Ekolojinin Tarihi ve Ekotopik Gelecekle İlgili Görüşler
Uygarlaşma, insan nüfusunun artışı, “gelişme”, kapitalizm, büyük savaşlar, 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra dünyanın (kuzey) Amerikalılaşması, en sonuncu küreselleşme, popüler teknoloji, modern alışkanlıklar vb. insanın doğasını bozdu.
Ekoloji Ne Kadar Biliniyor?
Ekolojinin Tarihi ve Ekotopik Gelecekle İlgili Görüşler(1)
“Çoğalın ve doğaya hükmedin, denizdeki balıklardan havada uçan kuşlara kadar yeryüzündeki bütün canlılar sizin emriniz altında olsun.”
İNCİL(2)
Uygarlaşma, insan nüfusunun artışı, “gelişme”, kapitalizm, büyük savaşlar, 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra dünyanın (kuzey) Amerikalılaşması, en sonuncu küreselleşme, popüler teknoloji, modern alışkanlıklar vb. insanın doğasını bozdu. Bu arada doğanın da, bir yandan insanın ona verdiği zararla doğası bozulmaya başlamıştı. Bin yıllardır toprak kaybı yaşanmakta, bitki örtüsü değişim geçirmekte, ormanlar sürekli eksilmekte, hayvan ve canlı türleri (virüsler de dahil) olumsuz başkalaşma ile fazla çoğalma ve yok olmaya uğramaktadır. Doğanın tahribatı, bozulması ve kirlenmesi, 19. ve 20. yüzyıllarda en yüksek düzeye çıktı. 21. yüzyıla geldiğimizde ozon tabakası delinmiş, canlı türleri azalmış, denizler canlılıklarını ve verimliliklerini kaybetmiş, dünyanın ortalama ısısı yükselmişti. Bütün bunlar doğanın normal ve doğal seyrinde yaşanan şeyler değil, insan-doğa ilişkisinin sonuçlarıydı. Olumsuz gelişmelerin önemli bir kısmı binlerce yıldır yaşanmasına ve hissedilmesine rağmen insan türünde ortaya çıkması beklenen bilinç ortaya çıkamamış, akıl adeta dumura uğramış, farkında olunması gereken olumsuz gidişat görülememiş, durum anlaşılamamıştır. Gene de 20. yüzyıl, insanın yol açtığı doğa tahribatının, doğal hayatın zorlaşmasının yavaş yavaş yaygın bilince çıktığı yüzyıldır. Sevinilecek bir durum, ama bu “kazanç”, ne yazık ki, bu, tahribatın geriye dönüşümünü zorlaştıracak ve hatta belki de imkansızlaştıracak bir gecikmeden başka bir şey değil.Örneğin, insanın yol açtığı tartışmalı olan küresel ısınma(3), eğer yalnızca insanın sorumlu olduğu bir süreçse, kolay giderilebilir bir sorun olmaktan çoktandır çıkmış bulunmaktadır. Bu yüzden küresel ısınmayı geri döndürüp tekrar bir küresel “soğumaya” yol açmayı ve “normal” duruma dönmeyi, eskisi gibi olan bir duruma yeniden kavuşmayı ne düşünen, ne ileri süren, ne de savunan vardır. Dolayısıyla bugün önerilen ve yapılabilecek olanlar, eski duruma dönmeyi ve felaketi önlemeyi değil, ısınma sürecini yalnızca durdurmayı sağlamak, daha fazla ısınmayı önleyici olmak dışında bir şey değildir. Çünkü küresel sınma devam edecek olursa ilk somut yaşanacak ve en önemli görülen şey, kutuplardaki buzların, buzulların çok yüksek boyutlarda erimesi, bunun sonucunda da deniz suları seviyesinin yükselmesidir.
Bilinmeyenleri Öğrenmek!
Ekolojinin insanın genel anlamda pek bilmediği tarihi, konuya çok düşkün ve hakim olmamakla ama uzak da durmamakta birlikte beni, konunun karşılaştığımız yeni kavramları, kişileri, alanları ve kapsamları ile ilgili olarak şaşırttı. Öğrendiklerim oldukça geniş durumda. Kavramlar olarak, örneğin, ekogonomizm, ekologonomerkezcilik, homososyal, heteredoğal, “ekoeleştiride queer kuramı”, “queer politika”, “yeşil muhasebe”, antroposeni, antroposantizm, ekofobi, biyofili, “derin ekoloji”, “karanlık ekoloji” vb. ile yeni karşılaşıyorum. Ekolojinin tarihine baktığım zaman, Francis Bacon, Nathaniel Hawthorne, Charles Fourier, Elisée Reclus, Pyotr Kropotkin vb’nin ekoloji konusunda düşünceleri, yazdıkları ve oynadıkları rollerle onlarla yeniden tanışıyorum.(4)
“Olumsuz” rolü üstlenmiş olarak Francis Bacon, büyük doğabilimci Alexander von Humbold, doğal hayat meraklısı ama siyasetbilimci-eğitimci-protestocu Henry David Thoreau(5) gibi önemli kişiliklerin doğa ile birlikte ve doğa ile ilgili olarak ne anlam taşıdıkları, genel anlamda bilinmekteydi, ancak bazı ayrıntılar insanı gene de hayretler içinde bırakıyor.
Von Humbold, araştırma aşkıyla Latin Amerika’daki Antisana Dağının 5.500 metresine kadar tırmanmıştı. Arkasından Chimboraso Dağında doruk olan 5.917 metreye ulaşmıştı. “Döneminin en iyi dağcısı sayılırdı.” ABD Başkanı Thomas Jefferson ile, onun bitkibilim merakı dolayısıyla tanışmış, ama onun köle sahibi olmasını kabul edilemez bulmuştu. Karşılaştığı Simon Bolivar’ı öylesine etkilemişti ki, Bolivar’ın Güney Amerika’daki özgürlük mücadelesine girişmesinin nedenlerinden biri olduğu bile yazılmıştır. Benzer etkilenmenin bir başka “müşterisi” Charles Darwin olacak, ve Darwin “hocası ve ilham kaynağı saydığı Humbold’u ölmeden önce ziyaret etmeyi de ihmal etmeyecekti”. 1859’da hayata veda ettikten sonra Alman hayvanbilimci Ernst Haeckel, onun izinden yürümüş ve “Humbold’un karmaşık, karşılıklı ilişkilerden oluşan birleşik bir bütün düşüncesini” adlandırmıştı: “Ekoloji”. Doğa yıkıcılıkla toplumsal ve hayvansal sorunları “bir bütün olarak görebilen Humbold”, bu özelliğiyle Toplumsal Ekolojiye en önemli katkıyı yapan ikinci bilimci ve filozof olacaktı (birincisi, Charles Fourrier).(6)
Issız bir yerde yaşamayı doğru gören ve Walden Gölü kenarında kendi yaptığı kulübede iki yıl yaşayan Thoreau, yiyeceklerinin tamamını kendi yetiştirmişti. O da Humbold’un takipçisiydi. Günümüzden yüz elli yıla yakın bir zaman önce “insan yaşamının ve kültürlerin gelişmesi ancak çok daha küçük bir nüfusla mümkündür. İnsan dışı yaşamın gelişmesiyse daha küçük bir nüfusu zorunlu kılar” diyecek kadar öngörülüydü. Çünkü içinde yaşadığı sistemin sömürü ve acımasızlık üzerinde yürüdüğünü görüyordu. Unutmayalım, 19. yüzyılda, 20. ve 21. yüzyıldaki gibi açlıktan ölümlerin yaşandığı kitlesel durumlar henüz bugünkü gibi sözkonusu değildi ve her yıl dünya nüfusu yüz milyonlar olarak artmıyordu. En önemlisi Thoreau, insanmerkezciliğin karşısına doğamerkezciliği koymuştu. Ayrıca, “milli park kavramını da literatürümüze ilk sokan insandır”.(7) Kendi ifadesine göre, önemli bir kısmı basılmamış olan “700’den fazla” kitap yazmıştı.
Doğa izlenimcisi yazar Nathaniel Hawthorne, Rappacini’s Daughter adlı eserinde (“Rappacini’nin Kızı”), doğa ile doğurganlık, doğa ile kadınlık bağını işler, doğanın ve doğayı insanın tanımlamasının erkeksi ve dinsel olan çözümlemesini yapar. İlk olmalıdır. “Asıl güç, doğayla olan bağların farkındalığına uyanmaktır” ve en temel soru, “zehrin vahşi doğada bulunduğu haliyle mi, yoksa insanın doğayı dize getirme ve ehlileştirme yolunda geliştirdiği teknolojilerde mi daha çok yaşamı tehdit eder hale geldiğidir”. Sonuçta zehir, insanın doğadan “korkarak katlettiği yaşamın yerine inşa ettiği uygarlık”tadır.(8)
Doğu Batı dergisinde doğa tarihi ile ilgili olarak geçenler bunlardan ibaret değil, dahası, doğa tarihi özneleri derginin özel sayısındakilerden zaten daha zengin! Ama burada kendimizi sınırlıyor, Linneaus’tan, Rousseau’dan, Conrad’dan, Debussy’den, Melville’den, S.J. Goult’tan vb’den söz etmekten kaçınıyoruz.
Kavramlar Üzerine Düşünmek
İlk bilinmesi gereken kavramlar, konunun insan türü için önemi yanında, insan türünün çevresini ve ilişkilerini karşılayan kavramlardır.
En önemlisi “çevre”. Çevrebilim ve çevrebilimcilik, nesnel ve kabul görmesi gerekli kavramlar olmakla birlikte, “çevrecilik” aynı şekilde görülmemektedir. Çünkü çevrebilim uydurma bir bilim olmadığı gibi, doğabilim (natural sciences, Naturkunde), canlılıkbilimi (biyoloji), bitkibilim (botanik), hayvanbilim (zooloji) vb. türünden bilimler arasında yerini almıştır.
Çevre kavramını, “çevre”nin neyin çevresi olduğunu düşündüğümüzde anlayabiliriz esas olarak. “Çevre” kavramı, insanmerkezci bir kavramdır, çünkü “çevre”, çevresi olarak insanın dünyaya ve hayata bakışın ideolojisi olarak sistem içi çözümlerin karşılığıdır. “Çevre” insan için, evin mobilyası ve düzeni nasılsa öyle bir şeydir. İhtiyaca yöneliktir, işlevseldir, kendisi içindir. Bu yüzden çevrecilik ile ekolojizmin aynılığı ya da anlamdaşlığından söz edilemez. Bu yüzden, doğaya en büyük zarar veren büyük üreticiler “çevreci” oldular. Doğanın bozulmasından en fazla sorumlu olan devletler-toplumlar “çevrecilik”te yarışıyor, çevreci olmayan gelişmiş ülkelere beğenmezlik gösterip, onları kınıyorlar.
Çevre kavramı bizi ister istemez insanmerkezcilik kavramına doğru sürüklüyor. İnsan, insanmerkezlilik açmazına, alet yapmaya ve doğa ile doğallık dışı ilişkiye geçmeye başladığı zaman kapılmış olmalıdır. “Eskil çağın Trakyalı filozofu Protogoras’ın öne sürdüğü gibi ‘insan her şeyin ölçüsüdür’ düşüncesini benimserseniz, o zaman, insanmerkezlilikle gerçekte olup bitenler arasındaki uzaklık ya da karşıtlık ‘inandırıcı bir biçimde’ ortadan silinecektir.”(9) Böylece sorunun insanın ölçü olmaması gerektiğinde olduğu ortaya çıkmış oluyor. Sonunda insan, doğada bir parçadır. Doğayı ne yaratandır, ne biçimlendirendir.
İnsan kendini ölçü aldı. Her şeyi kendine göre düşünmeye başladı. Ve en sonunda insanmerkezlilik ortaya çıktı. Bu insanmerkezcilik, mutlaka bir şeyi merkeze koyma hastalığına yol açmıştı. Hıristiyanlık işe Romamerkezcilikle başlamıştı, sonra hızını alamamış kapsamı genişletmiş dünyamerkezciliği keşfetmişti, sonunda kıta, işi, Avrupamerkeciliğe kadar götürmüştü. Hiç biri hayata uymuyordu, hiç biri varlığını sürdüremezdi, nitekim sürdüremedi.
Teknik kavramlar:
Sürdürülebilirlik kavramı canlıların yaşamı bakımından tek tek canlılar için değil, sistem içindir. “Sistem, canlıların birbirleriyle ve çevreleriyle ilişkilerinin, dinamik bir sistem oluşturduğu fikri”nden ortaya çıkmıştı. İngiliz biyoloğu Tansley 1935 yılında bunu “ekosistem” olarak adlandırdı. Bu kavramın önemi, canlı ve cansız doğanın tek bir bütün olarak görülebilmesindeydi. Dünya için ekosistemin özel adı da “ekosfer”di.(10)
İnsan-Doğa İlişkisindeki Sağlıksızlık
Canlılar hiyerarşisinin tepesindeki insan, doğanın belirli alanları ve süreçleri için kötülük kaynağı durumundadır. Hatta insanın doğaya zarar veren varlığı, belli görüşlere göre, bilinçli olmadığı sözkonusu olsa bile doğanın tamamına yöneliktir. Eğer insan yaşanılan “hiyerarşi”nin tepesinde olmasaydı, daha doğrusu kendini tepeye koymasaydı ve insanmerkezci bir anlayışa sahip olmasaydı, çevre sorunlarımız bu denli vahim olmaz, bugünlere kadar da çözümlere daha yakın olurduk.
İnsanlık bir uygarlık serüveni geçirdi, ve halen de bu tuhaf serüvenin içinde yaşıyoruz. Bu süreçte doğaya egemen olmak, doğanın değişimine yol açmak durumlarını, hayatta kalmak ve türünü sürdürmek güdüleriyle birlikte yaşadık. Batı’daki insan “yeryüzündeki bütün kaynakları kendisi için hazırlanmış nimet olarak değerlendirerek, kaynakları sınırsız kabul etmiş ve başka yaratıklara (hatta doğanın cansız varlıklarına) ne denli ihtiyacı olduğu unutmaya başlamıştır (belki de hiç bilmemiştir). Doğanın insan tarafından gördüğü zararın, bilinçsiz ve kendiliğinden doğal bir akışın sonucu, ihtiyaç karşılanması için yapılan “gerekli” şeyler olduğuna inanılmıştır.
Aslına bakılırsa doğa da belli durumlarda kendine zarar vermektedir, ancak, insanlığın “doğal afetler” diye adlandırdığı kimi tür zararlar, belli canlı türlerini yok etmek sonucunu verse bile kaçınılmazlıklar ve “doğal olgular” kapsamındadır. Oysa insanın verdiği zararlar, doğanın değişiminin ötesinde olup, kaçınılmaz olmayan zarar vermeler kapsamı ve kategorisi içindedir. Yani sonuçta insan, doğaya bu denli zarar vermeyebilirdi! Kaldı ki, insanın doğaya verdiği zarar yeni bir şey değildir.
Her ne kadar Malçok, “geçmiş çağlarda doğa bu tahribatı ve tüketimi telafi edebiliyordu, çünkü yaratılan tahribat da gene doğal araç ve yöntemlerle gerçekleşiyordu; üstelik dünyanın büyüklüğü ve nüfusun azlığı düşünüldüğünde tahribat küçük ölçekli kalıyordu” diyorsa(11) da, sorun, bir canlının (insanın) varlığıyla doğaya verebileceği zararının üstünde ve dışında ortaya çıkmıştır. Doğanın gördüğü geri döndürülemez yıkım ve zarar görme çeşitleri daha ilk çağlarda başlamıştı. Ve unutulmasın, tahribat, başladığından itibaren hep aralıksız, durmaksızın, her an da giderek artan ölçülerde olmak üzere ilerlemiştir.
Bundan üç yüzyıl öncesine kadar insanın doğayı değiştirmesi, etkilemesi, bozması, bugünkü durumlarla karşılaştırıldığında “önemli” zararlar sayılacak ölçülerde değildi. Ama gene de o zamanlara kadar bile az zarar verilmemişti.
Doğanın insan tarafından gördüğü zararın bir kısmı tarihin kayıtları altındadır. MÖ 4. yüzyılda Batı yazınında Mencius olarak bilinen Çinli filozof ve gezgin Mengzi (ya da “Mengke orko”), “direnme hakkı”ndan söz edecek kadar toplum-yönetim konularında bilgili ve etkiliydi, bunun yanı sıra, insanın doğası ve insan dışındaki doğa ile ilgili olarak da ileri sürdükleriyle tarihin ilk çevrecilerinden sayılabilir. Doğayı korumaya ve tüketmemeye yönelik önemli sözlerini alıntılayan Sargun A. Tont, Çinli düşünürün geleceğe yönelik uyarılar yaptığı kanısındadır. Demek ki, daha o zamanlarda bile doğa tahribatının farkına varılmaktaydı.(12) Grek filozof Platon, doğa tahribatına ve bozulmasına “Batı”da Kritas adındaki kitabıyla ilk dikkat çekenler arasındadır. Orada da bir duyarlılık olması, doğanın zarar görmesinin gözlerden kaçamayacak bir ölçüde olduğunu göstermekteydi.(13) “Çevre tarihçisi Raymond F. Dasmann’a göre Cato, Columella ve Plinius’un yazılarından anlaşılabileceği gibi Eski Roma’da toprak verimini korumak ve erozyonu önlemek için tedbirler alınmıştır. Çevrecilik açısından o eski zamanların belki de önemli düşünürü Tacitus”, “… doğal alanların olduğu gibi bırakılması fikrini ilk defa ortaya atanlardan biridir.“(14) İskoçya’nın kuzeybatı bölgesindeki ormanların 4 bin yıl önce yok edildiği belirlenmiştir. Akdeniz bölgesinde gemi yapımında kullanılan belli ağaç türleri binlerce yıl boyunca tüketilerek (İsa “doğduğunda”) kökleri kurutulmuştur. Anadolu’nun kuzeyindeki Karadeniz çamının bir türü, gemi ve ev yapımında en uygun ağaç türü olduğundan bitirilmiştir. MS sonra 11. yüzyılda Cermen kavimlerinin doğu yönünde yayılması Avrupa ormanlarının yıkımını başlatmıştır. 1664 yılında John Evelyn adındaki zamanının ünlü bilgini, “aşırı ağaç kesmenin zararlarına değinir ve ormancılığın yeni bir akademik disiplin olmasını önerir”. Ayrıca İngiltere’de kömür kullanımından ortaya çıkan hava kirliliğinin sağlığa zararlarına ilk dikkat çekenler arasındadır. 1700’lerin ilk çeyreği dönemlerinde kralın bahçecisi olarak çalışan Fransız doğabilimci Kont Buffon’un doğal verimlilikle ilgili belirlemeleri ilginçtir. “Tarih boyunca insan-çevre ilişkilerini en ayrıntılı şekilde inceleyen Clarence Glacken, Traces on the Rhodian Shore adlı kitabında” Buffon’un Avrupa çevre sorunlarını “ilk kez sistematik bir şekilde inceleyen” kişi olduğunu belirtir.(15)
Konu Neden Önemli?
“Gelişme” ve “ilerleme”, kesintisiz ve süreklidir. Ne zaman ki bazan olumlu olan bu yenilikler en sonunda, sanayileşmeyi ve büyüme ile durmaksızın gelişmeyi her şeyin odak noktası haline getirdi, insanın doğaya verdiği zarar çok anlamlı ve fazla olmaya başladı. İnsan için çok yönlü kaynaklar ve değerler barındıran doğanın çok yönlü yağması ilk adımdı, doğanın kirlenmesi ve değiştirilmesi bunu izledi. Yenilikler, teknoloji ve yoksulluk nüfus artışını kolaylaştırdı, nüfus artışıyla doğa tahribatı el ele yürüdü. İnsanın da doğasına aykırı olan büyük, plansız, sorunlu kentlerde doğaya yabancılaşarak yaşayan insanlar, doğal hayata yakın ortamları terk ettiler, dünya nüfusunun önemli bir kısmı kentlerde yaşama sürecine girdi ve dünya nüfusunun önemli bir kısmı için doğa önemini kaybetti. Kendine yeterli ve üretici hayatların oranı düştü. Ekili alanlar ve ormanlar azaldı, hayvan türleri azaldı, biyolojik çeşitlilik inanılmaz ölçülerde geriledi, aynı zamanda insanlığın beslenme sorunları büyüdü. Bir yanda zenginleşme, diğer yanda tarihte görülmemiş ölçülerde sefalet ve açlık ortaya çıktı. Aşırı tüketim israfla birlikte seyrederken, dünya orantısız eşitsizlikler içine girdi. Üretim ve tüketim için gerekli enerji ihtiyacı sürekli artarken, doğal enerji kaynağı olarak petrole bağımlılık hep arttı.
Doğa Tükenerek, Tüketilerek Kullanıldı.
Sular, karalar ve hava temizlenemez ve geriye döndürülemez şekillerde kirlenir ve bozulurken, ozon tabakasında delinme olduğu belirlenen büyük sorun ve küresel ısınma gibi bir felaket dünyanın kapısını çaldı.
“… iklim değişikliği ve biyolojik çeşitlilik kaybı tek başlarına da dünyayı insanlık için güvenli sınırların dışına çıkarabilir” denecek ölçüde vahim bir durumla karşı karşıyayız.(16)
Plansızlık, tek-hedeflilik, tek-yönlü bakış, tek-yönelimli pratik, insanmerkezcilik dünyanın her yerinde felaketlere yol açmıştı. Bunlar, on yıllar, bazıları ise yüzyıllar sonra anlaşılır oluyordu. Ekosistemi ve doğal dengeyi gözetici olmayan uygulamalar ve hesapsızlık, doğaya uygulanan şiddet ve doğanın ırzına geçilmesi durumundadır.
Artık ekolojik bir kriz vardır. Ve bu kriz, yalnız günü zorlayan değil, geleceğe yönelik bir tehdit derecesindedir.
Gelecek telaşı, bilgilenen ve düşünen herkesin düştüğü bir kuyudur.
Bizim Ekolojistlerimiz Ve İlk Ekolojist Dergi
Bu ekoloji alanının içine yeni giren kişilerin, ülkemizin ilk bilinçli ve donanımlı ekolojisti ve ekologu olan Doç.Dr. Osman Nuri Koçtürk’ü, Türkiye’nin ilk ekolojist dergisi olan (ve yayınına 1992 yılında başlayan) Ağaçkakan’ı biliyor olması pek beklenemez. Ama Koçtürk’ün o siyasal hareketlilik içinde olan günlerde (özellikle 1960’lı yıllarda) toplumsal bir uyanış yaratamamış olmakla birlikte önemli bir birikimin başlangıcını yapan bir öncü olduğu bugün artık bilinmektedir, ortaya çıkmıştır ve ileri sürdükleri kabul de görmektedir.(17) Keza aynı şey, zamanında takip edebildiğim kadarıyla o dönemden bildiğim Ağaçkakan için de geçerlidir, çünkü Yusuf Savaş Emek önderliğindeki dergi daha o dönemde tartışmalar yaratan, ekolojist tartışmaların merkezi olan ve “Yeşil hareketin yapılandığı, yapılandırıldığı tüm bu süreçlerde hep emperyalist güçlere ve yönlendirmelere dikkat” çeken özelliğiyle bugün bile önemlidir. Ağaçkakan’ın, gelişmişlik-emperyalizm bağıntısında çevrenin zarara uğramasını siyasal düzlemde ele alması ve göstermesi, bu konuda Türkiye’de devrimci ve bilinçli bir ekoloji hareketi varsa, onun eseri sayılmak gerekir.
Onu iyi tanıyan bir öğrencisi olarak Osman Nuri Koçtürk’ün, “ekoloji”yi ülkemize ilk tanıtan bir bilimci olduğunu söyleyebilirim. Onun çalışmalarına, yazdıklarına ve konferanslarına kadar ekoloji, sözcük olarak duyulur-bilinir olmakla birlikte, onunla birlikte kitleler tarafından da öğrenilmiş oldu. Aydınlanmanın solculuk üzerinden patlama yaptığı ve “her şeyin” ekonomik temel üzerinden görüldüğü ve açıklandığı 1960’lı yıllarda, “ekonomi” yanında “ekoloji”den söz ederek devrim saflarında gördüğü ilgi yanında, şaşkınlık da uyandırmış, hatta beğenmezliklere bile yol açmıştı.
Eserleri: Barış ve Emperyalizm, Gıda Emperyalizmi, Türkiye’nin Kalkınmasında Tarım ve Sanayi / Yeni Bir Düzen: AGRİNDUS, Yeni Sömürgecilik Açısından Gıda Emperyalizmi, Sessiz Savaş, Açlık Korkusu vb.
Yeğeni, Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Biokimya Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof.Dr. Semra Koçtürk, 2015 yılındaki Ütopyalar Toplantısında (Karaburun) amcası Osman Nuri Koçtürk’ü tanıtan ve çok ilgi gören bir sunum yaptı. Daha sonra İzmir’de, İzmir Tabipler Odası’nın düzenlediği “Gıda Emperyalizmine Karşı Yalnız Bir Savaşçı: Doç.Dr. Osman Nuri Koçtürk” başlıklı bir konferans verdi. O günlerden sonra O.N. Koçtürk bugün yeniden tanınmış durumdadır, eserleri yeniden yayınlanmaktadır ve İzmir Karşıyaka’da bir büstü bulunmaktadır.
Dünyayı Ve Doğayı Kötü Hale Getiren İnsan Mı, Sistem Mi?
Farklı bir bakış, “doğayı vurulduğu prangalardan kurtarabilecek bir anahtar” sunabilir.(18) Bunun peşine düşmek gerekiyor. Kurtulmamız lazım!
Suçu İnsana Atarak, Suçu İnsanda Bularak Düşünenler Çıkışı Bulamıyor.
İnsanın felsefesi, bitkiler ve hayvanlar olarak doğadaki canlıların ve hatta cansızların sadece insanlara yararlı olduğu için değil, varlık oldukları için değerli sayılmasında somutlaşmalıdır. Zaten kendi çıkarı da bundadır.
Kişisel çıkarların toplumsal çıkarlara galip gelmesi, denenen ütopyaların başarısızlığının nedeniydi. Adalar için bir çıkış yok. O yolu hayal etmekten vazgeçmemiz şart.
İnsanmerkezcilik doğanın başını yedi, ama bununla insan aynı zamanda kendini de yok etmeye götürüyor. İnsanın doğaya karşı insanmerkezciliği terketmesi, doğayı kurtaracağı gibi, kendini de kurtarmasını sağlayacak. Nasıl, insanmerkezcilik sisteme dayanıyor, o zaman…
Kâr güdüsünün sistemi 20. yüzyıla emperyalizm olarak geçmişti. Emperyalizmde her şeyi belirlemek isteyen kapital-finans ağaları, “kurtarıcı” olarak “çevreciliği” benimsemişlerdir. Bu yüzden, son dönemlerde moda olan çevrecilik de sömürülerek doğayı tahrip etmeye devam mı edeceğiz? Yoksa…
Ekolojik felaketler insanlığı bilinçlendirip uyandırdığında ve “ne gerekiyorsa yapalım” dendiğinde acaba geç mi kalınmış olacak? Musibetler nasihatlerden çok daha etkilidir, biliniyor, ama fıkrada olduğu gibi, “hakimin bir diyeceğin var mı” sorusuna idam mahkumunun “bu bana ders olsun” demesi şeklinde mi sonuç çıkarılacak? İdam mahkumu gerekli dersi çıkarmıştır!
Kaynak ve Dipnotlar:
1-Bu yazıda, Doğu Batı dergisinin “Floraya Ağıt: Doğa” başlıklı ve konulu son sayısı (83. sayı, Kasım, Aralık, Ocak 2017-18) esas alınarak insan adlı canlı türünün doğa ile ilişkisi ve ekoloji ele alınmıştır. Çok sayıda yararlı yazıyla önemli bilgi kaynağı olan dergiyi okumanız tavsiye edilir.
(Önemli bir not: “Ekolojinin ne kadar bilindiği” sözü/sorusu, Ütopya Toplantıları müdavimleri ve Dağarcık Türkiye’nin sürekli okurları için değil elbette.)
2- ncil’deki bu satırlar, “ekolojik krizimizin tarihsel kökleri” arasındaki somut bir örnek olarak gösterilmektedir. Bkz. Lynn R. White, “The historical roots of our ecological crises”, Sience, 155: 1203-1207; akt. Sargun A. Tont, Sulak Bir Gezegenden Öyküler, TÜBİTAK Kitapları, Ankara 2001, s. 36 ve 186 not 47.
3- Bu konuda küresel ısınmanın doğanın doğal bir sürecinin sonucu olarak ortaya çıktığını savlayan görüşler de bulunmaktadır. Yani son on yılların belirlenmesi olan küresel ısınma insanın doğaya olumsuz bir etkisinden ileri gelmemiştir.
4- Doğu Batı, Floraya Ağıt: Doğa, yıl 21, sayı 83, Kasım, Aralık, Ocak 2017-18.
5- ABD’de eğitimin ilk kez dayak olmadan yapılması gerektiğini savunan ve yüzden öğretmenliği sürdüremeyen Thoreau’nun ömrü protestolarla geçmişti. Haksızlığa karşı mücadelenin birinci sembolik adıdır.
6-Erol Malçok, “Geçmişten Günümüze Ekolojik Kriz ve Çözüm Önerileri”, Doğu Batı, s. 151-154.
Tam adı Friedrich Wilhelm Heinrich Alexander von Humbold, çok-bilimci (doğabilimleri yanında fizik, coğrafya, jeoloji, mineraloji, teknoloji, magnetoloji, tıp, uzaybilim vb.), çok-dilli (10’un üzerinde dile hakim olduğu bilinmektedir) ve müthiş güçlü bellekli bir yorulmaz gözlemci-araştırmacı ve kaşif olarak otuz cildi aşan eserleriyle 19. yüzyılın en önemli kişiliklerindendir. Bilimi programlı olarak popüleştirmeye çalışması ünlenmesini kolaylaştırmıştı. Bu yüzden 19. yüzyılda (bizde pek bilinmedi ama) Avrupa’da Napoleon’dan sonra gelen en tanınmış kişiydi. Son yıllarında büyük emek verdiği, içinde çokyönlü olarak otuz yıla yakın çalıştığı Berlin üniversitesine öldükten sonra adı verilecektir.
7- Malçok, aynı makale, s. 155-57.
8-Nilsen Gökşen, “Hawthorne’un Zehirli Bahçesi, Bilim ve Ölüm”, Doğu Batı, s. 85-105.
9-Doç.Dr. Yaman Örs, “Etik Açısından Doğal Çevremiz”, (yay. haz. Ruşen Keleş) İnsan Çevre Toplum, İmge Kitabevi, Ankara 1992, s. 255.
10-Mine Kışlalıoğlu, Fikret Berkes, Çevre ve Ekoloji, Remzi Kitabevi, İstanbul 1990, s. 35.
11- Malçok, aynı makale, s. 143.
12-Tont, aynı eser, s. 21.
13- Akt. Tont, aynı eser, 21-22.
14- Raymond F. Dasmann, “Conservation of natural resources”, Dictionary of History of Ideas, 1: 470; akt. Tont, aynı yerde.
15-Tont, aynı yerde.
16-Nükhet Barlas, “Doğa Yıkımı Yüzünden Çıkmaza Giren Uygarlığımız İçin Umut Var mı?”, Doğu Batı, s. 132.
17-Burada O.N. Koçtürk’ten başka Türkiye ekoloji tarihinin diğer öncüler ve uzmanlarına girmiyoruz. Ayrı bir yazı konusudur.
18-Hakan Yılmaz, “Hetero-Doğa(l)/Norm(al) Anlayışa Queer Ekoeleştirel Bir Bakış”, Doğu-Batı, s. 30.