Algı Problemi 1

Her şey göründüğü gibi değildir. Bir şeyin nasıl göründüğü ile aslında nasıl olduğu arasında fark olabilir. Bu son derece sıradan gözlem, aslında felsefenin en büyük sorularının birçoğunun temelini oluşturur. Bir defa şeylerin nasıl göründükleri ile gerçekte nasıl oldukları arasındaki ayrımı yaptınız mı, felsefenin en önemli kuramsal alanlarının temelini atmış olursunuz.

Bu alanlardan biri bilgi felsefesi ya da epistemolojidir. Kuşkusuz, bu alanın temel sorularından biri, dünyanın bize nasıl göründüğünün ötesinde, gerçekte nasıl olduğuna dair kesin bilginin mümkün olup olmadığıdır. Bu türden bilgiye sahip olamayacağımızı savunanlara Kuşkucu ya da Şüpheci diyoruz. Gerçekte Kuşkucu olmak zordur. Ancak yalnızca kurgusal olsa bile, bu Kuşkucu figürü epistemologların epey başını ağrıtır. Bilgi felsefesiyle uğraşanların mesailerinin büyük bir kısmı Kuşkucuyla boğuşmakla, onu tatmin edici biçimde yanıtlamaya çalışmakla geçer.

Görünen ile gerçeklik arasındaki ayrımı kabul ettiğinizde kuramsal felsefenin öteki büyük alanının var olabilmesi için de gerekli kavramsal düzlemi sağlamış olursunuz. Bu alan yer yer “varlık felsefesi”, “ontoloji” ya da özellikle “metafizik” adıyla anılır. Metafizik sıklıkla, dünyanın bize nasıl göründüğünün değil de gerçekte nasıl olduğunun bir açıklamasını sunmaya çalışan alan olarak tasvir edilir. Metafizikçiler, evrenin aslında ayrı ayrı nesnelerden oluşmadığı, zamanın aslında akmadığı ya da özgürce karar vermemizin aslında mümkün olmadığı gibi, dünyanın bize nasıl göründüğüyle çelişen iddialarda bulunmuşlardır. Bu gibi iddiaların mümkün olması için bir ön koşul, dünyanın bize nasıl göründüğüyle aslında nasıl olduğu arasında bir farkın olabileceğini kabul etmektir.

Bu yazı dizisinde, görünen ile gerçeklik arasındaki bu ayrımdan doğan, felsefe tarihi boyunca gündemde kalan ve ucu hem epistemolojiye, hem metafiziğe hem de zihin felsefesine dokunan bir bilmeceyi inceleyeceğiz: Algı Problemi.

Algı” diyerek, etrafımızdaki nesnelerin, olayların ve onların özelliklerinin duyularımız aracılığıyla deneyimlenmesini kastediyorum. Karşımda beyaz bir kupa var ve ben onu görsel olarak deneyimliyorum. İşte bu, görsel algının bir örneği. Elbette dünyayı duyarak, dokunarak, koklayarak ya da tadarak da algılayabilirim. Bunların yanına bedenimizin uzamda nasıl konumlandığına dair algımız olan propriyosepsiyon ya da özduyum da eklenebilir. Bu yazıda, felsefe tarihinde ve çağdaş literatürde olduğu gibi, biz de özellikle görsel algı üzerinden düşüneceğiz. Ancak hedef, tüm duyular için geçerli bir şeyler söyleyebilmek.

Bu yazının kalanında Algı Problemini genel hatlarıyla ortaya koyacağız. Gelecek yazılarda problemi çözmek amacıyla geliştirilen kuramları sırasıyla inceleyeceğiz.

Algı deneyimimize dair günlük hayattaki tutumumuzu yansıtan bir şeyler söylemeye çalışarak başlayalım. Etrafımızdaki dünyayı algılarken onunla doğrudan bir ilişki içinde olduğumuzu düşünürüz. Birisinden görsel deneyimini tarif etmesini isteseniz, size etrafındaki nesneleri ve onların özelliklerini anlatmaya başlayacaktır. Mesela şöyle bir yanıt alabilirsiniz: Yemyeşil, uzun ve gür ağaçlar, ağaçların etrafında oynayıp koşuşturan çocuklar görüyorum. Sağduyu bize bahsi geçen ağaçların biz onları deneyimlemesek de var olmaya devam edeceklerini ve sahip oldukları özelliklere bizim onları deneyimleyip deneyimlememizden bağımsız olarak sahip olduklarını söyleyecektir. Kısacası, algı deneyimimizde zihinden-bağımsız şekilde var olan bir dünya bize doğrudan sunulmuş haldedir. En azından böyle düşünürüz.

Ancak algı deneyimimize dair bu sıradan görüşün aslında doğru olamayacağını düşünmek için çeşitli sebepler mevcuttur. Öncelikle, perspektif hakkında düşünelim. Karşımda yukarıda bahsettiğim kupa duruyor. Ancak kupaya tam olarak tepesinden bakmıyorum. Dolayısıyla, kupanın ağzı benim oturduğum yerden bir çemberden ziyade oval bir halde görünüyor. Gerçekte, kupanın ağzının çember şeklinde olduğunu biliyorum. Oysa, benim deneyimimde doğrudan karşılaştığım görüntü, eliptik bir ağza sahip bir kupa içeriyor. Öyleyse, doğrudan deneyimlediğim şey kupanın kendisi olamaz.

Perspektif meselesinden devam edelim. Çalıştığım masadan uzaklaştıkça, masanın üzerindeki kupa gittikçe küçülüyormuş gibi görünüyor. Doğrudan deneyimlediğim kupanın boyutu değişiyor. Oysa, gerçek kupanın hacminin sabit olduğunu biliyorum. Öyleyse, doğrudan deneyimlediğim şey kupanın kendisi olamaz.

Yakından ilgili başka bir konu ise illüzyonlar. Karşımdaki kupa gerçekten de bembeyaz. Ancak aynı kupayı mavi ışık altında gördüğümde, mavi renkte zannedebilirim. Böyle bir durumda, benim doğrudan deneyimlediğim şey gerçek kupa olamaz. Ne de olsa benim doğrudan deneyimlediğim kupa mavi, oysa gerçek kupa beyazdır.

İşte Algı Problemi, bir tarafta algı deneyimimize dair sıradan görüşümüz ile diğer tarafta perspektif ve illüzyon gibi olgular arasındaki tutarsızlıktan doğan felsefi bilmecedir: Bir tarafta illüzyonun olanaklılığı ile diğer tarafta algının, etrafımızdaki dünyanın doğrudan deneyimi oluşu çelişkili midir? Eğer burada gerçekten bir tutarsızlık varsa, algıya dair görüşümüzü illüzyonları olanaklı kılacak şekilde nasıl değiştirmeli ya da genişletmeliyiz?

Tarih boyunca birçok filozof yukarıda bahsettiğim türden akıl yürütmelerden etkilenerek bizim etrafımızdaki dünyayı doğrudan deneyimlediğimizi reddetmişlerdir. Bu gibi argümanlardan dolayı sıklıkla bizim doğrudan deneyimlediğimiz şeylerin yalnızca zihinsel görüntüler olduklarını, bizim dışımızdaki dünyayı ancak bahsi geçen zihinsel görüntüler aracılığıyla, yani dolaylı olarak bilebileceğimizi düşünmüşlerdir.i Hatta bu zihinsel görüntüleri kabul ettikten sonra, bizden bağımsız olarak var olan maddî bir dünyaya inanmak için bir sebebimiz kalmadığını savunanlar dahi olmuştur.ii

Elbette bu tepkilerin makul olması için söz konusu illüzyon argümanının geçerli olması gerekir. Dolayısıyla, Algı Problemi karşısında geliştirilen kuramları incelerken bir yandan, yukarıda yalnızca genel hatlarıyla ortaya koyduğumuz akıl yürütmeyi daha dikkatlice incelememiz gerekecek. Belki de dünyayı doğrudan algısal olarak deneyimlediğimizden vazgeçmemize gerek kalmaz.

iBu türden bir görüş savunanlar arasında Descartes, Locke, Hume ve Russell gibi “büyük” isimler sayılabilir.

iiBu türden bir görüş de Berkeley gibi idealistler tarafından savunulmuştur.

Bunları da sevebilirsiniz