Coğrafyanın kader olduğunu duymayan ve dolayısıyla bilmeyen yoktur. Burada “kader”, beğenmeyeceğimiz, razı olunması istenen ve dayatılan anlamdaki kader değil. Yani kaderci değiliz. Bu yüzden bu “kader”e tepki göstermiyor, bu sözcüğün kullanımının bugünlerdeki acımızın açıklayıcısı olduğunu düşünmüyoruz.
“Kader”, coğrafyayla bağlantılı olarak yaşanmış ve yaşanmakta olan tarihin jeopolitik açıdan bir kavramı olarak karşımıza çıkıyor. Bu anlamda kötü bir şey değil. Kaderci bir yaklaşıma düşme yerine, tam tersi, hayatın önümüze koyduğu çözümlere bakmamız gerektiğini gösteriyor. Kader, kaderin sahibini edilgen kılarken, bir şey yapamaz duruma sokarken, kaçınılamazlığı ve teslim olmayı dayatırken, “kader” bize yapılacak görevleri sıralıyor, etken ve etkin olunmasını sağlıyor. “Kader”e razı olmak hiç yok.
Söz konusu olan şey, doğal bir afettir, depremdir. Türkiye dünyanın en önemli deprem bölgelerinden biridir.
Önlemenin yolu var mı, yok. Çünkü durdurmak mümkün değil. Kaçmanın imkanı var mı, yok. Çünkü önceden bilinemiyor, kaçacak zaman olmuyor. Deprem olmayacak yerlerde yaşamak söz konusu mu, hayır. Çünkü deprem bölgeleri ne yazık ki nüfusun esas toplandığı ve yoğun olduğu yerler. İnsanlar buraları genellikle seçmiş değiller, zorunluluklar var. Gidilmesi anlaşılsa ve bilinse de gidilemiyor.
Kaldı ki insanlar, yaşadığı yere benzediği gibi yaşadığı yeri vatanı belliyor.
Ama depremlerde zarar görmemenin, kayba uğramamanın ve yaralanmamanın, ölmemenin çareleri var.
Bunların bir kısmı herkesin dikkat edeceği, göz önünde bulunduracağı şeylerdir, ancak bunlar işin esası değildir, kişisel olarak yapılabilecek olsalar da çözümler böyle şeylerde değildir. Esas olanlar ise toplumsal olarak anlamı olan ve işe toplumsal olarak çözüm getirecek şeylerdir, kamu alanının dahilindedir, devletin görev alanındadır. Yüksek ve uzun erimli iradenin işidir.
Yüzyılların değerlendirilmesi olarak depremlerin yeri ve tahmini olarak zamanları kestirilebiliyor. Ayrıca jeoloji ve jeolojinin alt dalları olarak deprem olgusuna nesnel bakışı sağlayan bilim var. Bunlara göre haritalar yapılabiliyor, fay hatları diye bir şeyler olduğu anlaşılıyor, bunlar belirlenebiliyor, sürekli hassas aletlerle yer hareketlerinin takibine gidilebiliyor vb.
Nedir bunların gösterdikleri?
Kentleşmeler ve inşaat sektörü bu bilimsel verilere göre planlanmalı, doğal akışına bırakılmamalıdır. Deprem beklentileri içinde olan ve fay hatlarına yakın bölgeler imara açılmamalı, geçmişte bunlar bilinmeden yapılaşmaya açılmış olan tehlikeli bölgeler boşaltılmalı veya yoğunluktan kurtarılmalıdır. Kaldı ki, mühendislik bir zanaat konusu değil, zarar görmeyecek binaların yapımını hedefleyen bilimsel bir çalışma alanıdır. Plandan inşaat teknolojisine, zemin analizinden kullanılacak malzemeye kadar her şeyin dikkate alınmasıyla zarar görmeyecek yapılar ortaya çıkarılabilmektedir. Fizik ezberlenmiş yasaları olan bir bilimdir. Ve fizik yasalarının kullanılması, kontrolu, denetimi, kayıtlanması ve belgelerinin düzenlenmesi doğru yapıldığında boşluk kalmamaktadır.
Bütün bunların sonucunda işin esas yükü devletin üzerindedir. Kişisel çabalar ve en yüksek örgütlenme olan devletin dışında yapılanlar ve yapılmak istenenlerle bütünsel ve tam çözümler sağlanamayacaktır.
Deprem bölgelerinde olup zarar görmeyen yapılaşmayı sağlayan, halkın zarar görmemesini başararak olumlu örneklerden olanların hangi nedenlerle ayakta kaldıkları belirlenmeli ve bu tespitlerden yararlanılmalı. Bunlar da üzerine düşülmesi ve kayıtlanmasıyla bir anlam taşır.
Türkiye’nin çok yıllardır kendine sorun yarattığı sorumsuzluklardan biri kent rantına teslim olunmasıdır. Önemli yerleşim yerlerinde kentleşme sınırlandırılmayıp çevre tarım alanlarının imara açılması en önemli felaket nedenlerinden biri. Çünkü tarım alanları genellikle alüvyon alanlarıdır. Yerleşme alanları seçilmiyor, yapılaşmanın alüvyon ovalarına bile yayılmasının, oraların istilasının yolu açıktır.
Deprem ve Kurtarıcılar
Yaşanan büyük deprem felaketi sonrasında insanlığın ve milli sorumluluğun ne kadar önemli ve yararlı olabildiği görüldü. İnsanlığa, insanî yardımlaşma ve vicdan güdülerine, “hayvanlığı” da dahil etmemiz gerekiyor. Bu felaketin kurtarma çalışmaları sürecinde yetiştirilmiş hayvanların ne ölçüde kurtarıcı oldukları toplumuzun bilincine ulaştı. Sanıyoruz bu toplumsal bellek kaybının içinde olmayacaktır.
Ayrıca felaket mağdurları olan hayvanların da kurtarılması gereken değerler arasında olduğu da bilincimize kazındı. Kedi, köpek gibi ev hayvanları yanı sıra, ve onlardan daha hayati ve önemli olarak köylük tarım ve besi alanlarındaki hayvanların da kurtarılması gerektiği görüldü. “Onlar da insan” diyemiyoruz ama “onlar da canlı” diyebiliriz, böylece hayatımızın parçalarından birinin önemini de farkettik. Kurtarılan inekler, kümes hayvanları, koyunlar-keçiler ve hatta eşeklerin günyüzüne çıkan değerler oldukları öğrenildi.
AFAD, Kızılay çalışanları ve kurtarıcılıkla yardım için işlevleri olan kurum ve kuruluşların mensuplarının, kurtarıcılığın doğal personelleri olduğunu bilmekteyiz. Afetlerde görevlendirilmek için yetiştirilmiş bu doğal “kurtarıcılar” dışında bu işleve soyunan başka ordular da var. Üstelik gerekenlerin, yalnız kurtarıcılık olmadığı, başka işlevlerin de felaketlerde ihmal edilemez önemleri olduğu söz konusu. İtfaiyeciler, her türlü imkanıyla Silahlı Kuvvetler, Jandarma, Polis ve sağlık hizmetlileri bunlar arasında. Günlük hayatta varlıkları üzerinde düşünülmeyen bir ordu da, gün onlar için olduğunda olay yerinde, taşımacılık sektörü.
Komşular, hemşeriler, yurttaşlar, madenciler, inşaatçılar, doktorlar ve sağlık mensupları, dağcılar ve elbette gönüllüler. Bunlar gibi herkesin seferber olduğu ordu, aslında en büyük güç, en yararlı övüncümüz.
Seferberliğe dahil olmayan meslek de kalmadı, zanaat da. Fedakar hemşire hanımlarımız, işini gücünü bırakıp deprem bölgesine gelen şef ahçılar, hatta çaycılar, sporcular, yardım toplamada öncü olan ünlüler, oyuncular, şarkıcılar-türkücüler.
Türkiye Gençlik Birliği (TGB) örnek bir çalışmayla 2 binin üstünde genci felaket bölgesine çekerek örgütledi ve yardım çalışmalarına katıldı. Bölge halkı, Cumhuriyet’in emanet edildiği gençliğe kendilerinin de emanet edildiğini hissetti, gördü, onlara güven duydu.
Kan bağışı, bu felaket sonrasında tarihte şimdiye kadar görülmemiş ölçüllerde gerçekleşti.
Çare olma, elden geleni yapma konusunda bugünkü olanaklar artık çok farklı.
39 Erzincan depreminde ne haberleşme var, ne yetiştirilmiş kurtarıcı köpekler, ne İspanyol ya da Çinli kurtarma yardım ekipleri, ne enkaz kaldırmada inşaat makineleri.
Haberleşme anında olmayınca ve bütün topluma yayılmayınca dayanışmanın yüksek düzeylere çıkması da zorlaşıyor.
11 ilin sınırları içinde, 15 milyona yakın insanı kapsayan 100 bin kilometrekare bir alan afet bölgesi. Bu kadar geniş bir felaket alanı, ki birçok ülkenin yüzölçümünden büyük, şimdiye kadar belki de olmadı. Bu yüzden “Yüzyılın Felaketi” şeklinde adlandırılıyor.
Peki ya olumsuzluklar?
Medyada panik haberciliği, felaket tellallığı, muhalefette depremi iktidara karşı söylem fırsatı olarak gören suçlayıcılık ve uydurmacılık, yapılması gerekenleri yapmayıp yapılmaması gerekenleri yapan gürültücüler, devleti ve devlet kurumlarını hedef olarak seçip aralıksız ateş açanlar, iyi niyetli yardım kuruluşlarına saldıranlar, güvensizler, bozguncular, hiç bir şeye inanmayanlar, ders almayızcılar, biz adam olmayızcılar, nasıl olsa yiyicilere gidecek diye “ben yardım yapmam” ve yüksek sesle “yardımda bulunmayın” diyenler, özetle yıkıcılar; işte bütün bunlar da sahneden eksik değil ne yazık ki.
Bir de şu var: Devlet yok, ordu yok, yardım yok, karar yok, çadır yok, elektrik yok, su yok, şu yok, bu yok diye yokları bitiremeyenler, işte bu “yokçular” deprem bölgesinde de yoklar!
Ama her şeye rağmen baskın gelen, milli olma, yapıcılık, dayanışma, halkı düşünme, paylaşma, verme, örnek olma, vicdan.
Millet olarak adeta bir olgunluk sınavından başarıyla çıktık ve çıkıyoruz.
Felakete Batı Bakışı ve Sorumluluk
Türkiye’deki deprem bütün dünyayı sarstı. Bütün dünyada ne yapılabileceğine ilişkin düşünceler, aniden harekete geçilmesini sağladı. Hem para yardımı, hem giyecek-barınma konularında işe yarayacak eşya yardımı örgütlendi. Kurtarma çalışmaları için teknik araç-gereç ve personel, anında dünyanın çok yerinden Türkiye’ye doğru yola çıktı. Çok ülkeden tecrübeli kadrolar gruplar halinde geldiler.
Çok can kurtarıldı, harikalar yaratıldı.
Deprem Anglosakson resmi belgelerinde “Suriye-Türkiye depremi” olarak geçiyor. Avrupa söylem ve yazınında da benzer ifadeler bulunuyor. Hatta ilk günlerden birinde Alman resmi kanalının ana haberlerinde deprem için yalnız Suriye’den söz edilmiş, oradaki bir gazeteci ile bağlantı kurulmuştu, o gün nedense Türkiye yoktu. Bir anlamı olduğu elbette düşünülmeli.
Ancak Batılı haberlerdeki ifadeler Avrupa’da esas kaygının neden kaynaklandığını da göstermekteydi. Depremin Avrupa’ya yeni bir mülteci dalgası yaratması. Açık açık Türkiye’nin kendi dışından gelecek mültecilere ev sahipliği yapması gerektiği söylendi ve yazıldı. Türkiye gene mülteci dalgasını karşılamalı, adeta emmeliydi.
Batılı insan yardımseverdi, elbette sokakta kalan depremzelere başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkeleri kapı açacaklardı, hele Avrupa’daki yakınlarının yanına gelmek isteyen, daha doğrusuyla onların evlerine “sığınmak” durumunda olan akrabalar “hemen gelmeli”ydi. Bunun için vize kolaylaştırılacak, hemen verilebilmesi sağlanacaktı. Ancak deprem sonrasının üçüncü haftasının sonunda (şubat ayı yaklaştığında) seri vize işlemleri için Türkiye’deki hiç bir konsoloslukta yeni bir şey yapılmıyor, nasıl, ne zaman ve ne şekilde yapılacağı da bilinmiyordu.
Hele, Avrupa ülkelerinin hiç birinin aklına deprem bölgesine seyyar, geçici konsolosluk açma gibi bir düşünce gelmedi!
Neyin göstermektedir? Bütün amacı gelenlere duvar çekmek olan Avrupalılar duvarları daha alçak tutmayı da becerememektedir!
Bütün dünyadan yapılan yardımlara olduğu gibi Batı’dan yapılanlara da teşekkür ve minnet borçluyuz elbette, ancak denizlere bile duvar çeken Avrupa depremzedelere de duvar çekmek istemiyor mu dersiniz?
ABD ve Avrupa ülkelerinin deprem ortamından yararlanarak Türkiye düşmanı psikolojik savaşın bir cephesi olan ayrılıkçılıkları kışkırtma ve etnik temelde haberler üretmesi de propaganda alanındaki faaliyetlerden olarak dikkat çekti.
Felaketten Yararlanmak…
George W. Bush adlı uçak gemisi ve boyları 160 ila 200 metre civarında olan dokuz savaş gemisi eşliğinde bir armada haberi! İskenderun’a gelecek ve deprem dolayısıyla Türkiye’ye yardım edecek! Düşündürücü. Gerçekleşmedi ama filonun neden hastane gemileri veya yardım malzemesi taşıyan yük gemileri olmadığı konusunda bir açıklama yapılmadı. Ama elbette bir açıklaması vardı. Açıklayanlar oldu.
Dokuz savaş gemisi ile Amerikan uçak gemisi eğer plan değişmemiş ve İskenderun limanına demir atmış olsaydı savaş gemileri “yardımını” düşünenler Türkiye’nin Amerikan sevmezliğini birinci elden görmüş ve öğrenmiş de olacaklardı.
Ancak hesaplar başka türlü.
ABD ve Kıbrıs Rum Devleti depremin hemen sonrasında Doğu Akdeniz’de bir deniz tatbikatı yapmak üzere hazırlandı. Amerikan armadasının B planı bu tatbikata ilişkindi. Bu arada Türkiye Dışişleri Bakanlığı dokuz savaş gemisi eşliğindeki uçak gemisinin Türkiye’ye gelmek üzere ABD tarafından resmi bir başvuru yapılmadığını açıkladı. “Eğer yapılsaydı reddederdik” anlamında bir ifade de kullandı. Bu yüzden İskenderun’dan Türkiye’ye “deprem yardımı” plandan çıkarılmış olmalı.
Ama ABD, Yunanistan’ın Türkiye sınırlarında Yunanistan’la birlikte Trakya tatbikatını yaptı.
Bunlar kadar önemli olan başka bir gelişme, Yunanistan’ın eski Genelkurmay Başkanı emekli amiral Evangelos Apostolakis, “Karasularımızı 12 Mile çıkarmanın tam zamanı” açıklamasını yapmasıydı. Zaman zaman Yunanistan’da sözü edilen 12 Mil, 1995’te Türkiye’nin böyle bir kararı savaş nedeni sayacağını açıklamasına yol açmıştı.
Bunların hepsi birlikte değerlendirildiği zaman, ABD’nin, depremden Silahlı Kuvvetler’in ve Türkiye’nin zaaf içinde olduğu düşünülerek bir şey yapamayacağı ve teslimiyet göstereceği hesabı içinde olduğunu gösteriyor.
Ayrıca zaten Avrupa ülkeleri, ABD’nin Türkiye’yi sıkıştırma siyasetlerine alet olmuş durumda. Yunanistan da her durumda Avrupa’nın kendisini destekleyeceğinden emin. Yunanistan şimdi Avrupa Birliği’ne alınmış olması dolayısıyla “Batı” camiasının içinde olduğunu varsaydığından böyle düşünüyor olmalı.
Bu şartlar, depremden yararlanmak isteyen güçlerin heveslerini azdırmış olmalı.
Her şeye hazır olmalıyız.
Çözümlerde Uzun Vadeli Amaçlar Olmalı!
Depremden sadece yapılar ve insanlar değil, hayatın her alanı zarar görmekte. Bunlar içinde depremin bir boyutunun üretim alanında olduğunu unutmamak gerekir. Bu alanın zaaf içine düşmesi, üreticilerde nüfus kaybı ve üretim kapasitesinin daralması gibi sorunlar ortaya çıkmamalıdır. Yıkılan ya da çalışamaz hale gelen fabrikalar var, tarım sektöründe ekilen arazi araç ve gereçleri kaybı bulunuyor, üretimle ilgili yapılar zarara uğramış durumda, ulaşım zorlukları ürün taşınmasını ve değerlendirilmesini zorlaştırıyor. Kısa sürede bunların giderilmesi yanında sonrası için de planlar yapılmalı. Depreme karşı daha dayanıklı olan ahşap malzemeyle konut yapımının hatırlanması ve bu yönde yapı tekniğinin desteklenmesi fiiliyata geçirilmeli. Bilindiği gibi, yüzyıllar öncesinden beri ahşap malzeme kullanılması toplumuzu depremden korumaktaydı!
Bölgenin yeniden yapılanması, geleceği de düşünerek hedef büyüterek ele alınmalı.