Türkiye’de ister iç siyaset, ister dış siyaset konuşulsun, konu kaçınılmaz olarak NATO üyeliğine gelir. ABD’yle ilişkiler söz konusu olunca, NATO üyeliği konuşulur. NATO’nun Soğuk Savaş sonrası “düşmansız” kalması, varlığını, meşruiyetini koruması için “yeni düşmana” gereksinim duyması söz konusu olunca, NATO üyeliği konuşulur. Mehmetçik, NATO şemsiyesi altında görev yapınca, şehit olunca, NATO üyeliği konuşulur. ABD’nin PKK – PYD – YPG ve FETÖ terör örgütlerine desteği; sözde soykırım iddialarını tanıması; Doğu Akdeniz’den Karadeniz’e, Dağlık Karabağ’dan Suriye’ye Türkiye karşıtı adımları gündeme gelince, NATO üyeliği konuşulur. Liste uzundur…
Türkiye’nin NATO üyeliğini savunanlar; 2. Dünya Savaşı yıllarına ve sonrasına, Soğuk Savaş dönemine gönderme yaparlar. NATO üyeliğinin tercih değil, zorunluluk olduğunu söylerler. Sovyet tehdidine, Türkiye’ye yönelik Sovyet taleplerine dikkat çekerler. NATO’da kararların oybirliğiyle alındığını, o nedenle Türkiye’nin karşı olduğu bir kararın geçmediğini öne sürerler. Türkiye’nin NATO’dan çıkması halinde, Yunanistan’ın elinin güçleneceğini, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin NATO üyesi yapılacağını, Ege Denizi’nde, Akdeniz’de dengenin Türkiye aleyhine bozulacağını belirtirler.
Türkiye’nin NATO üyeliğine karşı çıkanlar ise NATO’nun öncelikle, ABD emperyalizminin saldırı ve işgal aygıtı olduğunun altını çizerler. NATO’nun sadece bir savunma ve güvenlik örgütü olmadığını, bunun çok ötesinde ülkelerin içişlerine müdahale eden, ülkelerin bürokrasisi, siyaseti, iş dünyası, akademisi, kültür kurumları, medyası üzerinde nüfuz kuran bir örgüt olduğunu belirtirler. ABD’nin NATO eliyle, ittifak üyelerini ABD çıkarları doğrultusunda şekillendirdiğini, hizaya soktuğunu vurgularlar. ABD’nin Türkiye’deki darbelere, terör örgütlerine verdiği desteği, Johnson Mektubu’nu, Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası Türkiye’ye uygulanan silah ambargosunu, 1 Mart tezkeresi sonrasında yaşananları, Mehmetçiğin başına Süleymaniye’de çuval geçirilmesini, kısacası ABD’yle yaşanan muhtelif sorunları anımsatırlar. Türkiye’ye yönelik bölünme tehdidinin ABD’den geldiğini söylerler.
NATO’ya solcular karşıdır
Türkiye’de NATO’ya karşı en net ve kararlı duruşu, sosyalist sol ve Kemalist sol ortaya koymuştur. Bu kesimlerde NATO karşıtlığı hiç eksilmemiştir. Merkezin sağında ve merkezin solunda, NATO’ya sadakat güçlüdür. Milliyetçi, muhafazakâr, İslamcı çizgide ise ABD’yle yaşanan gerilimlere koşut olarak, NATO eleştirileri görülür. Fakat NATO’dan çıkmak gündeme getirilmez. NATO üyeliği sorgulanmaz. Bu kesimlerde Siyonizm karşıtı söylem öne çıkarılır. Fakat tutarlı, bütüncül bir emperyalizm ve kapitalizm eleştirisi yoktur.
Başından beri Türkiye’nin NATO üyeliğine karşı çıkan sosyalist sol, bu tutumunu sadece ideolojik ve siyasal düzlemde değil, toplumsal, sınıfsal, kültürel düzlemde de temellendirmiştir. Siyasal tartışmalarda, sağın neredeyse tüm tonlarından gelen ve sosyalistleri “SSCB yanlısı” olmakla suçlayan iddialara karşı, sosyalist sol da sağı “NATO ve ABD yandaşı, emperyalizmin işbirlikçisi” olmakla itham etmiştir. Tüm siyasal çalışmalarında NATO, ABD ve emperyalizm karşıtlığını ısrarla vurgulamıştır.
Sosyalistlere ve sol Kemalistlere göre; Türkiye’nin NATO üyeliğiyle iyice pekişen ABD bağımlılığı, ülkemizin demokratikleşmesini engellemiştir. Baskıcı ve gerici anlayışları güçlendirmiştir. Çeteleşmenin, mafyanın önünü açmıştır. Tam bağımsızlık, ulusal egemenlik ve laiklik başta olmak üzere, Cumhuriyet Devrimi’nin büyük ölçüde tasfiyesine zemin hazırlamıştır. Dış politikada, Cumhuriyet’in ilanından sonra özenle korunmaya çalışılan tarafsızlık ve bağlantısızlık ilkelerinden kopuşun önünü açmıştır. İdeolojik düzlemde, Türkiye’nin mazlum milletlerin, üçüncü dünyanın lider ülkelerinden biri olmayı reddetmesiyle neticelenmiştir. Türkiye’nin SSCB’yle ilişkilerini bozmuştur. Türk siyasi kültürünü, “Sovyet tehdidi”, “komünizm tehdidi” algısına göre şekillendirmiştir.
Türkiye; kaynaklarını, enerjisini, birikimini, zamanını, ABD’nin ve NATO’nun gereksinimleri için seferber etmiştir. Kendi önceliklerini değil, NATO’nun ve ABD’nin önceliklerini gözetmiştir. Nitekim Demokrat Partili Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun 1953 yılında, Türkiye’nin NATO nezdindeki daimi temsilcisi olarak görev yaptığı dönemde, gazeteci Çetin Altan’a söyledikleri dikkat çekicidir: “Bir devlet sırrı vereceğim sana. Ne yaz ne de kimseye söyle. TSK’nın yüzde 95’ini NATO’ya bağladım. Bütçedeki büyük bir ağırlıktan kurtulduk böylece. Ne meclisin ne de İsmet Paşa’nın bundan haberi yok”. (Çetin Altan, “Bir NATO Ordusu Kendiliğinden 3 Darbe Yapabilir mi?”, Sabah, 15. 09. 2000).
NATO, hangi koşulların ürünüdür?
NATO; kim ne derse desin, öncelikle ABD’nin çıkarları için kurulmuştur. Soğuk Savaş’ın başlangıç yıllarının ürünüdür. 1949’da kurulan pakta, 1950’de iki kez üyelik başvurusu yapan ancak reddedilen Türkiye’nin, 1951’de Yunanistan’la birlikte davet edilmesi, ABD’nin bölgemize yönelik politikalarının gereğidir. Sonuçta Ekim 1951’de NATO’ya üyelik anlaşması imzalanmış, Şubat 1952’de TBMM onayından geçmiştir. Türkiye’nin NATO üyeliğinin önünü açan asıl gelişme ise Demokrat Parti iktidarının, TBMM onayı almaya bile gerek duymadan, 1950’de, Türk askerini Kore’ye, ABD’nin yanında savaşa yollamasıdır.
SSCB dağıldıktan, Berlin Duvarı yıkıldıktan, Varşova Paktı çöktükten, Soğuk Savaş bittikten sonra, NATO’nun mevcudiyetini ve meşruiyetini korumak, temellendirmek, gerekçelendirmek için adeta NATO’ya düşman aranmıştır. Bu dönemde NATO, alan dışı operasyonlara yönelmiştir, ABD’nin hedeflerine uygun olarak. Bu kapsamda Bosna Hersek, Kosova ve Afganistan’a yönelik müdahaleler ilk akla gelenlerdir. NATO’nun, Avrupa ve Balkanlar’da genişlemesi de, Karadeniz’e sahildar olan Bulgaristan ve Romanya’yı üye yapması da, Ukrayna ve Gürcistan’ı üye yapmak istemesi de, yine ABD çıkarlarıyla açıklanabilir.
Sonuç olarak NATO, Türkiye açısından büyük bir güvenlik sorunudur. Bir an önce çıkmak gerekir. Fakat Türkiye’de bu yönde bir ortak irade, ulusal uzlaşma, bürokratik hazırlık, akademik tartışma yoktur. Dahası NATO; Türkiye’de öylesine kök salmıştır ki, Türkiye NATO’dan bugün çıksa, ittifakın iç ve dış politikadaki etkilerini temizlemek, en az 25 yılımızı alır.