ORTA ÇAĞDA MÜZİYENLER
Orta çağda müzik yapabilme, müzikle ilgilenme çabası, tümüyle kiliseye bağlı ve onun görüşleri doğrultusunda gerçekleşiyordu. Kilisenin istekleri doğrultusunda ortaya çıkan Gregorius ezgileri giderek popüler hale geliyor, çocuklar okulda ve oyunda bile bu ezgileri söylüyordu. Kutsal müzik, artık gündelik yaşamın bir parçasına dönüşmüştü. Öte yandan kilisenin dışında, dünyevi konuları işleyen müzikler de halk arasında gizliden gizliye yayılmaya başladı. Notaya alınmış en eski müzik örnekleri dinsel olduğundan dindışı müziğin ilk belgelerine 11.yüzyıldan önce rastlanmaz. Konusu dini olmayan ilk ezgiler ise yine kilise kalıplarının ve aynı havanın içinde bestelenmiştir. Müziğin yapısı değilse de konusu değişebilmiştir . Bu ezgilerin yanı sıra dindışı monodilerde dünyevi konular, kendi çalgısıyla kendine eşlik eden şarkıcılar tarafından söyleniyordu. Çalgı da insan sesi de aynı notaları teksesli (monophonic) bir yapıda çalıp, söylemektedir. Bu yöntem sonraları, çok sese doğru yönelecek, kısa sürede (heterephony)ye dönüşecek ve bu gelişme de çok sesliliğe (polyphony) bir adım olarak kabul edilecektir.
TROUBADOUR
GEZGİN ŞARKICILAR:
11. ve 13. yüzyıl arasında Avrupa derebeylerinin şatolarında, kalelerinde şarkı söyleyip şiir okuyan gezgin ozanlar, yavaş yavaş kilise baskısından kurtularak, dünyevi konulu ve yaşama sevinci ya da dramıyla yüklü ezgiler oraya çıkarmışlardır. Bunlar bir çeşit saz şairi, ozan ya da aşıktır. İnsanların henüz kentten kente gidip gezme olanağı yokken, Ortaçağ’ın gezgin ozanları, bir anlamda bugünün medya gücüne sahiptiler. Bu gezgin ozanlar, değişik yörelerde (Fransa, İngiltere, Almanya v.b.) ve değişik dönemlerde Goliard, Harper Jongleur, Gleeman, Troubadour, Trouvere, Minnesinger, Meistersinger gibi farklı isimlerle anılmışlardır. Tümünün de ortak konusu, ulaşamadıkları gizemli bir aşkı müzik ve sözlerle dile getirmekti. Hem çalarlar hem söylerler, hem şiir okur, hem de dans ederlerdi. Kimi bedenine takdığı zillerle çalgısına bir boyut daha katar, kimi de müziğin eşliğinde hokkabazlık, soytarılık yapıp tek kişilik eğlenceli bir oyun sergilerdi (jongleur). Şiirlerinde artık Latince değil , kendi yerel dil ve lehçeleri geçerliydi. Troubadour, ezgi ve şiir yaratıcısı anlamına gelmektedir. Kilise dışı müziği canlandıran bir diğer etken de haçlı seferleri olmuştur. Kafirlere karşı girişilen savaşlar, kahramanlık edebiyatının yayılmasına da yol açtı. Bu savaşlar diğer taraftan da doğu illerinden hem ezgilerin, hem çalgıların Avrupa’ya gelmesine neden oldu. Gezgin şarkıcılar bu edebiyatı ve bu müziği Avrupa’nın dört bucağında okudular, söylediler.
JONGLEUR
Oysa bunlar önceleri, bir ödevmiş gibi kilise müziğini söylemekle yetinirlerdi. Artık şimdi kendi şarkılarını uyduruyorlar, şatodan şatoya, tavernadan tavernaya geziyorlar, manastırdan bile içeri girebiliyorlardı. 12. ve 13. yüzyıllarda yaşamış ve gezmiş bu halk şarkıcılarından bugüne birçok söz , fakat pek az müzik örneği kalmıştır. Çalgıları arp , lavta, fidel; müzik biçimleri ise zamanın şiir biçimlerinden esinlenerek ballade, virelai, rondea gibi adlar almıştır. Adam de la Halle (1250-1290) yılları sırasında yaşamış, adını ve müziğini bildiğimiz en eski troubadour’dur.
ORTA ÇAĞ-ERKEN MÜZİK
GOTİKÇAĞ:
İtalyan ressam ve mimar Giorgio Vasari’nin ilk kez “Gotik” kelimesini kullandığı yönünde iddialar vardır. Barbar olarak bilinen Gotlara özgü anlamında, alçaltıcı bir tarzı ifade edebilmek için söylenmiştir. Tarihlerin tutmadığı gerekçesiyle bu savları reddedenler de vardır. Gotik sanat, Romanesk (Norman ya da Roman üslubu) akımın ardından ortaya çıkmıştır.
On ikinci yüzyıldan 13. yüzyıla doğru müziği ve sanatı filizlendiren merkezler, şato, kilise ve üniversite çevreleridir. Görsel sanatlarda derinlik ve perspektif olayının gündeme gelmesi, müzikte de benzer deneyleri etkiler, Müziğe derinlik kazandıran iki ya da daha çok sayıda ezgi çizgisinin organum yöntemiyle eşzamanlı olarak birleşmesi müzik sanatının perspektif kazanmasının ilk adımları olarak kabul edilebilir. Çalgı ve insan sesinin aynı ezgiyi seslendirdiği heterephoney de çoksesliğe atılan bir adım olmuştur.
GEÇ ORTA ÇAĞDA MÜZİK
Çoksesliliğin (polyphony) gelişme süreci, orta çağı izleyen ve Rönesans’a varan gotik dönem içinde üç aşamada gerçekleşir. Notre-Dame Dönemi, Eski Sanat Dönemi (Ars Antique), Yeni Sanat Dönemi (Ars Nova). Mimaride yüksek kuleli yapıları, özgün üsluplu katedralleri ve geniş meydanlarıyla anılan gotik çağ, müzikte de aynı döneme adını verir (1140/50 – 1440). Kilise on ikinci yüzyılda ilk kez çok sesli müziği koşullu olarak kabul eder. Çok sesle gelen süslemeler tapınma törenlerindeki ciddiyeti incitmemelidir. Dinsel müzikte çokseslilik Paris’teki Notre’Dame Katedrali’nde başlar. Notre’Dame aynı zamanda tüm Avrupa müzik devriminin ilk kalesidir.
ORTA ÇAĞ DİNİ/KUTSAL MÜZİK
12. Ve 13. yüzyıllardan daha da önce başlayan devlet kilise egemenlik savaşı, kilise müziği ile din dışı müzik arasındaki çatışmaya da yansımıştır.
Gotik Çağ’da çoksesliliğin ilk gelişme gösterdiği Notre-Dame Dönemi’ni izleyen eski sanat (Ars Antique) dönemi, onikinci yüzyıldan on üçüncü yüz yılın ortalarına kadar uzanır. Onüçüncü yüzyılın en önemli vokal müzik biçimi motet, bu dönemde ortaya çıkar.
MOTET:
Orta Çağ’daki katı bağnazlığın çözülmeye başlamasının simgesidir. Motet biçimi, kilisenin katı görüşlerine karşı konması ve açık görüşlere simge olması bakımından da önemlidir. Aynı Motet içinde dinsel metin ile din dışı metin bir arada okunabilmektedir. Latince ses kiliseye övgü olsa da yerel dilde söylenen ikinci ses kiliseyi yerebilir ve çok sesli, eşliksiz koro (A Cappella) ile söylenir.
Troubadour’ların müziği, sanat müziğinde yeni akımların oluşmasına, kilise müziğindeki düzene baş kaldırılmasına yol açar. Bu döneme “Yeni Sanat” (Ars Nova) deniliyor ve artık kilisenin tutuculuğuna dayanamayan besteciler, geçimlerini sağlamak için saraya sığınmaya başlıyorlardı. Fransa’da ondördüncü yüzyılda gelişen müzik, dindışı özellikler gösterir. Bu dönemde, yeni ritm yapısı ve çok ses gelişiyor, çalgılara gösterilen ilgi gittikçe artıyordu. Ars Nova ile birlikte bir anlatım ve duygu özgürlüğü çağı açılmıştır. Teknik açıdan armonik düzen belli bir tonal merkez oluşturmaya ve ritmik çeşitlemeler de zenginleşmeye başlar.
Yeni sanat dönemi, bağnazlıktan Rönesans’ın yaşam coşkusuna doğru bir geçiştir. Bu dönemde pek çok yapıt, doğaya ilişkin (Pastoral), önceki dönemlere göre daha hafif karakterde ve şiire dayalı bir yapıdadır. Ars Nova, doğrudan doğruya onbeşinci yüzyıl polifonisine çok sesin “Altın Çağı”na bağlanmıştır.
RÖNESANS DÖNEMİNDE MÜZİK
RÖNESANS:
Rönesans, batı tarihinin en coşkulu dönemlerinden biridir. 15. ve 16. yüzyıllarda coğrafi keşifler, bilim, görsel sanatlar ve edebiyatta büyük gelişmeler olmuştur. Günümüzde geçerli pek çok kavramın tohumu Rönesans’ın zengin dağarcığından ortaya çıkmıştır. Rönesansın sözlük anlamı, “yeniden doğuş” demektir. Ortaçağın karanlığından sıyrılıp daha önceki parlak dönemin, Antik çağın sanatının yeniden keşfedilmesi, yeniden doğmasıdır. Bilimde, felsefede ve sanatta olduğu kadar insanın güncel yaşamında büyük yeniliklerin yer aldığı; yaşama sevincinin, coşkusunun sanat yapıtlarına yansıdığı dönemdir. Müzik tarihinde 1450’lerden 1600’lerin başlarına kadar uzanan zaman dilimini kapsar. Kilisenin bağnaz baskısından kurtulmaya çalışan insan, bu dünyanın yalnız ölümden sonrası için bir hazırlık evresi olmadığını bugünün de yaşamaya değer olduğunu algılar. Sanatçı artık kişisel duygularını dile getirmenin, kendini ve çevresini sorgulayabilmenin özgürlüğünü tatmaktadır. Orta Çağ’ın ağırbaşlı soğuk anlatımına karşın sıradan insanın duyguları, güncel zevkleri ve doğallığı sıcak bir anlatımla gündeme gelir.
RÖNESANS DÖNEMİNDE MÜZİK
Bu süreçte, diğer sanat dallarında olduğu gibi müzikte de doğalı yansıtan, akıcı, dans adımları taşıyan bir stil gelişmiştir. Dans müziği, danslara eşlik eden çalgılar, dansın coşkusunu duyuran güçlü ritm ve dinsel yapıtlarda olduğu kadar din dışı yapıtlarda da zenginleşen armonik yapı, Rönesansın başlıca özellikleridir.
Güzel sanatlarda Rönesans’ın beşiği İtalya’dır. Resim, mimari ve heykel gibi sanat dallarında İtalya ve diğer Avrupa ülkelerinde; Leonardo da Vinci (1452-1519), Mieochelangelo (1475-1564), Raphaello (1483-1520), Tiziano (1477-1576), Bellini Ailesi, Botticelli (1445-1510); edebiyat dalında Shakespeare yetişmiştir. Fen bilimlerinde Copernicus (1473-1543), Kepler (1571-1630); keşifleri ile Colombus (1451-1493) ve Magellan (1480-1521) yeni çağa yeni ufuklar açmıştır. Ortaçağ sonlarında insancıl değerlere olan eğilim ve tutku, müziği de etkiler. Müzikte bu dönemde, Burgonya ve Flaman bestecileri (Belçika, Luxemburg, Kuzey Fransa ve Hollanda) etkili olmuştur.
On beşinci yüzyıl polifonisini oluşturan ve geliştiren müzik adamları arasında bu yüzyılın ilk yarısının en önemli bestecisi ve kilise müziğine çalgıyı ilk getiren Gregor melodilerini özgürce ilk süsleyen besteci John Dunstable, besteciler grubun en önemlisi Guilaume Dufay (1400-1474) dir. Dufay, Dunstable ile müzikteki Rönesans’ın ilk bestecileri sayılırlar.
RÖNESANS MÜZİĞİNİN ÖZELLİKLERİ:
Dönemin egemen ruhu, insancıldır. Rönesans sanatçısı kilise ve imparatorun otoritesinden kurtulma çabalarındadır. Öznel duygularını sıcak bir dille anlatan bir biçem geliştirir. Ortaçağın yalnız cennete hazırlanan ortamı yerine bu dünyanın yaşanmaya, keşfedilmeye değer olduğu düşüncesi yaygınlaşmıştır. İnsan olmanın kendine özgü bir soyluluğu ve değeri vardır. Bu yaklaşım, dans müziklerini ve din dışı şarkıları gündeme getirir. Öte yandan kilise için bestelenen dinsel müzikler de, zenginleşen teknikle, daha bilge ve derin duyguları yansıtan bir kimliğe bürünmüştür .
Çok sesliliğin gelişmesi birkaç ses ve çalgının bağımsızca ve uyumlu akışı karmaşık bir armoni yapısı gerektirir. Onbeşinci yüzyılın örnek müziği, benzer yapıda ve benzer renkteki birbirine eşit dört sesten oluşur. Rönesans’ın sonraki yıllarında her sesin ayrı özelliği gözetilir. A-Coppella korolar büyük önem kazanır. Çalgı eşliği olmaksızın yalnız insan sesinden oluşan koro, bu yapıtlarında armonik dokuyu yoğunlaştırır. Sesin niteliğindeki özellik uyumlu oluşudur . Dramatik duyguları anlatmak için yarım aralıklı tonlar (kromatizm – normalde bulunmayan tonlar) kullanılır. Rönesans müziğinde iki çeşit ritm kalıbına rastlanır; birincisi dans müziğinin gelişmesiyle değişken devingen ve karmaşık ritmler, diğeri ise tekdüze akış içindeki izoritmik yapıdır.
RÖNESANS DÖNEMİNDE MÜZİK
On beşinci yüzyıl başlarında vokal müzik, yörelere göre özellik taşımaz; uluslararası tek tip ve bir örnek biçimlerde yazılmaktadır. Rönesans ile birlikte onbeşinci yüzyılın ortasında, her ulusun kendine özgü şarkı biçimleri ortaya çıkar. İngiliz halk şarkısı olan karol (Carol), danslara eşlik eder. Şanson (Chanson), Fransız’ların çoksesli aşk şarkılarıdır. Lied, Almanlar’ın aşk şarkılarıdır. Frottola ise İtalya’da ünlenmiş, Floransa karnaval şarkısıdır. Bu arada Rönesans Motet’i tüm seslerin aynı metni söylediği, birleşik bir biçime dönüşmüştür.
Rönesans’ın yaşam sevinci dansları, danslar da çalgıları arttırır. Böylece çalgılar ve çalgı toplulukları için bestelenen müzikler doğar. Çalgılar artık yalnız insan sesine eşlik etmek için ya da eksik insan sesini tamamlamak için kullanılmaz. Bu dönemde yalnızca çalgıya dayalı müzik, vokal müzikten bağımsız bir konuma kavuşmuştur.
Çalgı müziği, Rönesans’tan barok döneme geçişte vokal müzik kadar önem kazanmaya başlar. Madrigal ve Chanson gibi vokal biçimleri için bestelenen müzikler, çalgılara uyarlanarak yalnızca çalgı müziği haline dönüştüğü görülür. Dans müziği de solo çalgı ya da çalgı topluluğu için bestenelenmeye başlanır. Çalgılar da çağın coşkun tınılarını sunmak üzere zenginleşmişlerdir. Yeni çalgılar icat edildiği gibi eski çalgıların da sesleri büyütülmüş, zamana göre değişikliğe uğratılmıştır. Özellikle Rönesans’ın son dönemlerinde çalgılar ve çalgılar için yazılan müziklerin tekniklerinde gelişmeler yaşanmaktadır.
RÖNESANS DÖNEMİNDE MÜZİK
12. yüzyılda Asya’dan gelme çalgılar, özellikle psalterion – zither – dulcimer – timpanon (bölgelere göre farklı isimlerle anılmışlardır); klavsen ve piyanonun oluşumunda önemli rol oynamıştır. Psalterion tellerin çekilmesi ya da mızrapla çalınan bir çalgıdır. Timpanon ile santur çalgısı gibi tellerin gerili olduğu bir tahta kutu olup bu tellere tahta tokmaklarla vurularak ses üretilir. Çalgıların tel sayılarında artış olmuş ve her bir tele tuşlar eklenerek klavye mekanizması oluşturulmuş böylece timpanon önce “klavikord”a, psalterion da “epniet”e dönüşmüştür. Daha sonra onlar da değişmiş ve epinet, “klavsen”e, klavikord ise onsekizinci yüzyılda “piyano”ya dönüşmüştür.
Dönemin diğer çalgıları arasında lavta, cıthara, arp ve viyol’leri sayabiliriz. Tahta üflemeliler olarak flüt, yan flüt, hautbois (obua) sıralanabilir. Vurmalı çalgılar ise davullar, üçgen ve diğerleridir.
Rönesans müziğinin karakteristik ses yapısı, çalgıların homojen tınısıdır. Bu nedenle çalgı aile yapıları gruplaşır ve consort (konsort) adı verilen topluluklar oluşur.
On altıncı yüz yılın başlarında reformun’un etkileriyle Martin Luther ve yandaşları Latince olan din müziğini kendi dillerine çevirerek, her ülkenin kendi dilinde konuşmasına, dua etmesine ve kendi dilinde şarkı söylemesine yol açmışlardır. Bu dönemde müziğin toplumlara olan sürükleyici etkisinin farkına varılmıştır.
Yine bu dönemde, on beşinci yüzyılın ortalarında icad edilen matbaa, notaların basılabilmesini ve çoğaltılabilmesini sağlayabilmiştir. Böylece Almanya’da gelişen nota basımı ile değişik yörelerde bestelenen müzik, geniş kitlelere ulaşma olanağı bulmuştur.