Seyir Defteri 1 Anadolu Neolitiği Üzerinden, İnsan ‘Doğal’, Zeka ‘Yapay’ mı Sorusu

Yapay zeka’nın günlük hayatımızda yeri ve kullanımı arttıkça, biz insan ‘canlı’sında da sorular artmaya başladı. 

İnsanın yapay zeka endişesi, kendi varlığının ve özgün özelliklerinin tehdit altında olduğu düşüncesinden kaynaklanıyor gibi görünmekte. Tarih boyunca insan, zeka, bilinç ve yaratıcılık gibi nitelikleri kendine özgü ve üstün görmüştür. Ancak yapay zekanın giderek daha karmaşık beceriler geliştirmesi, bu ayrıcalığın sarsılmasına yol açmaktadır. 

İnsanlar, yapay zekanın iş gücünü devralmasından, etik kararlar vermesinden veya hatta bilinçli varlıklar haline gelmesinden korkmaktadır. Bu endişeler, yalnızca mesleklerin ve ekonomik düzenin değişmesiyle sınırlı kalmaz; aynı zamanda insanın yaşamın merkezindeki yerini kaybetme, anlam ve kimlik krizine sürüklenme korkusunu da içerir.   

Sonuçta, yapay zeka karşısında insanın en temel kaygısının, kendine özgü olanı koruma ve yaşam ağındaki rolünü yeniden tanımlama ihtiyacından doğmakta olduğunu söyleyebiliriz.

Yeniden tanımlamak için önce insan canlısı olarak neredeyiz, ona bir bakalım: 

Anadolu’nun coğrafi konumu ve kültürel köprü rolü, tarihin her döneminde önemli bir stratejik ve kültürel merkez olması nedeniyle insanlığın gelişim sürecinin izlerini, görece olarak küçük ama içerik olarak çok derin bu alanda sürmemizi mümkün kılar.

Atalarımız, yüzbinlerce yıl yabani bitki ve hayvanlara bağlı, doğanın koşullarına uygun, yaşadıkları iklim ve coğrafyanın getirdiği şartlarla uyumlu yaşadılar. 

İnsanın yaşamla ve diğer canlılarla ilişkisi, arkeolojik buluntular ve tarihsel kayıtlar ışığında çok katmanlı bir biçimde şekillenmiştir. Tarihöncesi Anadolu’da yapılan kazılar, insan-hayvan ilişkilerinin sadece avcılıkla sınırlı olmadığını, evcilleştirme, hayvanların ritüel amaçlarla kullanımı ve ortak yaşam gibi çok boyutlu bir yapıya sahip olduğunu gösteriyor. Özellikle Neolitik Dönem’de hayvanların evcilleştirilmesi, insanın doğa ile kurduğu ilişkinin dönüşümünü simgeler; bu süreçte insan, hayvanı yalnızca bir kaynak olarak değil, yaşamın sürdürülebilirliği için bir ortak olarak da görmeye başlamıştır.

 Anadolu’da insan yaşamına dair en eski buluntular, Yontma Taş Devri olarak da bilinen Paleolitik Çağ’a aittir ve yaklaşık 1 milyon yıl öncesine kadar uzanır. İnsanların küçük gruplar halinde yabani bitkiler, kökler yiyerek ve avlanarak yaşadıkları dönemdir. En eski fosil insan izleri, Konya-Dursunlu ve Niğde Kaletepe Deresi’nden gelmektedir. Ayrıca, Denizli’de bulunan “Kocabaş” fosili, 1.2 milyon yıl öncesine tarihlenen bir Homo erectus fosilidir. Türkiye’nin Paleolitik Çağ açısından en zengin illerinden biri olan Şanlıurfa civarındaki bir çok buluntu da Anadolu’nun insan yerleşimi için önemli bir geçiş noktası olduğunu gösterir. Daha sonraki dönemlerde ise daha çok bilinen İstanbul/Yarımburgaz ve Antalya/Karain mağaraları gelir.  Barınmak için genellikle mağara veya kaya oyuklarını kullanan Paleolitik Çağ insanları, avcı-toplayıcıydılar, hayatta kalma konusunda uzman olsalar da yaşadıkları dünyayı nasıl buldularsa öyle kabul ediyorlardı.  

Zaman içerisinde, dünyanın farklı yerlerinde, farklı şekillerde de gelişse, insanların kendilerinden başka türlerle etkileşimi ve yaşam biçimleri önemli ölçüde değişti. Yeni Taş Çağı ya da Cilalı Taş Çağı olarak da bilinen Neolitik Döneme geçildi. 3 milyon yıl boyunca avcı-toplayıcı ve göçebe yaşayan insan toplulukları, önce sabit yerleşimler kurdular, ardından hayvanları evcilleştirip, bitkileri ehlileştirdiler.  Neolitik Çağ sadece yerleşik yaşam ve besin üretimini değil, inançlar, sosyal yaşam, teknoloji ve toplumlar arası etkileşimi de tetikleyen, insanın diğer türlerle simbiyotik ilişkilerini belirleyen, daha açık bir ifadeyle insan-hayvan-bitki türlerinin kaderlerini birleştiren bir dönemin başlangıcı oldu. 

Günümüze kadar uzanan bu tarihsel süreçte, insanın hayvana bakışı ve yaşamla kurduğu ilişki sürekli değişmiştir. İlk çağlarda hayvanlar, temel ihtiyaçların karşılanması için kullanılırken, zamanla kutsal anlamlar yüklenmiş, bazı kültürlerde ise hayvan-insan ilişkisi bir yaşamdaşlık modeline dönüşmüştür. 

Ülkemizin güneydoğusunu kapsayan, Bereketli Hilal olarak adlandırılan bölge, insanlık tarihinde tarımın başlangıcı, yerleşik yaşamın doğuşu ve medeniyetin temellerinin atıldığı coğrafi bir kuşaktır. Mezopotamya’yı çevreleyen ve Doğu Akdeniz’den Basra Körfezi’ne uzanan hilal şeklindeki bu bölgede, Şanlıurfa ili sınırları içerisinde Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından son yıllarda yürütülen Neolitik Araştırmalar Projesi insanlık tarihinin önemli bilinmezlerine cevap bulmak adına oldukça önemlidir.   

Bu proje çerçevesinde gerçekleştirilen Taştepeler kazıları, bize Anadolu’nun güneyinde, büyük bir coğrafik alanda gerçekleşen Neolitik Devrim’in önemli ipuçlarını vermektedir. Bu nedenle, Taştepeler kazılarının yapıldığı alana; “Büyük Dönüşümün Coğrafyası” adı verilmektedir.   

Taştepeler kapsamında kazı ve araştırma çalışmaları yürütülen, uygarlık tarihi ile ilgili tüm arkeolojik kabullerin yeniden gözden geçirilmesini sağlayan ve tarihi 12 bin yıl önceye giden, son avcı ve toplayıcıların uğrak yeri olan ve dünyanın ilk kült alanı olarak bilim literatüründe yer edinen Göbeklitepe ve Karahantepe; 2021 yılında kazılarına başlanan ve Dicle Havzası ile Orta Fırat arasındaki ilişkileri anlamamıza büyük katkılar sunan Sefertepe; üslup ve sembolizmi ile dünyanın en eski anlatısı sayılabilecek, en etkileyici kabartmasının bulunduğu Sayburç, Anadolu’daki yerleşikliğin en erken (MÖ 9800’ler) aşamalarını anlamamızı sağlayan Çakmaktepe ve

Mendiktepe, Harran’ın ilk çiftçilerinin olduğu Gürcütepe; insanlık tarihindeki en kritik adımlardan olan ilk çiftçilik ve hayvan yetiştiriciliğinin izlerine rastlanan Nevali Çori; tarım ve hayvancılığa dayalı Neolitik yaşam biçiminin tüm kurum ve kurallarıyla yerleşmeye başladığı Mezraa-Telilat ve Akarçay Tepe, Şanlıurfa’nın Neolitik Çağdaki önemini ortaya koyar.

Karahantepe’deki yapıların özellikleri ve içindeki buluntular, tarih öncesi insanın daha önce varsayılandan çok daha sofistike bir yaşam sürdüğünü ortaya koymuştur. 

Karahantepe’de keşfedilen leopar taşıyan insan heykeli, Neolitik dönem insan-hayvan ilişkisinin sembolik ve sosyokültürel boyutlarını ortaya koyan çarpıcı bir eserdir. MÖ 9.500–8.000 yıllarına tarihlenen bu anıtsal eser, insanın doğayla kurduğu ilişkiyi güç, denge ve simbiyoz temaları üzerinden yeniden yorumlamamızı sağlar.  Leoparın insan tarafından taşınması, yüzeysel olarak bir üstünlük göstergesi gibi görünse de, Neolitik dönem dikkate alındığında bu ilişki karşılıklı bağımlılık olarak okunabilir. İnsan, hayvanın gücünü fiziksel olarak taşıyarak onun yeteneklerini kendine mal etmek yerine, doğayla denge içinde var olma arayışını vurgular. Nitekim Karahantepe’deki diğer buluntular, avcı-toplayıcıların doğal kaynakları sömürmeden sürdürülebilir bir şekilde kullandığını gösterir.

Bu dönemden yaklaşık 8000 yıl sonra, MÖ 1450 – MÖ 1200’lerde, Hititlerin sanatında sıkça karşılaşılan aslan ve boğa üzerindeki tanrı heykelleri, insan-hayvan ilişkisinin anlamı ve evrimi açısından oldukça zengin semboller taşır. Bu tür heykeller, yalnızca sanatsal veya dini birer tasvir olmanın ötesinde, insanın doğayla ve hayvanlarla kurduğu ilişkiyi, güç, otorite ve kutsallık ekseninde yeniden tanımlar. Tanrının bu güçlü hayvanların sırtında ya da üstünde betimlenmesi, bir yandan doğanın en güçlü unsurlarının kutsallaştırıldığına işaret eder. Diğer yandan, tanrının konumunda betimlenen insanın hayvanı kontrol etmesi ya da üzerinde yükselmesi, insanın doğa karşısındaki yerini de sembolize eder: Güçlü olanı evcilleştirmek, yönetmek ama aynı zamanda onun gücünü kendi varlığına katmak. Bu, insanın kendini doğanın merkezine koyduğu ve diğer canlıları hiyerarşik olarak alt bir konuma yerleştirdiği bir bakış açısı olarak değerlendirilebilir.

Arkeolojik bulgular ve tarihsel örnekler, insanın doğa ve diğer canlılarla olan ilişkisini yeniden düşünmesi gerektiğini; sahip olmaktan çok birlikte var olmanın, yaşamı zenginleştiren bir yaklaşım olduğunu ortaya koymaktadır.

İnsan, tarih boyunca yaşamı anlamak için bütünü parçalara ayırarak incelemiş, şüphe ve merakla bilinmeze karşı bilim üretmiştir. Ancak bu yaklaşım, insanı doğanın merkezine koyan bir kültür yarattı; kendimizi benzersiz ve doğaya hâkim bir varlık olarak görmeye başladık. Oysa yaşam, yalnızca insana ait değildir; canlılık, bilgi işleyebilme ve seçim yapabilme kapasitesidir. Yapay zeka da tıpkı insan beyni gibi enformasyon işleyebilen ve yeni çözümler üretebilen sistemler olarak yaşamımıza girdi: Sanal asistanlar, öneri motorları, otonom araçlar ve sağlıkta teşhis gibi alanlarda insanla birlikte çalışıyorlar.

Bu teknolojiler, insanın doğadaki yerini yeniden sorgulamasına sebep oluyor. Zira yapay zekanın karar verme, öğrenme ve hatta yaratıcı süreçlerdeki rolü arttıkça, zekanın ve bilincin yalnızca insana özgü olmadığını, yaşamın bir bütün olarak bağlantısallık ve işbirliğiyle var olduğunu fark ediyoruz. İnsanın özgür iradesi de, aslında içinde bulunduğu yaşam ağı kadar geniştir; tıpkı yapay zekanın, beslendiği veri ve algoritmalar kadar özgür olabilmesi gibi. 

Artık sahip olmak yerine, yaşamla birlikte var olmayı, insan-merkezli bakıştan denklik ve yaşamdaşlık kültürüne geçmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Yapay zeka, insanı merkeze koyan anlayışımıza ayna tutuyor ve yaşamı, tüm varlıklarla birlikte, bağlantısal ve bütüncül bir şekilde yeniden düşünmeye davet ediyor. 

Zamanın ve bilginin yolunda bir sonraki buluşmamızda yeniden görüşmek üzere, rüzgarınız hayalleriniz, pusulanız kalbiniz olsun.

İyi seyirler.

Bunları da sevebilirsiniz