Uygarlık Yer Değiştirir mi?

Bir zamanlar, Avrupa’daki ekonomik, kültürel, siyasal gelişmelerden kaynaklanan bir uygarlığın, “Batı uygarlığı”nın, çöküş içinde olup olmadığı, çöküş sürecine girip girmediği düşünülmezdi. Her ne kadar, Alman felsefeci Oswald Spengler (1880-1936) 1926’da Batı’nın Çöküşü adıyla bir kitap yazdıysa da, ve İngiliz edebiyat eleştirmeni ve düşünürü Christopher Caudwell (1907-1937), 1930’lu yılların başında Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler şeklinde bir çalışmayla1 Batı kültür dünyasını sarstıysa da, dünyada Batı’nın kültürel ve siyasal hegemonyasının son dönemine girdiğinin kabul gördüğü, bu yazılanlardan etkilendiği ve konunun her yerde tartışmaya açıldığı söz konusu değildi.

Batı’nın kendisinden örnekler daha etkili olur sanılırdı. Ama olmadı. Batı dünyası 18. ve 19. yüzyılların alışılagelmiş üstünlük söylemini aynen sürdürmekteydi, Avrupalı dünyanın hakimiydi, belirleyeniydi!

Hatta yukarıdaki iki örnekten öncesi de vardı. İngiliz iktisatçı J.A. Hobson ile Avusturyalı Marksist Rudolf Hilferding yayınladıkları kitaplarında2 “emperyalizm” ve “mali sermaye” kavramlarını öne çıkararak Batı’nın kapitalizmini değerlendirmişlerdi.3 Yazarlar kapitalizmin kötü olan yeni bir şekle girdiğini saptamışlardı.

Oysa yukarıdaki ilk iki örnekten önce Mehmet Akif (Ersoy; 1873-1936), 1921 yılında betimlediği “tek dişi kalmış canavar”la hem “hayatının sonuna gelmiş bir yaratığa” ve hem de “kötülük kaynağı olan bir canavar”a benzettiği Avrupa’nın, Batı’nın, emperyalizmin ne olduğunu açıkca ifade etmişti. Ve bu, Batı dünyasının kendisinde bir türlü bilince çıkamayan, ama Doğu dünyasına bütün çıplaklığıyla kendini göstermiş olan olguya karşılık geliyordu.

Ahmet Haşim’in (1886-1933) Frankfurt Seyahatnamesi’nde (1932) Almanya için söylediği “kurtlu elma” metaforu, hem bütün Avrupa’yı, hem de bütün Batı’yı ifade ediyordu.4

Zafere ulaştırdığı bir bağımsızlık savaşı yapan bir ülkenin aydını bütün nezaketiyle bir gerçeğe işaret ederken Doğu’nun, ezilenlerin hissiyatına tercüman oluyordu.

Batı”dan Bakmakla “Doğu”dan Bakmak Aynı Şey Değil!

İki farklı görüş vardı, birbirine tersti. Bunlar Avrupa’ya ve Batı’ya iki başka şekilde bakmaktı. Biri kendi içinden, Batı’dan bakmak, diğeri Avrupa’nın dışından, yani Doğu’dan bakmak. Bu, dünyanın küçük bir kısmından bakmakla dünyanın bütününden bakmak arasındaki farktı. O küçük kısım, bütünün içinde çok küçüktü.

Batı’ya kendi içinden bakanlar, Batı’nın olumsuz taraflarını görenler olduğunda bunların fazla bir mana ifade etmediğini düşünürlerdi, sistem ve yapı için bir önemi olmazdı. Zaten bu ayrıksı olumsuz bakışlılar tek tük olduklarından “üretim hatası” sayılırlar, “istisna” muamelesi görürlerdi (“istisnalar kaideyi bozmaz” hesabı).

Çoğunluk her zaman esas olarak “ana akım”ı meydana getirir ve bunlar kendi uygarlıklarına toz kondurmazlar, ona hayranlıklarını dile getirirlerdi. Sanat, bilim, kültür, felsefe, demokrasi, özgürlük, eleştiri, başkaldırı, akıl, felsefe, dinamizm, yaratıcılık, teknoloji, üretim, ticaret, velhasıl her şey onlardaydı. Uygarlık da onların eseriydi. Dünyanın başka bir yerinde uygarlık “olmadığını” düşünmeleri, onların bu bakışının rahatlama nedeni ve dayanağıydı.

Üstelik uygarlık Avrupa’dan çıktığı, “Batı”yı ortaya çıkardığı gibi, orada da kalacaktı.

Bu şekilde düşünceler için “bilimsel” alanlar yaratmışlar, örneğin, bu alanlardan biri olan oryantalizm (şarkiyatçılık, doğubilimcilik), Doğu’nun durgunluk, gelişemezlik, değişemezlik özelliklerini keşfetmişti! Bu yüzden oralarda uygarlık olamamıştı, olamıyordu ve hiç bir zaman da olamazdı!

Doğu’dan bakanlar Avrupa’nın sömürgeciliğine maruz kalanlar olarak haliyle onun kötülüğünü bilirlerdi. Hele hele emperyalizmin işgaline uğramış, toprakları paylaşılmış, çıkarılan savaşlarda milyonlarca insanını kaybetmiş bir ülkenin aydını için emperyalizm elbette tek dişi kalmış bir canavardan başka bir şey olamazdı. İnsan ne kadar mücadelenin içindeyse, insan ne kadar saldırgana karşı hiddetlendiyse, ifadesi de o ölçüde somut ve sert oluyordu.

Batı” Nereden?

Bin yıl önce Avrupa “üstün” değildi. Çünkü kendisinden zengin, kendisinden bilgili, kendisinden birikimli bir başka dünya vardı. O dünya, onlar gibi olunamaz Doğu’ydu. Her şey onlardaydı.

Oraya gidilmeliydi.

Arada kimse olmamalıydı.5

Doğu’ya ulaşma isteğiyle Avrupa’nın batı sahillerinden okyanuslara açıldılar, Hindistan’a varacaklardı. Başka yerler çıktı karşılarına. Ulaştıkları yeni toprakları sahiplenmek istediler, fetihçilik başladı. Metalsiz, silahsız, yazısız barışçı insanlara savaş açtılar. “Yeni topraklar”daki insanlar direnmiyor, ayrıca direnemiyordu. Onların topraklarını sömürgeleri yaptılar.

Beklenmeyen şaşırtıcı kolay başarılar Avrupalılarda özgüven yarattı.

Roma’nın merkezciliğinin6 hortlaması kaçınılmazdı. Başlangıcı, fikri temelini ören Rönesans oldu, maddi temeli ise keşifler sonrasında değerli madenlerin yağmasıydı. On binlerce ton altın ve gümüşü ülkelerine aktararak “zenginleştiler”.7

Sömürgecilik, kölecilikteki eşit haklara sahip olmama durumunu daha da derinleştirdi. Bu “yeni insanlar”ın insan olup olmadıkları gerçekten bir tartışma alanıydı!8 Bu arada Hıristiyanlık dünyasal olma hevesine kapıldı. Sömürgelerde karşılaştıkları insan olup olmadığı tartışılan yaratıklar da Hıristiyan olacaklardı, daha doğrusu yapılacaklardı. Bu yüzden onlar insandılar!

İnsan olmayanları Hıristiyan yapmak tabii ki saçma olurdu!

Bu tarihsel geçmişin izleri ve sömürgeciliğin anlayışı bugün Batılılarda ırkçılık olarak yaşamaktadır. Avrupamerkezciliğe göre, kendileri üstündür ve dünyadaki bütün insanlar onlardan aşağıdadır.

Kaynağı kölecilik olan üstünlük ve kendini ayrıştırma duygusu, Avrupa Hıristiyanlığı demek olan Roma Hıristiyanlığının tekçi (tek din) anlayışı ve uygulamasıyla birleştiğinde farklılıklarla (yani farklı dinlerle, başka inançlarla) bir arada yaşamanın yolu da tıkanmış olur. Doğu’nun bir arada yaşama kültürünün Avrupa’da ve Avrupa Hıristiyanlığında yaşaması mümkün değildir.

Merkezcilik bir uygarlık hastalığıdır, ama Avrupa’yı ve Batı’yı değil de uygarlığı mahkum edeceksek bu nedenle etmeyelim. Çünkü bu hastalığın olmaması mümkün olduğu gibi, bundan kurtulunması çok zor da değildir, nitekim örnekleri vardır. Ayrıca uygarlık, kendini merkeze koymaya mahkum da değildir, gene örnekleri vardır. Aklımıza getirelim, Doğu’da bu yoktur, İslamda bu yoktur,9 dolayısıyla her yerde ve her uygarlıkta kendini merkeze koymak yoktur. Roma’da kendini merkeze koymanın nedeni köleci üretim sistemine sahip olmasındandır, dolayısıyla merkezciliğin kölelikle, kölecilikle böyle kaçınılmaz bir ilişkisi bulunmaktadır. Romamerkezcilik, köleci sistemin makro ölçekteki karşılığıdır. Köle sahibi nasıl kendini belirleyen yapıyorsa, sistem ve kurumsal yapı da aynı şeyi yapmaktadır.

Sonuç: Uygarlık ve Coğrafyalar

Yazımızın başlığında sorduğumuz sorunun yanıtı, “değiştirir”dir. Çünkü görülmüştür, yaşanmıştır, tarihler yazmıştır. Uygarlık, dünyanın bir yerinde sabit değildir. Ayrıca uygarlık, kopukluklar yaşasa bile devam edip bugünlere varan bir olgudur. Asya’dan çıkmış, Hindistan ve Çin’e gitmiş, Mezopotamya’ya, Anadolu’ya, Doğu Akdeniz’e ve Mısır’a gelmiştir.

Dikkat ettiyseniz henüz Avrupa sayılmadı. Çünkü en son geldiği yer Avrupa’dır ve Avrupa uygarlığının da tarihi ancak beş-altı yüzyıl kadardır.

Antik uygarlıklardan bugün yaşayan yalnızca Çin uygarlığıdır.

Uygarlık yer değiştire değiştire bugünlere gelmiştir. Her yeni uygarlık odağı daha öncekilerin devamıdır.

Avrupa uygarlığı, Avrupa’dan çıkmadığı gibi, Doğu uygarlıklarının bir uzantısıdır. Batı’nın kendine temel aldığı Greko-Romen kök, bağımsız bir uygarlık değildi, Doğu’yla bağlantılıydı, Doğu’daki uygarlığın bir parçasıydı.

Gelelim bugünlere. Batı dünyasının çöküş içinde olduğunu görmek için artık ne kılavuza, ne de gösterene ihtiyaç var. Emperyalizm günümüzde kendini yok eden bir yaratığa dönüşmüş bulunuyor. Bugün Batı uygarlığı, geçerli olma süresini doldurmuş durumdadır. Etkinliği azalmakta, yerini tekrar Doğu’ya bırakma sürecine girmiştir. Buna karşılık Doğu, bir uygarlık olarak tekrar yükselmektedir.

Batı uygarlığının çöküş evresine girdiği artık tartışma konusu olmaktan çıkmıştır.

Avrupa’da çöküş ırkçılıkla başlamıştı, ırkçılık, yalnızca çöküşün belirtisi (semptomu) ve göstergesi değildir, ırkçılık, çöküşün kendisidir. Batı uygarlığı, ırkçılık ve emperyalizm yüzünden kendini koruyamamakta, düzeyini sürdürememekte, değerlerini muhafaza edememektedir. İnsanlığa vereceği bir şeyi kalmamıştır.

Artık savaş çıkarmaktan başka yapacağı bir kötülük de yoktur.

Günümüzde uygarlık, tarihte birçok kez olduğu gibi yine yer değiştirmektedir.

NOTLAR

1Kitap, yazarın İspanya iç savaşında ölmesinden sonra yayınlanmıştı, Türkçesi için bkz. Christopher Caudwell, Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler, iki cilt (I ve II), Metis Yayınları, İstanbul 1982 ve 1983.

2 Hobson, Imperialism / A Study, London 1902 ve Hilferding, Das Finans Kapital, 1910. Akt. V.İ. Lenin Emperyalizm / Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Sol yayınları, Ankara 2006, s. 17.

3 Bunlardan yararlanan V.İ. Lenin, ünlü kitabıyla emperyalizm teorisini oluşturmuş, çöküşe işaret etmişti (Emperyalizm). Ve daha sonra 1913’te “Geri Avrupa ve İleri Asya” diyerek Batı’nın çürüyüşünün bir uygarlık sorunu olduğunu belirtmişti (V.İ. Lenin, Doğu’da Ulusal Kurtuluş Hareketleri, Ant Yayınları, İstanbul 1974, s. 96 vd.).

4 ”… Almanya pembe ve büyük bir elmadır. Fakat içi kurtludur.“ Bkz. Ahmet Haşim, Frankfurt Seyahatnamesi, Can Yayınları, İstanbul 2021, s. 32.

5 “Arada olanlan” yüzünden dertliydiler. Avrupa’ya bin yıldan fazladır gelen Çin malları Avrupa için önemliydi. Hindistan’dan gelen baharat ise çok değerliydi. Bunların ticareti İpek Yolu’yla yapılır, İpek Yolu’nu ise Türkler yürütürdü. Son durak Akdeniz, bütünüyle İslamın kontrolündeydi. Bu yüzden “arada” Türklerle İslamlık bulunmaktaydı ve onlar da Doğu’ydu.

6 Roma, dünyanın merkeziydi. “Bütün yollar Roma’ya çıkar”dı.

7 Bu yağma sürecinin ayrıntılı bilgisi ve rakamlar ile ilgili olarak bkz. Carlo M. Cipolla, Fatihler, Korsanlar, Tüccarlar, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2003, s. 18 vd.

Zenginleşme”nin getirdiği felaket konusunda ise bkz. s. 30 vd.

8 1550 yılında, yeni kıtalardaki yerlilerin insan olup olmadıkları sorusuna yanıt bulmak için Kral V. Charles (V. Carlos) tarafından Volladolid İhtilafı adı verilmiş tartışma. Bilgi için bkz. John M. Hobson, Batı Medeniyetinin Doğulu Kökenleri, YKY, İstanbul 2007, s. 172.

Bu tartışmada, “Papa yerlilerin de ruhu olduğunu kabul etmesine karşın, kraliyet yetkilileri yerlilerin Hıristiyanlığı kabul etmeye bile layık olmayan yaratıklar olduğunu savunabilmiştir”. Güneş Ayas, “Shakespeare’in Fırtına’sındaki Kolonyalist Söylem Karşısında Anti-Kolonyalist ve Oto-Kolonyalist İki Tutum: Aimé Césaire ve Nurullah Ataç Arasında Bir Karşılaştırma”, Güneş Ayas (ed.), Barbar Batı / Bir Aimé Césaire Kitabı, Doğu Kitabevi, İstanbul 2015, s. 172.

9 S. Amin şöyle yazıyor: “Maxime Rodinson, Orta Çağda İslamiyetin Avrupa’ya bakışının modern zamanların Avrupamerkezli küçümseyici tavrından farklı olduğunu göstermiştir.” Bkz. Samir Amin, Avrupamerkezcilik / Bir İdeolojinin Eleştirisi, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1993, s. 87.

Bunları da sevebilirsiniz