1970’lerde ABD’nin tek taraflı/haydutça bir kararla, doların altın eşitliği kaldırılarak, gerektiğinde ülkeleri ekonomik ve tabiî ki siyasi olarak yok edebilecek bir silaha dönüştürülmesinin sağladığı güçle piyasaya sürüldü “küreselleşme” kavramı ya da ideolojik saldırısı. Ulus devletleri hedef alan bu saldırının, tek tek insanlara ve toplumlara yutturulabilmesi için, daha önceki döneme ait tüm ortak değerlerin “yeni kavramlarla” yok edilmesi, içeriğinin yeniden tasarlanması ve doldurulması gerekiyordu.
Bu ortak değerlerin yok edilmesi için öncelikle yapılması gereken şey, ulusal ve sınıfsal aidiyetlerin çağ dışı kalmış, baskıcı/otoriter yapılar/kavramlar olduğunu yüksek sesle dile getirmekti. Bu şekilde, mevcut içerikleriyle/anlamlarıyla gözden düşürülen yapılar/kavramlar, “dünya büyük bir köy”, “hepimiz kardeşiz” gibi, süslü ama içeriği boş kavramlarla, ulus kimliği üzerine inşa edilmiş mevcut devlet yapıları ve bağımsız uluslardan oluşan dünya siyasi coğrafyası siyaseten çağ dışı ilan edildi.
1985 yılında, görünüşte Bob Geldof organizasyonuyla ve Etiyopya’da ki açlıkla mücadele amacıyla yapılan Live Aid, konserleriyle başlayıp, ABD’li Afro-American şarkıcılarca seslendirilen “We Are the World” (Hep birlikte Dünyayız) şarkısıyla ön plana çıkarılan USA for Africa yani Afrika için ABD etkinlikleriyle yeni dönemin kültürel referansları piyasaya sürüldü. Yardım organizasyonu maskeli, görünüşte insani hedefleri olan küreselleşme reklamları, görünüşte kimsenin karşı çıkamayacağı parlak, göz alıcı zehirli bir elma benzetmesini hak edecek sloganlarla piyasaya sürüldü.
Artık ulusal sınırlarla ve ulusal kimliklerle insanları tanımlamanın çağı geçmişti. Artık hepimiz “dünyalıydık”. “Bizi bölen, “faşist ulusal kimliklerimizden” kurtulmalı”, etnik, mezhepsel ve benzeri alt kimliklerimizle bir arada olmayı, küresel düşünüp yerel davranmayı, ulus devletleri yok saymayı, vize duvarları yükselse de bizler dünya vatandaşı olma masalına inanmayı becermeliydik.
Gün küresel düşünüp, yerel davranma günüydü. Yalnızca ulusal kimlikler değildi çağ dışı kalan. Sınıfsal kimliklerin, ayrımların, karşıtlıkların da -işçi-kapitalist, maraba-toprak ağası- çağı geçmişti. Teşvik, destek, özelleştirme, vb her şekilde devletin kesesine, vatandaşın vergisine el atan yerlisiyle yabancısıyla şirketler/patronlar; emeği sömüren, konu ücret odlumu daha fazlasını vermemek için her türlü bahaneyi bulan ya da yükü devletin sırtına yıkmaya çalışan kişiler değil, iş yeri kuran girişimciler, insanlara ekmek veren hayırseverlerdi aslında.
“Hayırsever” oldukları için de, ödül olarak katılım/yönetişim adı altında, Düzenleyici/Denetleyici Kurumlar/Kurullar marifetiyle devletin ekonomik ve siyasi karar mekanizması içerisine sokuldular. Artık ülkenin/devletin tek amacı, çağın yeni “uç beyleri” iş insanlarını, girişimcileri yani patronları kamu varlıklarını yok değerle satarak, tahsisler/imtiyazlar vererek desteklemek, vatandaşın iş bulabilmesi için, onların keyfine uygun şekilde yatırım yapmalarını beklemekti. Artık yapan değil, yapması için sermayeye uygun ortam hazırlayan, destekleyen, kimsesizlerin kimsesi olan değil, yerli yabancı sermaye sahiplerinin/patronların her şeyi olan bir devletin, Dünya Bankası ve OECD mutfaklarında pişirilip, bizim gibi yabancının parasıyla kalkınacağını zanneden ülkelere ihraç edilen yapısal reformlarla yapılandırılması dönemi gelmişti.
Hikaye genel olarak böyle gelişti.
Artık farklılıklarımızla bir olma, etnik, dini, mezhepsel ayrılıkların, ayrılık değil demokrasinin ve eşitliğin göstergesi olduğu savıyla ön plana çıkarılması bu çerçevede gerçekleştirilen algı operasyonları, manipülasyonlarla toplumlara pazarlanması dönemi gelmişti. Terör örgütü PKK’nın, artık terör örgütü değil, etnik/kültürel haklarını savunan, devletin yanlışları nedeniyle silaha sarılmak zorunda kalan bir özgürlük talebi, kamu sektörünün, kamu varlıklarının, hızla yok edilmesi gereken “yükler” olarak görülmesi, devletin yani vatandaşın olan şeylerin bir kısım yerli yabancı patronun malı yapılması gerekiyordu. Ne de olsa hepimiz kardeş olmuş, aynı gemiye binmiştik. Onun malı, bunun malı ne fark ederdi. Ayrımız gayrımız kalmamıştı. Gün, etnik ve dini kimliklerimizin, cinsel tercihlerimizin “özgürlüğün olmazsa olmazı” farklılıklarımız olarak ön palana çıkarılması, farklılıkların bu denli öne çıkarılmasını yanlış bulanların faşist, ırkçı, “cinsiyetçi” ilan edilmesi, ailelerin ve ulus devletlerin despotik mekanizmalar olarak lanetlenmesi günüydü.
Gerçeğin anlatılan gibi olmadığı, bir bütün olarak bu söylemin büyük bir kandırmaca olduğu 2007-2008 ABD borç krizi ile patlayan finansal balonlarla ortaya çıktı. Finansal balonları yaratan, bu balonlarla ülkelerden daha zengin olan yüzde birlik kesim ve bu kesimin sözcüsü haline gelmiş, siyaset kurumu ve siyasiler ile krizde evini, arabasını, işini, emeklilik parasını yani geleceğini kaybedenlerin aynı gemide olmadığı, söylendiği gibi hepimizin kardeş olmadığı uzun bir aradan sonra yeniden görülmeye, etnik ve dini kimliklerin bu vahşete karşı, hiçbir koruma sağlamadığı fark edilmeye başladı. Piyasacılar sorunu pandemiye bağlasalar da gerçeğin öyle olmadığını herkes biliyor aslında.
Fark edilen bir diğer şey, neoliberalizmin dünyayı yalnızca etnik ve dini kimlikler, zenginler ve yoksullar ya da zengin ya da fakir ülkeler diye bölmediği oldu. 2008 krizi sonrası ortaya çıktı ki, ülkeler kendi içerisinde mekana bağlı olarak da bölünmüştü. Finans ve yüksek teknoloji ve yönetim hizmetlerinin yoğunlaştığı küreselleşmiş kentler -bu kentler, dünya kentleri” olarak adlandırılırken diğer kentler, yerleşimler taşralaştırıldı, çağ ayak uydurmayan yerler olarak nitelendi- kendi ülkelerin kalanına düşman olmuştu. Artık Paris Fransa’ya, New York, Kaliforniya ABD’ye, İstanbul, Ankara’ya, Anadolu’ya karşıydı ve bunun anlamı, tüm ülkelerde keskin siyasi bölünmeler oldu.
Bu konuya devam edeceğim.
Ahmet Müfit