Batı’nın ya da Atlantik cephesinin son dönemdeki en büyük sorunu Avrupa Birliği’nin (AB) merkez ülkeleri Almanya ve Fransa’yı, İkinci Dünya Savaşı sonrasında olduğu gibi istediği gibi peşinden sürükleyemiyor olması.
ABD yönetimi tarafından, uluslar arası gündemin en başına yerleştirilen Ukrayna konusu, Avrupa’nın önde gelen bu iki ülkesinde, ortak para politikasının sağladığı kısmi bağımsızlığın da verdiği özgüvenin de sonucu olarak ortaya çıkan bu stratejik değişim talebinin, ABD açısından yarattığı stresi iyiden iyiye ortaya çıkarmış durumda. Bu durum, Soğuk savaş sonrası, kendini dünyanın patronu, Gölge CIA olarak da anılan Stratfor’un kurucu ve yöneticisi George Friedman’ın ifadesiyle İmparatoru olarak gören ABD’de ciddi şekilde rahatsızlık yaratıyor doğal olarak.
Hal böyle olunca, ABD, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal edeceği yaygarasıyla, günümüzde küresel tahakkümün en etkili araçlarından biri haline gelen ekonomik yaptırımlarla bir yandan Rusya’yı, diğer taraftan, Rusya ile ilişkilerini, soğuk savaş sonrası ciddi oranda geliştiren Almanya başta olmak üzere, Avrupa Birliği ülkelerini hizaya getirmeye çalışıyor. Bunu yaparken elde etmeyi amaçladığı, kendisi açısından diğer bir “pozitif sonuç”, 2008 krizi sonrası büyük ölçüde parçalanan kendi iç cephesini, 11 Eylül’de olduğu gibi, dış düşmanlar yaratarak birleştirmek.
ABD açısından durum bu. Amaç da, yapılması gerekenler de son derece açık. Biryandan Ukrayna’yı, diğer yandan Rusya’yı kışkırtmak, kendi amacına hizmet edecek şekilde davranmalarını sağlamaya çalışmak. Bu yolla kısmen de olsa kendi kontrolünden çıktığını düşündüğü Avrupa’yı, 2. Dünya Savaşı sonrasında, Soğuk Savaş yıllarında olduğu gibi, güvenlik kaygısı yaratarak yeniden tam kontrolü altına almak.
Esas mesele ise ABD’nin tutumundan, ne yaptığından çok, genel olarak AB, özel olarak da Almanya ve Fransa’nın bu noktada ne düşündüğü, ne yapacağı.
2000’li yılların başında ABD hadi dediğinde hemen kalkıp Afganistan’a, Irak’a koşan, oralarda işlenen insanlık suçlarının birinci derecede ortağı olanlar, bu kez de emredersin komutanım diyerek ABD’nin peşinden koşturmak zorunda kalacaklar mı?
Görünüşe bakılırsa AB bu konuda ikiye bölünmüş durumda. Macaristan ve Bulgaristan dışında eski Doğu Bloğu ülkeleri ile Batı Avrupa’nın kendilerini sosyalist, sosyal demokrat ve yeşil olarak tanımlayan kesimi ABD’nin yanında saf tutarken, muhafazakar ya da sağcı olarak adlandırılan partiler, ABD ve Rusya arasında daha dengeli, ABD’nin değil AB’nin çıkarları eksenli, Avrupa kimliğine vurgu yapan bir çizginin doğru olduğu yönünde tavır alıyorlar. Birçok kişi açısından şaşırtıcı sayılabilecek bu durumun, özellikle son kırk küsur yılda dünya siyasetinde yaşanan alt üst oluşun, sol kavramının içeriğinin, Kemal Kılıçdaroğlu’nun da geçtiğimiz hafta içerisinde övünerek söylediği “sosyal kimlikler üzerinden politika yapma” adına, sosyal sınıf politikalarından uzaklaştırılmasının doğal sonucu olduğunu, AB içerisinde yaşanan bu saflaşmanın neoliberal küreselleşme yanlıları ile siyasi görüşleri çok farklı olan ancak ortak özellik olarak ulusal çıkarlara vurgu yapanlar arasında yaşandığını söylemek de mümkün.
Bu durum, bir yandan ABD’nin, NATO ve AB Kurumlarını da kullanarak, AB ve özellikle de Almanya’ya uyguladığı, zaman zaman tehdide varan üslubunun nedenini, diğer yandan Almanya ve AB’nin bu baskılara karşı vereceği yanıtın sadece Almanya ve AB açısından değil, tüm dünyanın geleceği açısından önemli olduğunu da ortaya koyuyor.
Gösterişli laflar, görünüşte büyük ideallerle kurulan AB’nin, ABD’nin baskıları karşısında vereceği tepkinin, AB’nin iddia edildiği bağımsız bir siyasi yapımı olduğunu ortaya koyacağını, seçimler sonrası kurulan yeni hükümet ile ABD çizgisine yaklaşan Almanya’nın bu konudaki tutumunun ise en azından kısa vadede AB’nin tutumunu belirleyeceğini de ilave edelim.
Sonuç olarak, anlaşılması gereken şey, her geçen gün sertleşerek yaşanan bu tartışmanın özünün, uzun çabalar sonucu siyasi ve ekonomik bir birlik olarak ortaya çıkan AB’nin, ABD’nin uydusu olarak kalıp kalmayacağını belirleyeceği. İkinci Dünya Savaşı sonucu, sadece savaş suçlularıyla kısıtlı kalmayacak şekilde, ayrımsız tüm Alman ulusuna yapıştırılan “Nazi” kimliği sürekli olarak hatırlatılarak, siyasi kimliği/bağımsızlığı sürekli olarak baskılanan Almanya’nın, günümüzde gerçekten egemen bir ülke olup olamadığını ortaya koyacağı.
İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerikan propaganda makinesinin, Hollywood’la birlikte en etkili ayaklarından biri olan “bilimsel içerikli belgesel yayıncısı” görünümlü propaganda kanallarında, “Kurtarıcı Amerikalı”, “Faşist Alman” karşıtlığı ekseninde yapılmış, İkinci Dünya Savaşı temalı propaganda filmlerinin son zamanlarda yoğun olarak gösteriliyor olması boşuna değil anlayacağınız.