Şubat ayında yaşadığımız depremler ve seçim hazırlıkları nedeniyle Türkiye o kadar hareketli günler geçiriyor ki bazı önemli uluslararası gelişmeler gündemde yeteri kadar tartışılmıyor. Bu gelişmelerin başında İran ve Suudi Arabistan arasında Çin’in nihai dokunuşlarıyla yapılan anlaşma geliyor. Bu anlaşma ülkesel, bölgesel ve küresel anlamda bize çok önemli sinyaller verse de dikkatli değerlendirilmesi gereken bir anlaşma.
İran ve Suudi Arabistan Rekabeti ve Ardındaki ABD
İran ve Suudi Arabistan, bölgede benzer etki kapasitesine sahip ancak somut çıkarlar açısından birbirine karşı konumlanan iki aktör. İki ülkenin bölgesel rekabeti İran İslam Devrimi öncesine dayansa da İslam Devrimiyle birlikte farklı bir boyuta evrildi. İran Şahını deviren muhalifler arasında öne çıkan ve iktidarı ele geçiren devrim lideri Humeyni, Körfez monarşilerini hedef alan kuvvetli bir monarşi-karşıtı söylem inşa etmişti. Körfez ülkeleri başta olmak üzere pek çok bölge ülkesini endişelendiren Devrim ihracı politikasında da Humeyni, bölgesel tutunumu artırabilmek adına devrimin Şii özelliklerini öne çıkartmayıp İslam’ın evrenselliği üzerinden bölgede etkin olmaya çalışmıştı. Ayrıca Humeyni’nin ezenler-ezilen (mustakberin -mustazafin) doktrini çerçevesinde Suudi Arabistan başta olmak üzere, Körfez monarşileri İran’ın sembolik savaş ilan ettiği ezenler kategorisinde yer almaktaydı. Bununla birlikte İran açsından Körfez ülkelerini mimli yapan en önemli koşul Körfez ülkelerinin ABD ile olan yakın işbirliği idi. Bu nedenle Humeyni Körfez ülkelerini “Amerikan İslamı” inşa etmeye çalışarak ümmeti bölmekle itham ediyordu.
Öte yandan, ABD’nin komünizmi çevrelemek için geliştirdiği Yeşil Kuşak doktrini Suudi Arabistan için “bölgesel bir güç” olabilme koşulları yaratmaktaydı. Suudi Arabistan’ın bölgesel gücünün önemli bir bileşeni, Afganistan başta olmak üzere, desteklediği radikal İslamcı devlet-dışı aktörlerdi. Bu aktörler, o dönemde “Komünistlere” karşı zafer kazanan “Mücahitler” iken, sonradan Batı nezdinde de “terörist” e evrilmişler ancak gerekli durumlarda Batı tarafından da pek ala kullanılmışlardı. Öte yandan, Humeyni, devrimin Şii karakteristiğini geri planda tutmaya çalışsa da yeni İslam Cumhuriyeti’nin bölgesel güç unsurunu oluşturan şey, bölgedeki Şiiler ve Şii devlet dışı aktörlerdi. Özellikle Suudi Arabistan Şii nüfusunun petrol zengini bölgelerde meskûn olması İran-Suudi Arabistan rekabetine ayrı bir boyut katıyordu. İran’ın Hizbullah (Lübnan) başta olmak üzere Şii militanlar üzerinden bölgede sağlama çalıştığı etki Batı tarafından İran’ın terör sponsoru bir ülke olarak görülmesine neden olurken, bölgede İran karşıtı bir cephe oluşturulmasını da kolaylaştırdı. ABD’nin teşvikiyle bölgede İran karşıtı Körfez İşbirliği Teşkilatı oluşturuldu. ABD başta olmak üzere, Batı’nın İran karşıtı propagandalarının da (haydut devlet, şer ekseni) etkisiyle Suudi Arabistan bölgenin en önemli askeri kapasitelerinden birisine dönüştürüldü. İran ve Suudi Arabistan, Şiilik ve Vahhabilik üzerinden, Irak’tan Suriye’de Afganistan’dan Yemen’e bölgedeki neredeyse tüm çatışmalarda karşı karşıya geldi. Ancak bu rekabet her seferinde ABD düşmanlığı ve dostluğu üzerinden kesişiyor ve bu ABD ekseniyle güçleniyordu. İran, meşhur “direniş ekseni”ni inşa ettiği cephede, ABD karşıtlığı üzerinden sahada doğrudan Suudi Arabistan destekli gruplarla çatışıyordu.
İran ve Suudi Arabistan’ı Masaya Oturtan da ABD Oldu
7 sene önce kesilen diplomatik ilişkilerin düzeltilmesi için gerekli koşullar da ABD ile yakından ilişkili bir düzlemde oluştu. Suudi Arabistan’ın insan hakları ihlalleri konusunda kabarık sabıkası ve kan donduran Cemal Kaşıkçı cinayeti ABD’nin Suudi Arabistan’a verdiği desteği açıktan sürdürebilmesi önünde zaten ciddi bir engel teşkil ediyordu. Batı’dan Suudi Arabistan’a gelen askeri destek kesilmişti. Suudi Arabistan zaten bir süredir dünyanın çok kutuplu bir yapıya evrilmesine koşut olarak askeri kaynaklarını çeşitlendiriyordu. Dış politikasını “demokrasi ve otoriterlik” ikilemi üzerinden inşa eden Joe Biden, Ocak 2021’de ABD Başkanlık koltuğuna oturmasından sonra ise ABD’den Suudi Arabistan’a ve özellikle Veliaht Prense yönelik eleştirinin dozu arttı. Biden’ın gelişi ve otoriter rejimleri hedef tahtasına oturtmasıyla birlikte Suudi Arabistan İran’a benzer şekilde muzır neşriyat arasına alınmış oldu. Elbette bu iki ülke arasındaki stratejik işbirliğinin ortadan kalktığı anlamına gelmese de, ABD’nin bölgeden çekilme girişimleri ve buna koşut Çin’in bölgedeki etkisini artırmasıyla birlikte İran ve Suudi Arabistan’ın masaya oturabileceği koşullar Nisan 2021’de oluşmuş oldu. Elbette bu tablonun nihayete ermesinde Mahsa Amini olayı sonrası İran’ın meşruiyet yitimi, Cemal Kaşıkçı olayı sonra Suudi Arabistan’ın hepten bozulan imajı, Katar ve Suudi Arabistan önderliğindeki Arap devletlerinin anlaşması, Biden ile İsrail’deki Netanyahu hükümetinin sallantıdaki ilişkileri de etkili oldu.
Anlaşmanın Bölge Üzerindeki Olası Etkileri
Ne yazık ki Arap baharının ilk rüzgarından beri bölge kanlı bir vekil savaşları silsilesiyle karşı karşıya. Bu vekil savaşlarının en önemli bölgesel aktörleri arasında Suudi Arabistan ve İran geliyor. Vekil savaşının en yoğun olduğu Suriye ve Yemen başta olmak üzere, Libya ve Irak gibi devletler de bu savaşların yıkıcılığı altında neredeyse yok oldu. Hem bu ülkeler hem de bu savaşların destekçileri ekonomik, askeri ve insani olarak ciddi bir bedelle karşı karşıya. Sahadaki sorunlar çözülmekten çok uzak olunsa da diplomasinin işletilebileceği belirli bir statüko da oluşmuş gibi duruyor. Dolayısıyla, İran-Suudi Arabistan arasındaki anlaşmanın en azından bir süre vekil savaşlarının hararetinin azalabileceği tahmin edilebilir. Ancak, elbette bu vekil savaşlarının İran ve Suudi Arabistan dışında çok fazla katılımcısı, üzerinde kontrolün yitirilmesine müsait bir yapısı var. Dolayısıyla göreli bir iyileşme, kalıcı bir düzelmenin habercisi bile olamayabilir. Kaldı ki, İran ve Suudi Arabistan çatışmasının bir anlaşmayla çözülebileceğini düşünmek fazla iyimser bir yaklaşım olacaktır. Bu rekabet geniş ağları ve kuvvetli tarihsel kökleri olan bir rekabet. Kalıcı bir değişimin olması çok farklı dinamiklerin sağlanmasını gerektirir ki henüz bölgede böyle bir dinamizmin olduğunu söylemek imkânsız. Buna rağmen görülüyor ki İran da Suudi Arabistan da çıkarları gerektirdiği takdirde diyalog kapısını açık tutabilecek bir diplomatik noktaya ulaşmışlar.
Üzerinde durulması gereken diğer bir konu ise bu anlaşmanın OPEC ve petrol politikasında bir etkisi olup olmayacağı. Suudi Arabistan ABD’nin arz arttırma konusundaki baskılarına tam riayet etmemişse de bilindiği üzere Suudi Arabistan ve İran’ın OPEC politikaları genel olarak birbiriyle çelişiyor. Ayrıca İran üzerindeki yaptırımların bir numaralı kazananı da şüphesiz Suudi Arabistan oluyordu. Dolayısıyla İran-Suudi Arabistan rekabetinin farklı bölgesel boyutları olduğu da unutulmamalı. Merak uyandıran diğer bir konu ise İsrail ile ilişkilerin nasıl etkileneceği. Suudi Arabistan’ın yanı sıra Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn de de İsrail’le “barış”tı. İran ve İsrail arasındaki gerilim ise durulma noktasında değil. Dolayısıyla bu denklemde İran-Suudi Arabistan yakınlaşmasının bölgeye yayılmacı bir etkisi mi olacak yoksa İsrail ögesi İran-Suudi Arabistan yakınlaşmasını baltalayacak bir öge mi olacak, bunu şimdiden ön görmek pek de olası durmuyor.
Anlaşma Küresel Güç Rekabeti Açısından Neler Söylüyor?
Her şeyden önce bu anlaşma Biden’ın küresel ve bölgesel “tasarı”larının pek de yolunda gitmediğini gösteriyor. Biden Temmuz 2022’de bölgesel olarak İran’a, küresel olaraksa Çin ve Rusya’ya karşı ittifak geliştirme motivasyonuyla bir Ortadoğu gezisi yapmış, bu anlaşma sırasında önemli anlaşmalar imzalamıştı. Kafası Soğuk Savaş zihniyetinden uzaklaşamayan Biden’ın bu ziyaretleri bir Ortadoğu NATO’su kurma çabası olarak yorumlanmıştı. Tüm bu koşullarda Suudi Arabistan ve İran’ın, Çin’in ev sahipliğinde anlaşması bu hesapları kısa vadede suya düşürdü gibi duruyor. Dolayısıyla “demokrasi-otoriterlik” çelişmesi üzerinden yürütülen dış politika ABD’ye Ortadoğu’da kaybettiriyor diyebiliriz. Bu tablo açısından gelecek seçimlerde Demokratları zor bir sınav beklediğini de söyleyebiliriz. Biden’ın Suriye’den asker çekme çabasının Temsilciler Meclisinden veto yemesi de bunun bir göstergesi. ABD artık gücünü tüm dünyaya dağıtabilecek güçte değil ve güç konsantrasyonuyla küresel mücadeleyi Pasifik’te sınırlı tutmak ve Rusya’yı Ukrayna’da oyalayarak bölgesine hapsetmek isterken hesapları iyi yapamamış gibi duruyor. Zira hem İran-Suudi Arabistan anlaşması hem de Xi Jinping’in Rusya ziyareti ABD’de de olumsuz yankı buldu.
Öte yandan üzerinde durulacak diğer önemli konu ise Çin’in Ortadoğu’daki konumuyla ilgili. Çin silah satışları, son dönemde yoğunlaştırdığı askeri tatbikatları ve ekonomik ilişkileri, yatırım ağları ile bir süredir bölgede önemli bir aktör olarak karşımıza çıkıyordu. Ancak bu anlaşma Çin’i artık Ortadoğu için “sorun çözücü” potansiyeli olan, diplomatik kapasitesi yükselen ve bölgede “liderlik” yapan bir aktör olarak değerlendirebilmemizin kapısını açmış durumda. Bu da Çin’le rekabeti Pasifik’te sınırlamak isteyen ABD için kötü haber gibi duruyor. Gelinen son noktada artık Çin-ABD rekabetinde Ortadoğu eskisinden önemli bir ileri cephe olarak konumlanıyor.