Filistin meselesine dair aylar önce kaleme alınan yazı meselenin içeriğine dair bir serzenişti. Ancak bu yazıda Filistin meselesinin siyasal algılarımıza dair bir yöntem sorununun dışavurumu olarak göreceğiz. İnatçı suskunluk ve kısmi mutluluğun Marx’ın “yanlış bilinç” kavramı üzerinden anlamaya çalışacağız. Yanlış bilinç derken egemen siyasetin kitleleri kasıtlı olarak bir yanılsamaya sürüklemesinden bahsediyoruz. Burada iki ayaklı bir egemen siyasetin varlığından bahsedebiliriz. Bunlardan ilki iktidarın propaganda malzemesi haline gelmesi nedeniyle meseleye bakışımızın iktidara göre ayarlanması, ikincisi de tarihsel bakiyedeki problemli detaylar üzerine inşa edilen milliyetçi tonu yüksek bir “ihanet” anlatısının gücüne teslim olmak. İktidar ve “ihanet” söylemi üzerinden yaratılan egemen yaklaşımın sürekli olarak birbirini beslediğini görmemiz sanıyorum zor olmayacak.
Bu yazının konusu da biri iktidar biri de muhalefet tarafından yaratılan “hicret” ve “ihanet” söylemlerinin temelsizliği ve bu temelsizliğin gözümüzün önünde yaşanan bir soykırım sürecine rağmen acıya karşı duyarsızlık yaratmış olmasıdır. İktidar ve muhalefetin belirli bir şekilde bu konuda ortaklaştığını söylemek yanlış olmayacaktır. Başka bir ifadeyle “hicret” ve “ihanet” son tahlilde birbirini besleyen iki farklı görüştür.
Filistin meselesinde iktidar kanadından gelen “hicret” söyleminin Filistin halkının geleceği açısından neye cevaz verdiğini anlamak zor olmamalıdır. Terör gerekçe gösterilerek bir coğrafyada yaşayan halkın tümünün ötekileştirildiği ve cezalandırıldığı bir soykırım süreci hiçbir tartışmaya yer vermeyecek şekilde ortadayken “hicret” kavramı aracılığıyla daha doğrusu dini bir kavramın sömürülmesi yoluyla bir halkın zorla yerinden edilmesinin bir “kutsal yolculuk” olarak lanse edilmesi bu soykırıma kılıf aramaktan başka bir şey değildir. ABD ve İsrail’in Gazze topraklarını “turizm” adı altında bir kara para cennetine dönüştürme isteği ayyuka çıkmışken sözde bu bölge halkının temsilcisi ve savunucusu gibi görünen bir iktidar gazetecisinin tüm bu olan biteni meşrulaştırma çabası iktidarın meselenin neresinde durduğuna dair açık bir örnektir. İsrail’e gönderilen ticaret gemilerine kadar bile gitmeye gerek yok.
Türkiye’de İslamcıların Filistin ile ilgilenmesinin tarihi HAMAS’ın iktidarı ile paraleldir. Senelerce “komünist” diye aşağıladıkları FKÖ’ye düşmanlık güderken akıllarına gelmeyen, İsrail’in bölgedeki katliamlarına karşı suskun “İslam” devletleriyle ilişkilerini geliştirmekte hiçbir sakınca görmeyen, HAMAS iktidarı ile zulmü farkeden ve tüm siyasetini bir duygu sömürüsü üzerine kuran İslamcıların Filistin meselesinde elle tutulur hiçbir taraflarının olmadığını yeteri kadar gördüğümüzü düşünüyorum.
“Hicret” söyleminin İsrail’in bölge politikalarını meşrulaştıran mesnetsiz ve merhametsiz bir araç olduğuna dair en ufak bir şüphe kalmadı ancak bu sefer de muhalefet kanadındaki sessizliği kıracak bir adımın atılamadığını görüyoruz. Solun Filistin konusundaki dar alan eylemleri ve CHP’nin yasaklanan yürüyüşü bu suskunluğu bozan örnekler olarak ortaya çıksa da muhalefetin hala önemli bir bölümünün bu mesele oldukça suskun ve/veya çekingen olduğunu görüyoruz. Konuyla ilgili aylar önce yazılan yazıda bunun nedenlerine kısmen girilmesine rağmen burada yeniden bu konuyu açma mecburiyeti ortaya çıkmıştır. Zira hala ne tarihsel gerçeklerle ne de bayraktarlığını yaptığımız özgürlük ve demokrasinin ilkeleriyle uyumludur.
Filistin meselesinin iktidarın elinde bir oyuncak haline gelmesini kabullenip sadece muhalefet etmenin verdiği doğal refleks bizi Filistin halkına karşı suskun ve duygusuz hale getirdi. Muhalefeti yanlış bir yerden kurgulamak ilk defa yapılan bir şey değil. Gezi’den bugüne kadar farklı olaylara karşı çok yanlış pozisyonlar alınmış ve bugün itibariyle de alınmaya devam edilmektedir. Filistin meselesi de bundan bir tanesidir. Burada yapılması gereken şey iktidar savunuyor diye Filistin meselesini görmezden gelmek değil tam aksine Filistin halkının iktidarın bir sömürü aracı haline geldiğini ve buna karşı Filistin halkıyla esas dayanışma içinde olanın biz olduğunu anlatabilmekti. Zira Filistin meselesi geçmişten bugüne her daim solun esas meselesidir. İnsan hakları ve özgürlüğe dair samimi gündemleri olan insanların meselesidir.
Ancak bizde hala bir önceki yazıya da konu olan iki büyük arızanın ısrarla devam ettiğini görüyoruz. Bunların ilki hiçbir rasyonel temeli olmayan ve İslamcılık karşıtlığına sığınan bir pro-İsrail tutumdur. Dünyayı “Batı-Doğu” diye ayıran arkaik bir kültürelci okumanın ürettiği sığ Batıcılık, sekülerlik ambalajı altında yüzyıllardır devam eden oryantalizmi de içinde barındırmaktadır. Oryantalizmin seküler yönü Ortadoğu toplumlarına din temelli bakmaktan ziyade etnik temelli bir yorum getirmekte ve “Arap” kimliğini yalnızca hatalardan ve kusurlardan ibaret bir problem gibi görmektedir. Bu da Filistin halkının -üzülerek söylüyorum- değersiz görülmesine neden olmaktadır. HAMAS iktidarı nedeniyle Filistin halkının siyasal İslam üzerinden kötü bir genellemeye tabi tutulması bu mesafeyi perçinlemektedir. Filistin halkının yaşam hakkını savunmanın HAMAS’ı meşrulaştırma ile sonuçlanacağına dair tutarsızlık yaşanan bu trajediye karşı hala güçlü bir tepki geliştirilmemesini de beraberinde getirmektedir. Halklar ve onların temsilcileri arasındaki ilişkinin doğrusal olduğuna dair temelsiz ön kabuller, dünya genelinde pek çok trajediye karşı duyarsızlığı maalesef beraberinde getrimektedir.
İkinci büyük arıza ise Filistin’in Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanması ve Filistinli Arapların Yahudilere toprak sattığına dair detaylarına hiç inilmemiş ve konuyu anlamaya tamamen kapalı bir hamaset nedeniyle geçmişin sözde “günahlarının” bugün yaşayan ve hiçbir sorumluluğu olmayan insanların sırtına yüklenmesidir. Dünyanın gözü önünde her türlü temel yaşam ihtiyaçlarından mahrum bırakılarak ölüme terk edilen, şanslı olanların başka ülkelere zorla göç ettirilmeye çalışıldığı bir dönemde bir asır öncesinden kalan yarım yamalak intikamcılığın hiçbir haklı gerekçeye dayanmadığını bilecek kadar bilgi ve vicdan sahibi olmak mecburiyetindeyiz.
İktidarın bu konudaki söyleminin Filistin halkının geleceğine dair hiçbir katkı sağlamadığı, iktidarın Filistin gösterilere neredeyse tamamen son verdiği, HAMAS ile ilişkilerin askıya alındığı ve gözlerin tamamen Suriye’deki “kazanım” adı verilen fırsatçılığa çevrildiği bir dönemde bugüne kadar hiçbir uluslararası desteğe sahip olmayan Filistin halkının uğradığı zulme sessiz kalmanın mesnetsiz hamasi retorik dışında hiçbir rasyonel gerekçesini bulmamız mümkün değildir. Özellikle de her taşın altında ABD-İsrail arayan ve bunu tehdit olarak algılayan ulusalcıların bir bölümünün ABD-İsrail eliyle yok etmeye çalışılan bir halkın bugünkü trajedisini “adaletin tecellisi” olarak değerlendirmesi ne akla ne bilime ne de vicdana sığmamaktadır. Öte yandan Filistin halkının bekasını iktidarın duygu sömürüsüne teslim etmek bu konuda iktidarın ekmeğine yağ sürmekle eş değerdir.