Bu aydın tipi, dünyanın her tarafında değil ama dünyanın bir bölgesinde belirli bir zaman tünelinde ortaya çıkmış canlı türüdür. Döneminde oldukça yüksek derecede itibarlıydı. Çünkü “örnek aydın” karşılığı gibiydi. Aydına altından zor kalkılır bir yük vermekteydi. Ancak kendisi bu yükü tartışmasız üstlenmeye hazırdı. Bu yüzden şimdilerde bile gepegenç insanların donunda1 hala görülebilmektedir. Tarihin yaşam sahnesinden çekilmesine uyumlu olarak, 20. yüzyılın ortasına kadar doğmuşlar ve 20. yüzyıldan sonralar da içinde olmak üzere 21. yüzyılda doğanlar buna her gün eklenmektedir.
19. yüzyıldan kalmanın nişanesi olan “Tanzimat aydını” tamlamasının bir bağımlılık göstergesi olması ne kadar gerçekse, 68 aydının da aynı ölçüde bağımsızlığı ifade etmesi bunun adeta bakışımlı (simetrik) diğer tarafıdır.
Farklı ve birbirine ters iki çizgi vardır. Biri, kendini yabancı devletlere göre tanımlamaya yatkınken, diğeri, özgüvenli olmanın peşine düşmüştür.
Tanzimat dönemi, kendine özgü (daha doğrusuyla döneme özgü) “aydın tipi”nin ortaya çıkmasına neden olur. Çünkü ülke pazarlanmaktadır, ve ülke, Avrupa’nın pazarı haline gelirken, getirilirken ülkeyi satışa sunanların iktidarındadır. Bunlar ise aydındırlar, ancak Osmanlı aydınları arasından çıkmış olmakla birlikte Avrupalıların üstünlüğünü benimsemiş ve kabullenmiş olanlardır.
Karşılaştırmalı bakıldığında Avrupa devletleri karşısında imparatorluk üstün durumunu fiili olarak kaybetmiştir. Her şeyden önce birkaç yüzyıldır savaşlar bir türlü kazanılamamaktadır. Bu bir gösterge olduğu gibi, aynı zamanda bir sonuçtur. Önceleri, kaybedilen savaş nerdeyse yoktu. Buna bağlı olarak, yani savaşlar kazanılamadığı için devlet gelirleri giderlere yetmez hale gelmişti. Savaşlar da giderdi ama kazanılabildiğinden dolayı kazançlı ve yararlıydı. Kazanılabiliyordu, çünkü karşısındaki Avrupa orduları o savaş için toplanmışken, birliği ve bütünlüğü yokken, Osmanlı’nın mevcudunun hiç eksilmeyen kısmının temel olduğu sürekli orduları vardı. Kazanmayı, her zaman savaşa hazır tutulan ordular sağlıyordu. Kazanılamayan savaşlar başladığı zaman bu ordular gelir değil, sürekli gider ve yük haline geliyordu. Ekonomi önemli bir bölümüyle ve esas olarak savaşlara dayanmaktaydı. Savaşları kazanmak da şart olmaktaydı. Üretim, ülke bütününde her alanda Avrupa sanayi üretiminin verimi ve ucuzlaması yüzünden rekabet şansını kaybetmiş, çözülmeye başlamıştır. Birkaç on yılda çözülen üretim kentleri vardır. Avrupa sanayileşirken bunu yapamayanların durumunu muhafaza edebilmesi olanaksızdır.
Yenilik, yalnız üretim verimliliğinden değil, makina üreten makinaların üretilmesinden de besleniyordu.
Bu şartlarda iktidardaki aydınlar imparatorluğun çöküşünü önlemek, devleti kurtarmak için çareler ararken, yükselen Avrupa ülkelerini örnek almayı düşünürler. İlk akla gelen, savaş kazanamayan ordularımızı onlarınkine benzetmeye çalışmak, savaş kazanan ordulara “dönüştürmek”tir.
O ordularda yeni sınıflar oluşmuş, savaşların sonucunu da bu yeni sınıflar belirlemeye başlamıştır. Örneğin, topçu sınıfı. 17. yüzyıldan başlayarak bütün Avrupa ordularında topçu sınıfları olacaktır.
Fatih Sultan Mehmet’in 1453 yılındaki başarısında topların ve topçuların da payı olmuştu. Ancak bu askerî sınıf üzerinde durularak geliştirilmemiş, önemi, Avrupa’daki gibi anlaşılamamıştı. Avrupa’daki gibi hemen anlaşılamamasının nedeninin küçük ve çok birimli Avrupa feodalizmi olduğu açıktır. Avrupa’da, Osmanlı gibi merkeziyetçilik üzerine kurulu büyük devlet yoktur.
Ayrıca savaş kazanmak özelliği, bir bütünün sonucudur. O bütünü görmeden ve ona dayanmadan o bütünün sonucu nasıl alınabilirse Osmanlı onu almaya çalışmıştır. O bütünün içinde sanayi devrimi, bilimsel gelişmeler, teknolojik icatlar, bunların eğitimi, orduların ve toplumun okur-yazarlığı vb. çok şey yer almaktadır.
Avrupa’da, barutu savaşta ve ilk etkili kullanan Osmanlı’dır. İstanbul barutla alınmıştır, kara savaşları barutla kazanılmaktadır, Akdeniz barutla Türklerin malı olmuştur. Ancak Avrupa sonradan ordularına kattığı barut malzemesini sınıflararası savaş stratejisine de uygulamıştır. Avrupa’da iç savaşları, burjuvazinin feodalizme karşı zaferlerini, şatoların, kalelerin, surların barutla yıkılması kazandırmıştı. Bu süreçte devrim savaşları da içinde olmak üzere Avrupa’daki bütün savaşları kazanmada en büyük rolü oynayan, askeriyenin topçu sınıfıdır. Napoleon Bonaparte da bir topçu subayıydı.2 Topçu olmasaydı imparator da olamazdı.3
Topçu sınıfıyla birlikte ordu, yeni bir düzendir. Yeni düzen moderndir. Eskiyle olamayandır. Eskiye uymaz, eskiyle birlikte olmaz. Kapitalizm ve büyük devlet birimleri (birlikler, birleşmeler) temelinde olmak şartıyla topçu sınıfı savaşları kazandırabilir. Ama o devlet silahını da, topunu da kendisi üretmelidir. Bu yüzden orduda sırf bir topçu sınıfı olması sayesinde, Eski Rejim’lere savaş da kazandırılamaz.
Rus Çarı Petro’nun (1672-1725) başarısızlığı da buradadır. Rusya kapitalistleşmeden ve sanayileşmeden, daha doğrusu, böyle bir yola girmeden Rusya’yı Avrupa’nın gelişen ülkelerine benzetmeye çalışmıştı. Büyük projelere girişti. Biraz yararlı oldu, “büyük devletler” arasına girdi, ama tam olarak onlar gibi olamadı. Kapitalistleşemedi, Avrupalılarla arasında kapitalistler arasındaki çelişme ve çatışma yoktu, onlara pazar olma statüsü devam etti. Önemli ölçüde üretim de yapabildi, ancak savaşlarda kendi ihtiyacını olan ölçüde üretimi karşılayamıyordu. Hatta bu, silah ve mühimmat üretiminde bile böyleydi.
Başardığı kısmıyla, emperyalist özelliklere sahipmiş gibi göründüğünden bu yönüyle de değerlendirilmiştir. Yarım emperyalistti!
Bununla birlikte kültürel ve sanatsal alanlarla Osmanlı toplumunun yaşayacağı çıkmazlardan önemli ölçüde uzaktaydı. Gene de aşması gereken bir Avrupa duvarı vardı. Rusya’daki Eski Rejim’in de, aynı Osmanlı’da olduğu gibi, onun duvarı da bulunuyordu. Çarlık Rusya’sında ilk basılan romanlardan birinin adının “Araba Sevdası” olduğu bilmeyenler için şaşırtıcıdır.4 Bu sayede kapitalizmin ve sanayileşmenin sanatı olan roman türü dünyadaki en iyi örneklerine aynı zamanda 19. yüzyıl Rus edebiyatıyla kavuştu. (Resim, müzik ve sahne sanatlarında da Rusya “Avrupalı”dır.)
Ortak toplumsal özellikler olmaksızın toplumların benzeşmesinde zaten zorluklar vardır. İki ayrı toplumda da kentlilik gelişmeden, matbaa yaygınlaşmadan, okur-yazar artmadan, paylaşılmış bir geçmiş olmadan ortak özellikler ortaya çıkamaz.
“Örnek alma”ya dönelim. Örnek almak ve benzemek zordur. “Örnek almak”tan “koruyucu arama”ya geçiş yolu parasızdır, bedavadır, yani maliyetsizdir. Ve bu “geçiş”le her şey her bakımdan daha kolaylaşacaktır. Ancak bunun da tek bir şartı vardır, arkaya bakmak yasaktır!
Örnek almak, bütünlüklü, kapsamlı, olmayı gerektirir, yani olması gerektiği gibi olmalıdır. Bunlar, en kestirme ifadeyle, sanayileşen, üreten, gelişen ve kalkınan şekillerde ilerleyen demektir.
Osmanlı devleti Avrupalıyı nasıl örnek almıştır? Fransız topçu subaylarını Osmanlı orduları için İstanbul’a getirtmiştir. Topçuluğun teknik eğitimini Alman subaylarından öğrenmeye çalışmıştır. İngiliz üretimi topları satın almıştır. Daha sonra Prusya toplarının devamlı müşterisi olmuştur.
Bu yöntemlerle Avrupalıları örnek aldıklarını sanmışlardır, ancak örnek alamadıkları gibi, kendilerini onlara benzetememişlerdir de.
BUHAR, BARUT VE ROMAN: KAPİTALİZMDE BÜYÜK BULUŞMA
Avrupalı aydın romanın sahibidir. Roman adlı edebiyat türü Avrupa’da yaratılırken sınıfların özellikleri aydınlarına, tiplemelerinin özellikleri “kahramanlarına”, konuların özellikleri yaşantılarına ters düşmemiştir, bunların her biri birlikte anılanla uyumlu olacaktır. Yeni bir öz, kendisine en uyan biçimleri bulacaktır. Bu yüzden Avrupa’da aydın ile dönemi, yazarı ile roman ve nihayet sanat ile amacı arasındaki ilişkiler doğal bir şekilde ve kendiliğinden kurulur. Roman sanatı kapitalist çağa uygun bir şekilde gelişme gösteriverir. Matbaaları kullanır, romanın yayıncılığını yaratır, romanı edebiyat türleri arasına alır, alıcı insanlar oluşturur (okur-yazarlık önceki dönemlere göre genişlemiştir), okurunu üretir, çeşitlenir (aşk romanları, şövalye romanları. savaş romanları, macera romanları, tarihsel romanlar, dinsel romanlar, çocuk romanları), roman türünü sevdirir, vazgeçilmez yapar ve roman türü yaygınlaşır.
Avrupa icadı olan roman sanatı Türkiye’ye “Tanzimat dönemi”nde ulaşmıştır. Daha doğrusu romanın bir sanat türü haline gelmesi, yayılması ve öğrenilmesi olgusu, Osmanlı devletinin Tanzimat dönemine rastlamış, ona denk gelmiştir.
Sanat dalı olarak Avrupa’nın ülkemize gelişi, önce romanla başlamıştır. Romandan önce Avrupa’dan alınan bir başka sanat türünden söz edilemez. (Vardır elbet, ama biz bilmiyoruz.)
Türkiye’de roman sanatının yeni doğan ilk örnekleri Tanzimat dönemi aydınıyla el eledir ve iç içedir. Bunlar ya çevirilerdir, ya da uyarlama çevirilerdir.5 Arkasından acemi işi “roman”lar gelir, “romana özenme romanları”.
Yerli aydın, dönemi konusunda nasıl olması gerektiğine ve bu yeni sanatı nasıl yapacağına kendi karar verecektir. Önünde çeşitli yollar vardır.
Osmanlılarda kendilerinin olmayan bir sanat dalında sorunlar yaşanması normaldir.6 Kurulması gereken bağıntılar kendi gelişimleri içinde çözülemezler. Roman sanatına bir paradokslar yığını çöker. Nedeni, roman sanatının sadece topluma yabancı ve toplumsal düzeye aykırı olması değildir. Roman, birincisi, kapitalizmin yeniliği gibi moderndir ve Osmanlı bir Eski Rejim’dir. İkincisi, roman, okur kitlesi olacak bir nüfusun okur-yazar olmayışı7 ölçüsünde işlevsizdir. Düzen romana hazır değildir.
Tanzimat Dönemi edebiyatçıları, çoğu zaman “Tanzimat Edebiyatı” kalıbı ile anılırlar. Bu ifade aslında Tanzimat edebiyatına bir mensubiyete değil, dönemine atıftır, ve bunlar farklı şeylerdir, ama birbirlerine karışmışlardır. Bu yüzden kimi paradoksların, tersliklerin açıklanması buralarda aranır.
Paradokslar: Tanzimat dönemi yöneticileri Tanzimatçı olmakla birlikte, Tanzimat dönemi aydınlarının yazar olanları genellikle Tanzimat muhalifidir. Tanzimat dönemi yazarları Tanzimat’a muhalif olmakla birlikte, Tanzimat dönemi yazarlarının “kahramanları” Tanzimat ürünleridir ve Tanzimat dolayısıyla yaratılmışlardır. Bir paradoks da yaratılmalarının zorlanmasında yatmaktadır. Bu sevimsiz yapay kahramanlar genellikle üzerinde öğretim amaçlı olarak kötü örnekler şeklinde durulmak istenmeleriyle zorlama olurlar. Eğitime hizmet etsin diye yapılan teşrih (otopsi), bozuk (ya da sağlıksız) bir ceset üzerinde yürütülmektedir. Çünkü yazarın çabasıyla olumsuzluğun okur gözüne sokulma isteği (zorlaması) bu kahraman tipinin doğallığını bozmuştur.
Aslında yazarlar kahramanlarını severler. Onların bazıları zaten kendileridir. Öyle olmayanı çoğunlukla sevdikleri, severek baktıkları insanlardır. Ancak alay konusu yapılmak istenen Tanzimat dönemi roman kahramanları sevilmedikleri anlaşılacak şekilde işlenmişlerdir. Okura da ‘sevme bu tipi’ mesajı verilmek istenmektedir.
Bağımlılığa aşısı olmayan Tanzimat aydını, uluslararası ilişkiler bağlamında bağımsız olamamaktadır.8 “Tanzimat aydını” tamlamasını, siyasal ve ideolojik anlamında kullanıyoruz. Kişiler olarak bunlar dönemin yöneticileri olan nazırlardır (bakanlardır).9
Edebiyatın karikatürize ederek malzeme olarak kullandığı Tanzimat Aydını ise, bambaşka bir şeydir.
Tanzimat döneminin yönetim anlayışı, Avrupalı oryantalizminin içerdeki karşılığıdır. Birbirlerini tamamlayan bu anlayışlar karşılıklarını bulmuşlardır. Tencere kendi kapağındadır. Jön Türkler ise Tanzimatı sevmemiş, Tanzimatçılarla ve onların Avrupalı efendileriyle Avrupamerkezcilik ve Hristiyanmerkezcilik arasında anlaşmazlık ve çatışma kısa zamanda kendini göstermiştir.
OSMANLI’NIN OSMANLI TARİHÇİLİĞİ
Osmanlı aydınları Avrupa dillerini öğrendikçe, özellikle Fransız kültürünün etkisinde kaldıkça Avrupa’nın bilmedikleri özelliklerini keşfetmeye başlamışlardır. Ülke içinde de muhalefet koltuğuna oturma Avrupa’yı bizzat tanımaya yol açmıştı. Gazete çıkarmak netameli bir işti. Önceleri gönüllü gidişler, sonraları zorunlu gidişler, aydınların eline Büyük Fransız Devriminin kavramlarını tutuşturunca yollar yeni bir yola açılmış, Avrupa’da örgütlenmelerin sırası gelmiştir. Anayasallık, Cumhuriyetçilik ve özgürlük, bu örgütlenmelerde Jön Türk ifadesini yaratırken, aynı zamanda Avrupa hanedanlarının gerçek yüzünün ve gericiliğinin ne olduğunun görülmesine de yol açmıştır (19. yüzyıl ‘gençler’ yüzyılını yaratmış, gençlik ve devrim bir kez daha buluşmuştur).
Avrupa tarihyazımı, artık kendisinden korkmadığı Türklerle alay ediyor, geçmişiyle ise Türkleri suçluyordu. Kendilerine benzettiklerini sandıkları Türk muhalifleri “gençler” olarak yüceltirken bir toplumu, bir insan türünü aşağılıyorlardı.
Böylece tarihe yönelim başlamıştır. “Tarihe yönelim” ibaresi, burada, Osmanlı tarihinin Türkler tarafından ama 19. yüzyılda özel olarak Osmanlı’ya özgü olarak yazılması dolayısıyla kullanıldı. Başta Jön Türkler çizgisi olmak üzere ilk kez, Avrupa tarihyazıcılarının ve padişah tarihçiliğinin dışında, bilimsel olmayan yerlilerin tekelinden kurtulmaya başlayan bir yerli tarih oluşmaktadır.
Yeni Osmanlılar ve Jön Türkler tarihe meraklıdırlar ama onlar için kendi yazdıkları tarih önemlidir. Çünkü, “Avrupa Şark’ı bilmez”!10 Çünkü, bilinçlidirler. Elbette başka tarihçiler de vardır, ancak Namık Kemal öncüdür, önderdir, etkilidir ve önemlidir.
Gelelim sonucumuza. 68 Tarzlı Aydın gençlik içinde çoğaldıkça bağımsızlık sorunumuz o ölçüde çözümde demektir.
Jön Türkler, Avrupalının bilmezliğini keşfetmişti, İttihat ve Terakki ise iktidar olmadan Avrupalıyla başa çıkılamayacağını. Çünkü ülke kapitülasyonlarla soyulmaktaydı.
Büyük Savaşta Vatan Savunması yaptık, vatanı kurtarıp emperyalizmi kovunca sıra Tarih Devrimine gelmişti. O da oldu
Büyük önder ölünce ise Tarih Devriminin ucunu bıraktık, şimdi işimiz yeniden yakalamak.
Neyse ki, emaneti alanlar vazifelerini yapıyorlar. Her şeyin tam bağımsızlıkta olduğunu biliyorlar.
NOTLAR
1? “Donunda” sözcüğü burada, “kılığında”, “kıyafetinde”, “şeklinde” anlamında kullanılmıştır. Örnek; “Vezir, eski püskü elbiselerle dilenci donuna girdi.”
Eski bir Hind dili olan Sanskritçeki giysi anlamını taşıyan thauna, eski Türkçeye tonagu (giyecek), tonangu (giysi), tonluk (giyinmiş), toon (don) karşılığı olarak girmiştir (İsmet Zeki Eyuboğlu, Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü, Sosyal Yayınlar, İstanbul 1995, s. 198).
2? Napoleon’un (1769-1821) en önemli ve en büyük yenilgisi olan Rusya Seferinde başarısızlığın nedeni, güçler karşılaştırmasını doğru yapamaması ve zamanlama hatasıdır.
3? Napoleon, Büyük Fransız Devrimi sırasında Lyon kentinde karşıdevrimcilerin ayaklanmasını başında bulunduğu topçu birliğinin ateşiyle dağıtmış, Lyon’da devrimin zaferini sağlamış ve böylece seçkin bir subay olduğunu kanıtlamış, bu büyük başarısı daha önemli görevlere getirilmesine neden olmuştu. Bilgi için Dağarcık Türkiye aylık internet dergisinin Mayıs 2021 tarihinde yayınlanmış olan ”’Milli Kahraman’ Napoleon Bonaparte” başlıklı yazımıza bkz. https://dagarcikturkiye.com/2021905/01/milli-kahraman-napoleon-bonaparte/.
4? Türk roman edebiyatının ilk ürünlerinden olan Araba Sevdası (1896), Recaizade Mahmut Ekrem’in (1847-1914) yazdığı bir gerçekçi romandır. Burada iki toplumda da aynı şeyle karşılaşılmış oluyor ki, –farklara rağmen– benzer özellikler esasında bu iki ülke arasındadır.
5? “Adaptasyon” da denilen bu tür çevirilerde özel adlar Türkçeleştirildiği gibi mekan-yer adları da yerelleştirilir.
6? Manzum eserler ve şiir alanı toplumumuzun kendi sanat dallarıdır. Dilleri ayrışmış “Saray”ın ve kırsal bölge halkının birbirine benzemeyen sanatları vardı. Divan Edebiyatının daha çok sözel olan “Halk Şiiri”yle bir ilişkisi bulunmamaktadır.
7? 1800’lerin başında Osmanlı toplumunda okur-yazar oranı yüzde 3’lerin altında olduğu bir yana, onlar da İstanbul ve üç-beş başka kentte toplanmıştır. 20. yüzyılın başında bu orandaki gelişme çok az olmakla birlikte esası da Anadolu’daki gayrimüslümlerle ilgilidir.
8? Bu cümlede kastedilen ilişkilerin açıklanması gerekiyor. 19. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı toplumunda Türk milliyetçiliği henüz uyanmamıştı. Osmanlı devleti, çok-dinli, çok-dilli, çok-etnili bir imparatorluk özelliğini “Osmanlılık” adı altında sürdürmekteydi. Türk milliyetçiliği ve “bağımlılık aşısı”nın biraz yaygınlaşması için yeni yüzyıl beklenecek, Jön Türklerin İttihat ve Terakki ve arkasından “iktidar” arayışına girmesi gerekecekti. Oysa imparatorluktan ayrılmak isteyen milliyetçilikler için dönem boyunca Osmanlı bütünlüğü karşısına çok sayıda talep gelmesi bir yana, “düveli muazzama” onlara olanaklar yaratıyor, durduk yerde bile vaatlerle kışkırtmalar yapıyordu. “Hasta Adam” ölecek ve geniş arazileri paylaşılacaktı. Bu yüzden, Tanzimat dönemi boyunca modern ve normal anlamda milliyetçilik ve milli devlet taraftarlığı olarak toplum ve devlet, onun yerine, hem hep ayrılıkçılığa, teröre, provokasyonlara ve saldırılara maruz kaldı (Balkanlaştırma operasyonları), ve hem de bunları zararsızlaştıracak önlemleri almakta başarısızdı.
9? Buna karşılık Basra ve Bulgaristan’da valilik yapmış olan Mithad Paşa, dönemin bir bürokratı olarak muhalifliği temsil eder. Çünkü anayasacıdır, meşrutiyetçidir, bu uğurda mücadele eder, hayatını da bu mücadelede verir.
10? Avrupamerkezciliğin ve Hristiyanmerkezciliğin farkında olan Nanık Kemal’in sözüdür. Geniş bilgi için bkz. Zeynep Çelik, Avrupa Şark’ı Bilmez / Eleştirel Bir Söylem (1872-1932), Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2022.