Temmuz ayı için «Dağarcık Türkiye”ye seçimleri ve genel seçimler sonrasını yazmayı tasarlamıştım. Yerinde olurdu, ayrıca haziran için yazdığım yazı bazı değerlendirmelerce iddialı, hatta «aşırı” bulunmuş olabilir diye seçim ve sonuçları üzerine yazmak da gerekli gibiydi. Böylece, seçimlerle ilgili düşüncelerimin, 7 Haziran Genel Seçim sonuçlarıyla kanıtlanmış olduğu gösterilmiş de olurdu. Çünkü, seçimin demokrasiyle eşitlenemeyeceğini, cumhuriyetlerin seçimle kurulmadığını, bizim Cumhuriyetimizin de seçimle korunamayacağını vb. ileri sürmüştüm.
Ancak bu konudaki tasarımdam vazgeçtim. Seçim sonuçları, çeşitli görüşlerce ve çeşitli açılardan haziran ayı boyunca yeterince değerlendirildi ve hala da değerlendiriliyor. Benim ileri sürdüğüm açıdan bakılıyor da olabilir, bilmiyorum, öyle olmasa bile, çok önemli değil.
Bunun yerine «temmuz”u ele almayı düşündüm. Çünkü ve şöyle ki:
Bu internet dergimizin haziran sayısında «devrimci aylar”dan söz etmiştim. Haziran elbette devrimci, en azından ve en başta Gezi’den dolayı; zaten bu yüzden (ve yıldönümü olması dolayısıyla) haziranda Gezi’den söz eden birçok yazı vardı. Ama «temmuz”, hazirandan sonra büyük olasılıkla sözü edilmeyecek, onun gölgesinde kalacak, ihmal edilecek, ve belki de bu arada unutulacaktı. Gönlüm elvermedi buna, «Haziran” böylesine yeterince ele alınmış ve alınıyorken, onun arkasından «Temmuz” hatırlanmayabilecek olmasını göze alamadım; buna razı olamazdım. Sanki haksızlık olurdu. Temmuz’un ihmal edileceğini düşünmekte haklı mıyım, şimdiden bilmiyorum, ama bakın bakalım, bu ay benden başka kimse «devrimci Temmuz”dan söz edecek mi?
Bu yüzden temmuzda konum «temmuz”.
TEMMUZ DEVRİMCİ BİR AYDIR!
Temmuz, devrimciliği tam olarak hak ediyor: Ülkemiz tarihi açısından baktımızda, temmuzda her şeyden önce 1908 Meşrutiyet Devrimini görüyoruz (Resneli Niyazi Bey 3 Temmuzda dağa çıkmış, fitili ateşlemiş, 23 Temmuzda da Meşrutiyet ilan edilmiş). Anayasa’nın yürürlüğe girdiği ve II. Abdülhamid’in «istibdadının” sona erdiği gün olan o gün, «Hürriyet Bayramı”na dönüşmüş. Sonradan gerçekten de Hürriyet Bayramı olarak çok uzun yıllar kutlamaları yapılmış. Çünkü, o günle birlikte her şeyin değişmeye başladığı düşünülmeye devam ediyormuş ve devrimci heyecan halen yaşamaktaymış.
Devrimci arkadaşım Kağan Güner acaba oğluna, temmuzun «devrimciliği” yüzünden mi Temmuz adını koymuştu, o zamanlar aklıma hiç gelmemiş, sormamıştım, ama öyle olsa gerek, daha doğrusu mutlaka öyledir, yeğenimiz temmuzda da doğmuş olsa öyledir. Çünkü, devrimlerin uzmanı olan Kağan «Temmuz”un ne ayı olduğunu en iyi bilecek insanlardan biriydi. (Değerli bilimci, sanatçı, araştırmacı ve öğrenici arkadaşımı böylece anıyorum; bilgi de vereyim, çok önemli araştırmaları ve yazıları olan bu birikimli, üretken, çalışkan, mücadeleci değerli arkadaşımı dört yıl önce, 9 Ağustos 2011’de en verimli olduğu bir döneminde, daha 48 yaşındayken kaybettik. Kaynak Yayınları arasında geçen yıl çıkmış olan çok önemli ve özgün bir kitabı var[1]; «Cumhuriyet dönemi sanatımızın tarihini” ve ülkemizde plastik sanatlar, mimari ve şiirdeki avandard kesişmeleri konu edinen Modern Türk Sanatının Doğuşu.)
Dünya tarihini ele aldığımızda ise, en büyük devrimlerden birinin başlangıç günüyle temmuz ayında karşılaşıyoruz, 14 Temmuz’da. 1789’daki o gün, «Bastil’in zaptı günü”dür, ama o günden bu yana hala Fransa’nın «Milli Bayramı”dır. Öyle bilinmiyor ama bence dünyanın da «Dünya Bayramı”dır. Çünkü çok az sayıdaki evrensel bayramlardan biridir.
BİRİ BİZİM, BİRİ DÜNYANIN ÖNEMLİ DEVRİMLERİ
Bu iki devrim, bunlar büyük devrimler. Ve aralarında bir bağ da var. Zaten devrimler birbirleriyle ilişkilidir. Birbirlerinden öğrenirler, birbirlerine eklenirler, eklemlenirler. Birbirlerinden alırlar, birbirlerine verirler, karşılıksız.
- Türk Devriminin programı ve özü olan Altı Ok’un üçü (Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Laiklik), Büyük Fransız Devriminden alınmadır.
Bizim devrim çizgimizin önderleri, Şinasi’den Mahmut Esat Bozkurt’a kadar hepsi, Fransız Devrimine hayrandı, Jön Türkler o devrimin Türkiye’de de olmasını istiyorlardı, bunun için mücadele ettiler. Şinasi, Fransız İhtilal-i Kebir’i konusunda ilk olumlu yazıları yazandı. 27 Haziran 1862’de yayına başlayan gazetesi Tasvir-i Efkar’da «özgürlük”, «kamuoyu”, «millet”, «ihtilal” gibi devrimin kavramlarını Türkiye’de ilk kullanandı. Jön Türklüğün öncüllerinden, akımın yaratıcılarından, «Yeni Osmanlılar”ın kurucularından Namık Kemal, Fransa’da[2] ayrıntılarını da öğrendiği Fransız Devrimini, mücadelesinin merkezine oturtmuştu. Magosa kalesine hapsedilmek üzere İstanbul’dan götürülürken «geminin küpeştesine dayanmış Marseilleise’i mırıldan”ması[3], Namık Kemal’deki Fransız Devrimi etkilenmesinin göstergelerinden yalnızca birisidir. Gazetesi İbret’te Fransa, Devrimi dolayısıyla hep anılmıştır. Mahmut Esat Bozkurt’sa, üniversitede çok ilgi gören halka açık «Türk Devrimi dersleri” verirken[4] konunun Büyük Fransız Devrimiyle bağını, ilişkisini ele almaktan özel bir mutluluk duyuyordu.
Büyük Fransız Devrimi kendini en belirgin şekliyle, Jön Türklerin söyleminde ortaya çıkan vatan kavramında gösterdi. Türkçede/Osmanlıcada Namık Kemallere kadar ülke, bölge, kent ya da köy olarak insanın doğduğu ya da yaşadığı yer anlamına gelen ve İngilizcedeki home kelimesinin karşılığı gibi olan «vatan”, Fransız Devriminden esinlenilerek yeni ve daha kapsamlı bir ek anlam kazandı. Fransızcadaki patrie, vatan kelimesinin yerli ve geleneksel olan anlamını genişletti ve bu yeni anlam önceki anlamı bastırdı.[5] Direktuar dönemindeki Osmanlı elçisi Ali Efendi, Fransız devrimcilerinin «vatanları için” mücadele ettiklerinden söz ettiğinde ise bu kelime, Türkçede bu anlamda ilk kez kullanılmıştı.[6] Bunun devamı sayabileceğimiz, Namık Kemal’in kaleminden çıkan Vatan Yahut Silistre adlı tiyatro oyununda (sahneye konması yanında ilk basımı da 1873) görüldükten sonra bu yeni anlamıyla „vatan«, dilimize tam olarak yerleşecekti.
İki devrimin aralarındaki etkileşim ve iletişim, örgütlenme tarzında da görüldü. Bizim devrimimizin önderleri olan Jön Türkler, Büyük Fransız Devriminin geleneklerini yaşatmış, o devrimci geleneği 19. yüzyılın ortasına doğru hayata geçirmiş bir başka örgütü, İtalya’nın birleşmesi ve milletleşmesi sürecini hazırlayan ortamın yaratıcısı olan Carbonari[7] örgütünü örnek almışlardır. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kadroları, 1908 Devrimine Fransız Devriminin örgütlenmesinin 20. yüzyıldaki uzantısı olan bir örgütlenme içinde devrime önderlik etmişler, «Türk Karbonarisi”ni yaratmışlardır.
20. yüzyılın başında, Fransız Devrimi, Osmanlı toplumuna, yalnız „vatan kavramı« ve „devrimci örgütlenme«yle değil, özgürlük mücadelesiyle de gelmişti. Güçlerini birleştiren, kitlelere yönelen ve büyük atılım yapan Jön Türklerin yayınları patlama gösterir ve „hürriyet mücadelesi« verirken, Devrimden güç alıyorlardı. Yurt dışında basılan gazeteler ve bildiriler, gizli yollarla yurda sokuluyor ve her yere ulaştırılıyordu. Bunlar, İttihat ve Terakki Cemiyeti adını alan Jön Türk teşkilatlanmasının aynı zamanda örgütlenme aracı oldu. Yayın yoluyla yürütülen bu devrimci örgütlenme, posta teşkilatında çalışan „Talat« adındaki büyük örgütçüyü de yaratacaktı. Sonradan „bey« ve „paşa« olacak Talat Efendi, daha „cemiyet«e girmeden Fransız Devrimi ile ilgili öğrenebileceği her şeyi öğrenmişti, daha doğrusu, Fransız Devrimini iyice öğrendiği[8] için bulunduğu yerde „Cemiyet«i kurmuştu. Konuşmalarında konuyu hep Fransız Devrimine getirirdi. Resneli Niyazi Bey daha dağa çıkmadan ve dağda geyiğiyle buluşmadan[9], Jön Türk devrimcilerinin çalışmalarıyla Selanik, Manastır ve Edirne gibi kentlerde Fransız Devrimi çok yönlü olarak bilinir durumdaydı.
Konuyu biraz genişleterek, Jön Türkler ve Jön Türk Devrimi dışında, Osmanlıdaki Fransız Devrimini ele alalım. Büyük Fransız Devrimi ve Osmanlı! Devrimler arası ilişki kolay kuruluyor, ama devrimle karşıdevrimin buluşması sorunlu, ya biraraya gelmiyorlar ya da aralarında «şiddetli geçimsizlik” oluyor!
BÜYÜK FRANSIZ DEVRİMİ VE OSMANLI
Fransız Devrimi ilk patladığı günlerde Avusturya ve Prusya hemen vaziyet almıştı. Devrimi boğmak ve Devrim güçlerini dağıtmak üzere işbirliğine gittiler. Karşıdevrimin merkeziydiler. Prusya doğudaki askeri güçlerini çekmeye, Devrimi ezmek amacıyla batıya, Fransa sınırına doğru kaydırmaya başladı. Avusturya Osmanlıyla savaşmaktaydı ama bu savaşı sonlandırmaya yöneldi. Habsburg imparatorluğu 1791 Ağustosunda Ziştovi Antlaşmasıyla, üstün durumda olduğu halde Osmanlıya tavizler vererek çekilecek, bu anlaşma sonucu ortaya çıkan zararını ve kaybını bir daha hiç telafi edemeyecekti. Ama önemli olan şuydu, Osmanlı, Fransız Devrimi sayesinde büyük bir badire atlatmıştı, büyük bir saldırıya uğramaktan, belki de ömrünü kısaltacak bir Batı hamlesine maruz kalmaktan kurtulmuştu. Ama Osmanlı bunu iyi anlayamadı. Devrim sayesinde paçayı sıyırdığı için Fransızlara minnettar olması gerekiyordu, ama minnettar olmadı. Neden? Nedeni belli değil, ama anlaşılıyor.
Osmanlı, bırakalım „Devrim« sayesinde kurtulduğunu anlamayı, Devrime ve Fransa’ya düşman olan tarafa geçecek, karşıdevrim saflarında Avusturya’yla birlikte olacaktır.
Şöyle:
Devrim güneyde ve doğu sınırlarında dış güçlere karşı başarılı olup yeni harekat kararları alınca, Avusturya-Prusya birliği genişledi. 1793 başında Fransa’ya ve Fransız Devrimine karşı, İspanya, Hollanda ve İngiltere’nin de içinde olduğu bir koalisyon oluştu. Bu ilk koalisyona, daha sonraları, niye katıldığını anlamadan Osmanlı devleti de katıldı. En gerici cepheye sürüklenmiş, sayesinde kurtulduğu Fransa’ya ve bunun yanı sıra, Avrupa’da en yakın olduğu ülkeye, hatta tek „dostuna«[10] ihanet etmişti!
Devrimin önemli diplomatlarından Lebrun (Charles-François, 1739-1824), İstanbul’a elçi olmuştu, Fransa‘yla ittifak yapmasını sağlayarak Osmanlıyı koalisyondan çıkarmak istiyordu, güzel önerilerle gitmişti, ancak Osmanlıların koalisyondan çıkmasını sağlayamadı, ittifakı başaramadı, ama neden başaramadığını da anlamadı. Osmanlının koalisyondan bir çıkarı yoktu, Fransa’yla ilişkisi ise iyiydi. Anlaşılır gibi değildi. Çünkü Osmanlı yönetimi, koalisyona neden girdiğini bilmediği gibi, koalisyondan neden çıkmadığını da bilmiyordu.
Osmanlı devletine, sırasıyla, Deschorches, Verninac ve Aubert du Bayet adlarındaki elçiler, aynı zamanda Cumhuriyet propagandası yapmaları için gönderildi. Bu elçilerin hepsi «meslek”lerine Devrimle başlamış, girişken ve insiyatifli kişilerdi. Toplantılar düzenlemekle kalmadılar, Devrimin belgelerini de İstanbul’da basıp her yerde dağıttılar. Yönetimin tutumu beğenmezlikti, bunda haklıydı, ama bilmeden, çünkü „devrim«, iktidarların sınıfsal niteliğinin zorla değişmesi, „cumhuriyet«, monarşilerin ortadan kalkması demekti, Osmanlının bunlardan haberi yoktu, devrimin ve cumhuriyetin ne olduğunu bilmiyor ve öğrenmiyor, öğrenemiyordu. İktidarının bir sınıf iktidarı olduğunun da farkında değildi.
Fransız Devrimi, Osmanlı yönetimini ve padişahı hedef almadıkça ona karşı olmak için de bir neden bulunmuyordu. Ama sınıfsal içgüdüler, devletin tutumunu yönlendiriyor ve belirliyor olmalıydı ki, Devrim pek makbul bir şey olarak görülmedi.
Osmanlı devletindeki hükümdar-uyrukluk ilişkisi ve bunun bilinçlerdeki yansıması Devrimin anlaşılmasını, Fransa’da yaşananların kavranmasını imkansızlaştırıyordu. Liberté, égalité, fraternité,Osmanlıda anlam kaymasına uğruyor, başka türlü anlaşılıyordu. Osmanlı zihniyetinde «özgürlük”, kölenin azat edilmesinden başka bir şey olamazdı. «Eşitlik” uyruklara aitti, zaten bütün uyruklar kendi aralarında eşitti! Kardeşlikse, elbette olmalıydı ama Müslümanlar arasında geçerliydi, ancak, aynı dinden olanlar kardeş olabilirdi (ihvan-ı din; din kardeşliği). Bu bakımdan Devrim ve Devrimin bu üçlü temel sloganı, Osmanlı toplumu için başka türlü bir şeydi, ve bunların fazla bir önemi de yoktu. Çünkü bu sözcüklerle hiç bir şey sarsılmıyordu. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik kavramlarının Osmanlı devletinde ve toplumunda Fransa’daki gibi bir anlam ve işlev kazanabilmesi için o yüzyılın sonuna yaklaşmak gerekecekti.
1798 ilkbaharında reis ül-küttab Ahmet Atıf Efendi, Avrupalı koalisyoncuların Osmanlıyı aralarına katmak için yaptıkları davet konusunda Divana hazırladığı muhtırada Devrimle ilgili olarak, «Voltaire ve Rousseau gibi tıynetsiz lanetlik sapık Allahsızların iftiralarıyla ortaya çıkan düşmanlık ve vahşet”ten söz etmiş, yönetime bu yönde „bilgiler« sunmuştu. Atıf Efendi, Devrimin Osmanlı ülkesi için tehlike olduğu ve felaket yaratacağı düşüncesindeydi.[11] Bu söylem ve yalan-yanlış olduğu hissedilen bilgiler fazla inandırıcı bulunmadı ve dikkate alınmadı ama sultan gene de, 1793’te, «aynı çariçe gibi, üç renkli bayrağın kullanılmasını yasaklamıştı”.[12] Sorun, bilinmezliğin ve anlaşılmazlığın getirdiği bir kaygıdan kaynaklanıyordu. Çariçe ne yaptığının farkındaydı ama bizim taraf, Avusturyalıların ve İngilizlerin gösterdiği tepkiye bakarak, bu „yeni« bayrak herhalde iyi bir şey olmamalıdır diye düşünmüş olmalıydı.
Fransız Devrimi Osmanlı devletini hiç etkilemedi, Devrim yalnız yeni bir ordunun Fransız Devrimine gönderme yapılarak adlandırılmasında ortaya çıktı, II. Selim’in yeni ordusu, «Nizam-ı Cedid” adıyla kurulacaktı (1793). „Cedid«in anlamı „yeni«ydi, ama bu sözcük nedense pek kullanılmazdı!
Tanzimat’ın Fransız Devriminin Osmanlıdaki bir yansıması olduğu ileri sürülmüştür, doğrudur, ama yönetenler bakımından! Bu yüzden devrimci olmayan „Devrim geçirmiş Fransa«, Tanzimat’ı yere göğe sığdıramayacaktır.[13]
Osmanlıda en geniş ilk resmi Fransız Devrimi anlatımı Cevdet Paşa Tarihi’nde. Devrim olumsuzlanmaktadır. Çünkü „afet« gibidir, durdurulamazdır, tehlikedir, vahşettir, kaostur.[14]
TEMMUZDA BAŞKA DEVRİMCİLİKLER
Bence temmuzun devrimciliğine, biri bizden, biri dünyadan iki büyük devrim, yalnız bunlar bile yeter, ama gene de temmuza eklenecek birçok başka olumlu ve devrimci şey var.
4 Temmuz ABD’nin «Bağımsızlık Günü” (1676), 5 Temmuz Venezuella’nın (1811) ve Cezayir’in (1962) bağımsızlık günleri, 14 Temmuz Irak’ta (1958), 18 Temmuz Mısır’da krallıkların sona erdirilişi ve Cumhuriyetlerin kuruluşu.
14 Temmuzda 1919’da Mustafa Kemal Paşa, askerlikten istifa ederek devrime «sivil” olarak önderlik etmeye başlıyor ve 19 Temmuzda Erzurum Kongresini açıyor.
24 Temmuz 1923, Lozan Antlaşmasının imzalandığı gündür, bu güne belki kimse demedi, ama şimdi biz diyelim, o gün, Türkiye’nin «Lozan Devrimi” günüdür.
«Hatay’ın Kurtuluşu” olarak bildiğimiz «Hatay Devrimi” de 5 Temmuzda (1938). Atatürk’ün son devrimi.
«68” gençliğinin ABD’nin 6. Filosunun erlerini Dolmabahçe rıhtımında denize döktüğü gün de gene temmuza ait (15 Temmuz).[15]
Dahası da var, ama uzatmayalım, «temmuz”u yabana atmamak gerek!
[1] Yazılarının da kitaplaştırılacağını umuyorum. Benzeri olmayan birçok değerli yazısının çeşitli dergilerin sayfalarında unutulmasına ve «kaybolmasına” razı olmamak gerekir.
[2] 1840-88 yılları arasında yaşamış Namık Kemal, 1867’de gitmek zorunda kaldığı Paris’te üç yıl kalmıştı. O sürede çeşitli gazeteler çıkardığı gibi, Fransa’yı, Avrupa’yı ve ülkeyle kıtanın tarihini de iyice öğrenmişti.
[3] Niyazi Berkes, Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler, İstanbul 1965, s. 91-92 ve İlhan Selçuk, Pencere’de «Boşuna Gözyaşları«, Cumhuriyet, 11 Mart 1988, s. 2.
[4] Mucize Özünal, Mahmut Esat Bozkurt / Kalpak ve Kartal, Tudem, İzmir 2010, s. 228 vd.
[5] Bernard Lewis, «Fransız Devriminin Türkiye’deki Yankıları”, Server Tanilli, Dünyayı Değiştiren On Yıl / Fransız Devrimi Üstüne (1789-1799) [Say Yayınları, İstanbul 1989] içinde [s. 229-269], s. 233.
[6] Ahmet Refik, «Moralı Esseyyid Ali Efendinin Sefaretnamesi”, Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası, 1329 (1911), s. 1459; akt. Lewis, aynı yerde, s. 234.
[7] Carbonari („Kömürcüler« anlamına geliyor), „Fransız Devriminin etkisi altında 1820’de doğan ve amacı ulusal, cumhuriyetçi bir İtalyan siyasal birliği gerçekleştirmek olan örgütlerin en ünlüsüdür« (Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, YKY, İstanbul 2002, s. 276). Ancak bütün Avrupa’da tanınan, saygı gören Carbonarolar her yerde başarısızlığa uğradılar.
[8] Bu konuda Selanik’te Türkçe öğretmenliği yaptığı Yahudi okulu Alyans İsraelite’de, önce Fransızca kitaplardan bilgilenmiş, sonra da, okuldaki bütün Fransız öğretmenlerle Devrimin her şeyini öğrenmek için sürekli konuşmuştu. Bu konuda bilgi için bkz. Tevfik Çavdar, Talat Paşa / Bir Örgüt Ustasının Yaşam Öyküsü, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara 1984, s. 29 vd.
[9] 1908 Devriminin ilk ateşini yakan «Hürriyet Kahramanı” Ahmet Niyazi Bey ve geyiği hakkında geniş bilgi için bkz. Fevziye Özberk, «İlk Halkçı Devrimci Önderlerden Resneli Niyazi”, Bilim ve Ütopya, sayı 21, Mayıs 2015, s. 79-92.
[10] Osmanlının, 19. yüzyıl sonunda başlayan yakınlaşmasıyla birlikte Birinci Dünya Savaşında «silah arkadaşı” olduğu ülkeyle «dostluğu” ifadesine, hatta «geleneksel Türk-Alman dostluğu” kalıbına çok rastlanmıştır. Tamamen yakıştırmadır, yapıştırmadır, uydurmadır, kandırıcılıktır. Gerçek, bunun tam tersidir. Osmanlının, bırakalım «geleneksel dostluğu”, Almanya, Avrupa’da en çok savaştığı ülkedir. Avrupa’daki en yakın komşusu olduğundan zaten Osmanlının en çok didiştiği büyük ülke de Avusturya imparatorluğudur. Osmanlının Avrupa’da bir tek Fransa ile «geleneksel dostluk” ilişkisinden söz edilebilir. Kanuni’nin (I. Süleyman) Fransa Kralı François’yı «himayesine aldığı”nı bilmeyen yoktur, kapitülasyonların ta ne zaman, enayice bir şekilde Fransa’ya verilerek başladığını da. Dolayısıyla Fransa -Napoleon dönemi hariç Birinci Dünya Savaşına kadar yüzyıllar boyunca- hiç «düşman” olmamış, Avrupa’dan istenen «yardım”lar da ilk Fransa’dan istenmiş ve Fransa’dan gelmiştir.
(Osmanlının uhud-u atika diye adlandırdığı kapitülasyonlarla ilgili biraz bilgi: Müslüman olmayan dost devletlere tanınan haklarla idari, adli ve ekonomik ayrıcalıklardır. İlk kez 1365’te İtalyan ticaret kent-devletlerine tanınan kapitülasyonlar, Osmanlı devletinin siyasal bağlantılarını güçlendirmeyi amaçlamaktaydı ve o dönemde yararlı olduğu açıktı. «Muhteşem Süleyman” döneminde Fransa’ya tanınması, Osmanlı aleyhine kullanılabilecek şartlarla yapılmıştı ve bir lütuf durumundaydı ve bu yüzden, istenirse kötüye kullanılabilirdi, istismar edilmeye açıktı. O dönemde yalnız Fransa’yla sınırlı olan kapitülasyonlar, diğer Avrupa ülkeleri için genişletildiğinde, Osmanlı devletinin kendini koruyamaz duruma girmesiyle birlikte, Osmanlı siyasal otoritesini sarsmaya, devlet kurumlarının çalışmalarını sekteye uğratmaya, toprak bütünlüğünü bozmaya ve ekonomik yapısını çökertmeye başlamıştı. 19. yüzyılda Osmanlı devletinin en büyük sorunu kapitülasyonlardı. Bundan kurtuluş, 1908 Devrimi sonrasıdır.)
[11] Ahmet Refik, «Moralı Esseyyid Ali Efendinin Sefaretnamesi”, Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası, 1329 (1911), s. 1459; akt. Lewis, aynı yerde, s. 258-59.
[12] Jean Deny, Yeni Türkiye, Cumhuriyet, İstanbul 2000, s. 20.
[13] 26 Kasım 1839 tarihinde L’Univers, Presse ve Le Siecle gazeteleri, hak, hukuk, anayasa, yönetsel devrim gibi yakıştırmalar yaparak «devrimci Osmanlı” yönetimini kutladı! Geniş bilgi için bkz. Tevfik Çavdar, «Osmanlı Gözüyle Fransız Devrimi”, Cumhuriyet, «Fransız Devriminin İkiyüzüncü Yılı” eki, 9 Haziran 1989, s. 12.
[14] Tarih-i Cevdet; Çavdar, aynı yerde.
[15] Önemli günlerin neler olduğunu titiz çalışmasıyla öğrenmemi sağlayan Ercan Dolapçı arkadaşımı anmadan geçmemeliyim. Bu çalışkan ve verimli kardeşim, sürekli genişleterek her aydaki özel kronolojiyi hazırlamaktadır.