu ve toplumu yöneten güçlere dönük yapıldığını göstermektedir. Zaman içinde bu ilk ezgilerin, saray ve tapınak törenlerinde önemli rolleri olduğu anlaşılmaktadır. Bu ilk ezgilerin çoğunlukla, saray törenlerinde yönetenleri kutlama ya da onurlandırma, tapınaklarda tanrılara yakarıda bulunma, kahramalara övgülerde bulunma gibi konular üzerine olduğu görülmektedir.

ROMA ÇAĞINDA MÜZİSYENLER

Antik çağlarda dansıyla, çalgısıyla her çeşit törenin baş konuğu olan müzik sanatı, tarihin akışı içinde giderek düşünce ve imge gücünü uyarmış, her çağda, her kültürde kendine özgü bir üslup, o toplumun gereksinimlerinden doğan bir anlatım yolu bulmuştur. Örneğin Afrika’da vurma çalgı geleneğinin temelinde uzak boylar arasında haberleşme gereği ve yöntemleri yatmaktadır.

İnsanoğlu kendi sesini kullanabilmeyi, nesneleri birbirine vurup ya da bir hayvan kemiğine üfleyip ses çıkarmayı başardığında müzik de tarihini yazmaya başlamıştır. İnsan ilk olarak kendi sesini kullanmayı öğrenmiş ve daha sonra onu güçlendirmek ya da büyütmek için çeşitli araçlar oluşturmaya başlamıştır. El çırpmak, ayak vurmak, ritim gücünü pekiştirmiş çeşitli vurmalı çalgılara (taşları vurma, raspa, davul, zil) dönüşmüş, doğayı taklit etme isteği farklı aletler arayışına neden olmuş ve düdük/kaval vb. nefesli, Lir, Arp, Bağlama gibi telli çalgılar, ortaya çıkmıştır.

LİR ÇALAN APOLLON


Bugün bildiğimiz ve dinlediğimiz batının çok sesli müziği eski uygarlıkların müziğinden esinlenmiştir. Bu müzikler, sanat müziğinin evrimini değilse bile doğumunu etkilemiştir. Arkeolojik çağların kültürü, daha sonra gelen çağların mimari yapıtlarını ve edebiyat örneklerini ve kısaca sanatını etkilemiştir. Homeros, İlyada ve Odysseia’da müziği, tanrısal bir uyarı, insan kişiliğini etkileyen bir güç olarak ifade eder.

Yine bu dönemde, müziksel düşüncenin gelişimini etkileyen filozofların başında Sisamlı Pythagoras (M.Ö. 5-6) gelir. Müziksel uyumu matematik formülleriyle dile getiren bu felsefeci, farklı büyüklükte çanlarla bir skala düzeni yaratmış, bir çekiçle vurduğu çanların tınılarından yararlanarak oluşturduğu sekizli ve dörtlü aralıklardan oluşan ses dizisi, sonraları Pythagoras gamı adıyla anılmıştır. Pythagoras’ı izleyenler bu oranları tek telden oluşan bir çalgı üzerinde denemiş, böylece tüm bir müzik sisteminin doğru tonlaması (entonasyon) sağlanmıştır. Pythagoras’a ve Platon’a göre müzik, sanatın bir dalı olduğu kadar matematik bilimini de içine alır. Müziğin geleneğindeki matematiksel mantığın doğru tonlamaya etkisi, onun gelişmesine büyük katkı yapmıştır. Aristoteles’e göre müzik doğrudan ruhsal tutkuları dile getirmektedir. Üzüntüyü, mutluluğu, kahramanlığı sergiler. Kötü müzik dinleyenin kişiliği de kötü yolda gelişecektir. Bedenin disiplini için beden eğitimi gerektiği gibi, beynin disiplini için de müzik gereklidir.


PYTHAGORAS ÇAN SKALASI

Milattan önceki dönemde oluşan, gelişen ve yaşayan müzik, bundan sonra gelen çağda (orta çağ), kilisenin bağnaz baskısı altında soluk alamamış ve bin yıl gibi uzun bir süreç içinde büyük güçlükler içinde ve her şeye rağmen sınırlı da olsa gelişimini sürdürmüştür. Kitlelerin yaşam kaynağı olan müzik, bu zaman diliminde insandan uzak tutulmaya çalışılmış ancak tüm olumsuzluklara karşın sanat yolunda çok önemli bazı aşamalar da bu dönemde gerçekleşmiştir.

ORTA ÇAĞ:

Orta çağ, milattan sonraki ilk yüzyıllardan başlayarak bin yıldan fazla süren geniş bir dönemi kapsar (5. Yüzyıl – 15. Yüzyıl). Bu dönemin karanlık çağ olarak anılması; kilisenin bağnaz egemenliğinde dünyasal zevklerden yoksun bırakılmış, araştırma, keşfetme, kendi ve çevresini tanıma özgürlüğü elinden alınmış insanın, yalnız ölümden sonrasına hazırlık yapması gereken kutsal bir ortama yönlendirilmiş olması nedeniyledir. Orta çağ, Antik Çağ ile Rönesans’ın arasına girerek müziğin sürekliliğini ya da gelişimini kesintiye uğrattığını söyleyebiliriz. Hıristiyan Katolik kilisesinin ilk papazları, kilise içine çalgısal müziğin girmesini birkaç yüzyıl boyunca yasaklar. İlkçağa ait müzik, putperestliği ve dünyasal zevkleri çağrıştırmaktadır. Çalgılar, danslara eşlik amacıyla kullanılmıştır. Oysa kilisede en kutsal çalgı insanın kendi sesi olmalıdır. Müzik, teksesli, kutsal, Tanrı’ya adanmış, duaları kolay ezberletmeye yarayan, ayinlere tılsımlı bir ortam katan araçtır. Böylece kendilerinden önceki müziği yasaklayıp, ona ait belgeleri de yok eden Orta çağ papazları, yüzyıllar boyunca müzik sanatını kilise koroları ve tek sesli ilahilerle kendi egemenlikleri altında tutmuşlardır.

DOĞU ROMA’DA MÜZİSYENLER

Belgelere göre Antik Çağ ile Erken Orta Çağ (Hıristiyanlık öncesi ve Hıristiyanlığın ilk yüzyılları) arasındaki müziğin benzer özellikleri, her ikisinin de yalnız melodi çizgisinden oluşan, tek sesli yapıda olmasıdır. Her ikisi de belli bir metne dayalıdır (antik çağda şiir ya da tiyatroya; ortaçağda ise İncil’e ). Bu çağın ezgileri, büyük ölçüde doğaçlamadan yararlanarak çalınıp söylenmişti. Antik Çağ’dan Orta Çağ’a aktarılan bir başka anlayış da müzik sanatının doğayı, insan düşünce ve davranışlarını konu almasıdır.

Hıristiyanlar ilk zamanlar doğal olarak antik çağın (Anadolu, Mezapotamya, Mısır) farklı kültürlerinin binlerce yıllık süreç içinde oluşturdukları tapınak müziklerinden etkilenmişler ve ortaya çıkan yapı, Roma yoluyla tüm Avrupa’ya yayılmıştır.

Doğudaki Hıristiyan kiliselerinde mutlak bir yönetim birliği kurulamadığından, her biri kendine göre farklı tören biçimleri geliştirmiştir. Doğu Roma ayinleri, birinci Jüstinyen’in (Justinianus) 527’de taç giymesiyle yerleşik bir geleneğe kavuşur. Doğu Roma (Bizans) ezgileri teksesli, makamsal ve bağımsız ritimlerle donanmıştır. Bu ezgiler, Ortadoks, Yunan, Rus ve Doğu Ortadoks kilise müziği için önemlidir. Önceleri kiliseye yalnız org girmesine izin çıkmışken, sonradan yalnız Noel gecelerinde kilisede üflemeli ve vurmalı çalgıların da yer aldığı yönünde görüşler vardır.


Batıda müzik sanatının, evrimini ve gelişimini kiliseye borçlu olduğu yönünde görüşler de vardır. Kilise, dinsel kaygılarla dini tören müziğini düzenlemeyi gerekli görmüş ve böylece bireysel yaratışa bir ortam hazırlamış olmasına karşın aynı kaygılar ile dinsel inanç kavramıyla bağdaşması çok güç olan bireysel anlatım özgürlüğünü engelleyerek evrimi geciktirmiştir. Hıristiyanlığın özellikle ilk on yüz yılında yaşanan “Karanlık Çağlar”, müziğin bu süreçteki gelişim hızına da yansımıştır. Hıristiyanlık çağının ilk “on yüzyılı” ile günümüze uzanan ikinci “on yüzyılı“ arasındaki gelişim ivmesinde görülen fark çok büyüktür. “Aydınlanma Çağı”ı ile başlayan süreç ve müziğin yeni evrimini hazırlayan ortamların nitelikleri, onun gelişimine büyük katkı verir. Özetle toplumsal yapı bağnazlaştıkça müziğin gelişim hızının çok yavaşladığını, demokratikleştikçe olumlu yönde büyük bir hız kazandığını söyleyebiliriz. Müzik bilimi yavaş ilerlemiş, insanların söyledikleri şarkıları kâğıt üzerine geçirme isteğini duyana kadar yüzyıllar geçmiş, istek bir kere duyulduktan sonra da uygulama yöntemlerinin gelişmesi de bir o kadar sürmüştür.

MÜZİKTE İLK NOTA HAREKETLERİ (NEUMALAR):

Kısaca özetlersek müzik dünyasında seslerin, beşinci yüzyılda alfabe ile adlandırılması öne sürülüyor ve kilise ise bu yola ancak bir yüzyıl sonra giriyordu. ”Neuma” (ilk nota) işaretleri batı dünyasında ancak yedinci yüzyılda ortaya çıkıyor, tek çizgili porte için dokuzuncu yüzyıla, dört çizgilinin yaygınlıkla kullanılması 12. yüz yıla, beş çizgili portenin ve ölçü çizgisinin tanınması için 16. yüzyıla kadar beklemek gerekecekti. Diyezlerin kaydedilmesi 15.yüzyılda öne çıkıyor ama bu konunun uygulamaları ancak 17.yüzyılda mümkün oluyordu. Bugün bir ilgilinin, sıkıntı çekmeden anlayabileceği nota sistemi ise ancak 18.yüzyılda netleşecekti. Bu gelişim, müzik açısından oldukça önemliydi. Kulaktan kulağa aktarılan müzik artık geleceğe yazı ile taşınıyor ve bu durum, müziğin orijinal halinin büyük oranda korunmasını sağlıyordu.

NEUMA

Bugünkü nota anlayışına yaklaşmak ancak 16. yüzyılda mümkün olabilmiştir. Seslere ad vermeyi ilk düşünen Romalı filozof Boethius (M.S. 480-524) olmuştur. Dizideki seslerin her birini bir harf ile adlandırmayı ilk o öne sürmüştür. Bugün bile notaların la, si, do vd. yerine A, B, C vd. diye adlandırılmaları Boethius’tan kalmadır. Notaların Do, Re, Mi vd. bugünkü şekliyle adlandırılmasını ilk öneren 10. yüzyılda yaşamış bir Milanolu keşiş olan Guido Arrezo olmuştur. Bu adları, bir ilahinin her bir satırının ilk hecesinden almıştır.

GUIDO D’AREZZO

GREGOR MELODİLERİ:

Kutsal yazılardan alınmış sözlerin yalın melodilerle birleştirilmesi ile söylenen ilahiler, antik dönem uygarlıkları (Anadolu, Mezopotamya, Mısır) ile Roma’nın tek sesli ve günün geçerlikte olan halk havalarıydı. M.S. 325 de Constantine, Hıristiyanlığı Roma’nın resmi dini olarak tanıdı ve dinsel törenlerin dili Latince, İmparatorluğun merkezi de İstanbul oldu. Doğu Roma’nın dinsel törenleri kilise egemenliğinin önemli merkezlerinde (Roma, İstanbul v.d.) gelişerek belli bir form ve şekil kazandı.

Dinsel tören müziğinin biçimlenmesi yolundaki çabalar, kilisenin ya da papazların görüşleri doğrultusunda yürütüldü. Halk müziğinin kiliseye daha çok sızmasını önlemek için yoğun çalışmalar yapılıyor ve çalgıların dinsel tören müziğinde kullanılması kesinlikle yasaklanıyordu. Törenlerde melodiler, kadın seslerinin asla katılmadığı bir koroyla söyleniyordu. Doğu makamları ise ezgilerin temeliydi. 4. yüzyıla dek ezgilerin hiçbir gelişme göstermediği, saflığını koruduğu bilinmektedir.


4.yüzyılda Milano Piskoposu Aziz Ambrosius (340-397) Doğu Roma’dan Milano’ya gitmiş ve İbrani ezgilerinin etkisindeki halk ezgilerini, dinsel içerikli sözlerle birleştirilmiştir. Halk ezgilerine ait bu derlemeler, Ambrosius ezgileri olarak anılır ve bugün bile Milano kiliselerinin törenlerinde yer almaktadırlar.

Altıncı yüzyılda, halk müziği olsun, çalgılar olsun, puta tapıcılığın simgesi sayılıyordu. Ancak hiç istenmemesine karşın halk havalarının kiliseden içeri girmesi önlenemiyor, halk ve kilise müziğinin hoş görülmeyen birleşmesi, Papa Gregor’u (M.S. D.? – 590/604) çok kaygılandırıyordu. Bu kaygı Gregor’u, bütün Hıristiyan dünyasının kiliselerinde yapılacak törenleri birleştirme işine girişmeye yönlendirdi. Görevlendirilen bir grup müzisyen tarafından bir müzik seçkisi oluşturulduğu söylenmektedir. Kilisenin seçilen bu tek sesli tören melodileri o günden bugüne, Roma Papa’sının adını taşır ve Gregor melodileri, ya da saf şarkı (Chant Gregorien, Cantus Planus) diye tanınır. Ancak yaşanan bu gelişmeler hakkında farklı görüşler de vardır. Bu nedenle “Cantus Planus”un Gregor tarafından kurulmuş olması şüphelidir. Günümüzde bu şarkı söyleme stilinin Gregoryen ilahisi olarak bilinir. Bu ilahiler, orijinal haliyle sahip olduğumuz en eski müziği vermektedir. Bazıları Gregory’nin ölümünden hemen sonraki yüzyıllara tarihlenir. Bazı müzik tarihçileri, bu gelişmenin bir sonraki yüzyılda yaşamış olan daha az ünlü halefi Gregory II’ye ait olduğunu savunmaktadırlar. Gregor, Hıristiyan dünyasının dört bucağına, tören müziğini birleştirme işini görsünler diye, şarkıcılar ve öğreticiler göndermiştir. “Schola Contorum” adıyla erkeklerin ve erkek çocukların eğitildiği bir müzik okulu kurarak müziğin yazılması konusunda çalışmalar, yavaş yavaş öne çıkmaya başlamıştır. Böylece, kilise müziğinde bilimsel çalışmalar ve melodilerin geleceğe doğru ve bozulmadan, bir başka ifadeyle o dönem yöneticilerinin uygun gördüğü standartlarda taşınması isteği ilk nota işaretlerinin (neumalar) ortaya çıkmasını sağlamıştır.

Gregor melodileri, 16.yüzyıla dek tüm batı müziğinin temel esin kaynağı olmuştur. Ortaçağ’a özgü vokal müzik biçimleri bu yalın ezgilerin çatısında kurulmuştur. Gregorius şarkılarının başlıca teknik özellikleri, teksesli bir melodi çizgisinde, Latince sözlere dayalı, eşliksiz erkek korosu için, belli bir ritmik düzeni olmayan bugünkü major –minör gam dizisinden farklı, makamsal bir yapıda oluşlardır. Bu ezgiler ölümden sonrasını düşünen, nesnel bir tavırla ve metnin içerisindeki kutsallığı yansıtan bir ağırbaşlılıkla okunmalıdır. Sesin özelliğinde dinginlik ve güven duygusu yatmalıdır. İçten, derin duygular taşıyan ve huzurlu bir ortam getirmelidir. El yazması olarak korunmuş en eski Gregorius ezgileri dokuzuncu yüzyıldan kalmadır. Önceden kuşaktan kuşağa kulaktan kulağa taşınan ezgiler, giderek neuma’ların harften simgeye dönüşmesiyle kalıcı belgeler olmuştur.

Gregor melodilerinin söylenmesine, 7. yüzyıldan sonra org eşliği için izin verilmiş, bu izin sonrasında yasak delinmiş ve çalgılar yavaş yavaş kilise kapısından içeri girmeye başlamışlardır. Org, 7.yüzyılda kilise yöneticilerinin de hoş görmeye başlamasıyla, dinsel törenlerde koronun sesini desteklemek amacıyla kullanılmaya başlanmıştır.

ORG

Zaman ilerledikçe yavaş yavaş kutsallığın sınırları aşılıyor ve din dışı şiirler de Gergor melodilerine sızıyordu. Onuncu yüzyıldan sonra müzik artık kilise duvarları içinde gelişen, fakat evrimini dinsel kaygılardan değil, din dışı konulara da yönelen bir sanat dalına dönüşecekti.


MİSSA:


Orta Çağın başlıca ayin müziği biçimidir. Törenlerde en son okunan dua olduğundan, sözlük anlamı “tören sona erdi, gidebilirsiniz” anlamına gelmektedir. Katolik kilisesinde ekmek ve şarabın takdis ayininde söylenen bu müzikler, solistler ve koro tarafından seslendirilirdi.

Tarih boyunca pek çok besteci, missa biçiminde müzik bestelemiştir. Johann Sebastian Bach’ın Si minör Missa’sı ya da Beethoven’in Missa Solemnis’i kilise törenine eşlik etmeye elverişli olmayan yapıtlardır. Bu anlamda müzik tarihinde missa’nın bir vokal biçim olarak gelişmesi 16. yüzyıla dek sürer. 17. yüzyılda orkestranın eklenmesiyle yeni ve büyük bir müzik biçimi olarak daha sonra pek çok besteciye esin kaynağı olmuştur.

Bunları da sevebilirsiniz