“Kötü zamanlar yaşıyoruz.”
“Dünya kötüye gidiyor.”
Günümüz, her zaman yaşanan ve yaşanacak olan olan sorunlar yanı sıra, daha önceleri yaşanmayan önemli sorunlara da sahip olduğu için biraz değişiktir, kendi geçmişi bakımında da oldukça farklıdır. Örneğin, savaşlar, göçler ve doğanın “tahribatı” her zaman vardır, denebilir ki eski sorunlardır. Ancak savaşların çapı, etkisi, zararları ve yıkımı olağanüstü fazlalaşmış, göçler tarihte görülmemiş ölçülere varmış, doğanın dengesinin bozulması geriye dönebilir ve döndürülebilir olmaktan çıkmıştır.
İnsan nüfusu tarih boyunca hep artmıştır, ancak 20. yüzyılın sonunda insan nüfusunun artmasının, felaketlere yol açacak bir sorun olduğu ortaya çıkmıştır.
Teknoloji sorunu, siber tehdit, tüketimcilik, küresel ısınma, işlevden kopan kentlerin büyümesi, küresel beslenme yetersizliği, susuzlaşma, çölleşme, bütün bunlar ise eskiden olmayan sorunlardan olarak günümüzdeki zorlukları, sorumlulukları ve arayışları çoğaltmış, yoğunlaştırmış, artırmış ve boyutlarını büyütmüştür.
Aşırı büyülen kentler, bugün toplumsal sorunlardır, ama “insan”ın geleceği için sorun olma yolundadır. Sayıca arttığı gibi, kentler yoğunlaşmakta, yükselmekte, yayılmaktadır. Nüfusu 20 milyondan fazla olan kentlerin sayısı yirmiye yakındır. Büyümenin kontrol edilemezliği, yığılma, azmanlaşma, denetlenemezlik, yapısal bozulmalar (altyapı yokluğu ve yetersizliği, planlanamama), suç oranlarının önlemez yüksekliği, bütün bunlar, tarım alanlarının boşalması anlamına da gelmekte, insanlık ve toplumsal hayat bakımından başka felaketlerin habercisi olmaktadır. Çok yüksek nüfuslu kentlerin yarıdan çoğu çevre ülkelerinindir (Cakarta, Delhi, Manila, Sao Paolo, Seul, Mexico City, Kahire, Dakka, Mumbai vb.). Bu, tarım üretiminin alanları olan bölgelerin boşaldığını, buralarda tarım üretiminin çökmekte olduğunu göstermektedir.
Öze dönüş, ister istemez, önceyi, eskiyi, geçmişi akla getirir.
Büyüyen ve bunlara yenilerinin eklendiği dünyasal sorunlar, eskiye, geçmişe özlemin bir nostaljik duygulanma olmadığının kanıtıdır. Çünkü durum, her zaman yaşanandan farklıdır. Olumsuz değişimler hızlıdır, sarsıcıdır, kapsamlıdır. Çok büyük toplumsal travmalarda olduğu gibi kronik tedirginlikle birlikte yaşanan zaman, geçmişe özlemin nedeni olmuştur. Gelecek kaygısının büyümesi geçmişe özlem ateşini harlatmaktadır.
Kaldı ki bugün öyle bir iletişim “kolaylığı” vardır ki, herkes her şeyi duyup öğrendiği gibi, herkes bilgi kirlenmesinin de hedefi ve mağduru olmuştur.
Dolayısıyla geçmişe özlem duyulmaması mümkün değildir.
20. yüzyılın ortasında doğanlar, yeni bir binyıla da ulaşan, yeni binyıla da tanıklık edenler ve iki yüzyılda da yaşayanlar için “geçmiş”, olağan bir geçmiş değildir. Belki de tarih boyunca yaşanan geçmişlerin hepsinden daha dikkate değer hale gelmiştir, hepsine göre olağanüstüdür. Çünkü bu en son geçmiş düşüncesi, en çarpıcı yeniliklerin, en hızlı değişimlerin, en büyük sarsıntıların, en büyük korkuların içinde yer aldığı bir tarihsel dönemin eseri ve sonucudur.
Bugünkü geçmişe özlemin, geçmişe dönüşle ilgili istekleri olması da doğaldır. Açıklık getirilmesi gereken ise eskiye ve geçmişe dönüş isteğinin sınırının ne olduğudur. Ne kadar eskiye dönüş istenmektedir, neye ve nelere dönüşe heves edilmektedir? Ülkemiz açısından bakıldığında hangi zamanlara dönüş düşünülmektedir, örneğin, Osmanlı’ya dönüş mü, Cumhuriyet’e dönüş mü, hangisi doğrudur?
Eğer geçmişte örnek alınacak, sonradan da uygulanabilecek şeyler varsa, onların tekrarlanması, tekrar hayata geçirilmesi açıktır ki yararlı olacaktır.
“Gezegeni kurtarmak” gündem oldu, ama insan kendisini kurtarmak için gezegeni kurtarmak istemektedir. Bunun kaynağında, sürdürülebilir bir insanlı dünya düşüncesi vardır. Bunun altında “insanın olmazsa olmazı” olan gezegenimiz ve doğanın sürekliliğinin yatması bulunmaktadır. Ama insan gezegenimiz ve doğa için olmasa da olur.
Bu yüzden insanın, doğanın ve gezegenin sahibi değil, küçük bir parçası olduğunu anlaması gerekmektedir. Bu bilinç ortaya çıkmadığı sürece çözümler yanlış yerlerde aranacaktır.
Modernite
İnsanın, doğanın, gezegenin sorunlarının bugün geldiği noktada nedenin, insanda ve toplumlarda yattığını, bunların farklılıklarının hayatı belirlediğini ileri sürenler vardır. Gelişmeyenler gelişemeyenlerdir, nüfus sorunu geriliktendir, beslenme sorunu fazla nüfustandır, göç edenler nüfuslarını kontrol edemeyenlerdir, savaşlar barbarlıktandır, çatışma medeniyetsizliktir vb. Bu anlayışa göre, gelişmeyenler, gerilerdir; fazla nüfusu olanlar, nüfusu sürekli artanlardır; barbarlar, medeniyetsizlerdir; çatışanlar ilkellerdir; ve bunlar bir dünyadır. Geri ve medeni olmayan dünyanın insanları ve toplumları, sorunları yaratanlardır, sorunların kaynağıdır!
Bu dünyanın dışında da bir dünya vardır, bu dünya gelişmiş, medeni ve modern dünyadır. Bu kötü dünyanın dışındakiler, bu dünyadan olmayanlar modern olanlardır. “Modern dünya gelişmiştir”, “modern dünyada nüfus artmamaktadır”, “modern dünyanın beslenme sorunu yoktur”, “göç edenler modern dünyadan değildir”, “modern dünyanın insanları uygar insanlardır”; sonuçta bu dünya, bir başka dünyadır ve bu dünyanın insanları başka türlü insanlardır!
Durumu açıklamaya bir kavram, “modernite” kavramı yetmektedir. Sorunu tam olarak açıklamaktadır. Modern olmak ya da olmamak! Bütün mesele budur!
Şimdi nedir modernite, ona bakalım.
Modernliğin bizde (yalnız bizde değil, çok yerde, hatta belki de her yerde) üç anlamı, daha doğrusu üç algılanışı ve üç çağrışımı var.
Birincisi, evrenselleştirilmiş ve baskın bir kültür olan Batı kültürünün biçimsel özelliklerinin algılanış şeklidir. Batı hayat tarzının, yaşama biçiminin ve kültürünün, anlayışının ona özenilmesi ve taklit edilmesiyle Batıcılığı karşılamakta, böylece modernlik “Batılılığın” ve “Batıcılığın” ilk akla gelen en basit ve en ilkel görüntüsü olmaktadır.
İkincisi, bu anlamın daha sığ bir şeklidir, teknoloji ve tüketim üzerine kuruludur. Ne kadar teknoloji ile donatılmışsa hayat tarzı o ölçüde modern olmaktadır. Örneğin, modern insan ve modern kentlerde olduğu gibi. Buna karşılık teknoloji ve tüketim yoksunu olmak, modern olmamak ve ilkel olmaktır.
Ve bu iki modernlik algılanışının değerler sistemine göre, „modernlik“ uygarlıktır, uygarlığa eşittir! Başka toplumların kültürleri varsa da Avrupa kültürü onlardan daha üstündür. Başka toplumların kültürleri olduğuna göre elbette bir uygarlıkları da vardır, ancak onlar geri uygarlıklardır!
Bunların dışında modern toplumu bilgi ve iletişim toplumu olarak tanımlayan da var.
Ne yazık ki yaygın algılanan anlamlar bunlardır ve bunlar modernliğin gerçek anlamının karşıtı, tersi düzeyindedir.
Oysa modernitenin esas anlamı, kavramın ortaya çıktığı zamanki ilk anlamı, doğru anlamı, dünyayı en fazla etkilemiş olaylar olarak üç büyük devrimin (Fransız, Rus ve Çin devrimlerinin) getirdiği değerler sistemidir. Bu değerler sisteminin en iyi özet ilkesi, –Büyük Fransız Devriminin temelleri olan– „Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik“tir. Modernleşmenin maddi temeli de sanayileşmede gelişme ve üretimde verimlileşmedir. Dolayısıyla dünyada 19. yüzyıldan sonra olumlu anlamda ortaya çıkan bütün ekonomik, siyasal ve düşünsel değişiklikler ve değişmeler modernleşmedir.1
Modern akımların ne olduğunu görmek istediğimizde olumlu ve toplumları ilerletici akımlar olarak karşımıza, devrimcilik, milliyetçilik, tarihsel materyalizm ve sosyalizm çıkmaktadır. Bununla birlikte modernliğin olumsuzlar grubu olarak karşımızda liberalizm, ırkçılık, merkezcilikler2, Batıcılık, bireycilik, üstüncülük, oryantalizm, emperyalizm, faşizm vb. de vardır. Bunların hepsi modernist akımlardır.
Modernite kavramının ortaya çıkış sürecine baktığımızda zaman, coğrafya ve kültürle karşılaşıyoruz. Modernitenin çıkış zamanı, 19. yüzyıldır. Çıkış mekanı (coğrafyası), Avrupa’dır. Çıkış kültürü, Rönesansla başlayan, Aydınlanma ile devam eden bilimci kültürdür.
Olumlu anlamlı modernite, zaman boyutunun bir kavramı ve sözcük olarak ilk çağlarda yoktur. Zamanın keşfi tarihin icadıyla, yani yazının bulunmasıyla gerçekleşmişti. Bir Sumer kralının, bir Mısır firavununun, İskender’in, Sezar’ın, Timur‘un kendilerinin modern olduklarını düşünmeleri ya da onların modern olduklarının düşünülmesi hiç söz konusu olmamıştır. Bu kavrama, öyle bir kavrama ihtiyaç duyulmamaktaydı ve bu yüzden modernite, o zamanlar, ilk ve orta çağlarda ortaya çıkamamıştı.
Bu kavram, Roma İmparatorluğu zamanında yoktu, İstanbul’un fethi zamanında da yoktu, özetle, köleliğin-köleciliğin olduğu yerde ve feodalizm zamanında yoktu.
Bu kavram, Asya’da, Afrika’da yoktu, Avrupa olmayan hiç bir yerde yoktu.
Bu kavram, burjuva kültürü dışındaki eski ve geleneksel toplumların kültürlerinde yoktu.
Dolayısıyla modernite, ortaya çıkmakta olan burjuvazi, ve arkasından onun yarattığı proletarya olarak ekonomi ve toplumsal hayatın yeni sınıflarının ortaya çıkardığı bir kavramdır.
Kısa Tarihiyle Modernite
Sömürgecilik dönemi başladığında Avrupalılar, saldırganlıklarının „başarılı“ olduğunu gördüler. Zaten büyük bir cesaretle okyanuslara açılmışlar, denizyolları ve kıtalar keşfetmişlerdi, böylece ufukları genişlediği gibi hedefleri de katlanmıştı. Vardıkları yerdeki insanlara hep boyun eğdirmeleri, onlara zarar vermeleriyle çıkan çatışmalarında hep zafer kazanmaları sonucunda Avrupalılar, kendilerini üstün3 sayarken, yeni kıtalardaki insanları aşağı olarak görmeye ve nitelemeye başladılar. Avrupalılar dışındaki ilkel ya da örgütlü, geri ya da devletli, ama mutlaka aşağı görülen insanlar, nerede olurlarsa olsunlar, hep „Doğulular“ olarak düşünüldü ve ifade edildi. Çünkü yeni kıtaya ulaştıklarında Hindistan’a varmışlardı! Aslında Doğu amaçtı ve hep Doğu’ya gitmek istemişler ve sonunda da gitmişlerdi. Ama bu gidiş serüveninde önce batıyla, Doğu’ya varmalarında bir engel olarak batılarındaki bir kıtayla karşılaşmışlardı.
Sömürgecilik dönemi, Avrupalılara dünyanın hakimi olabileceklerini düşündürdüğünden dolayı Roma’nın kendini merkeze koyma tutumunu, Romamerkezciliğini kendilerini için ve Avrupa adına benimsediler. Ve bundan, Avrupa’ya göre dünya büyüdüğündan, Avrupamerkezci anlayışlar gelişti. Roma, “o zamanki dünya“nın merkeziydi, Avrupa, sonraki dönemin ve bütün dünyanın merkezi olacaktı.
Değerli metaller yağması Avrupayı zenginleştirdi. Yeni ticaret yolları Avrupa’yı bağımsızlaştırdı. Zenginlik, belirleyicilik, merkez olma, üstünlük, güven duygusu; bunlar, aramaları, araştırmaları, sorgulamaları, atılımları, gelişmeleri kolaylaştırdı, bilimde, sanatlarda, düşünce dünyasında ilerlediler. Kültürel geçmişlerini inşa ettiler, Rönesanslarını yaptılar.
Din ve Avrupa’daki dinin merkezi olan Roma ile Katoliklik sorgulandı. Gericileşmiş Hıristiyanlık bir yandan hurafeler üretir, diğer yandan Avrupalı devletler ve toplumlar için „kılıç“ olmaya çalışırken, din tartışmaya açıldığı gibi, bütün Avrupa için sömürücü olan Papalığa karşı tepkiler ve mücadeleler başladı. Dindeki merkezciliğe karşı çıkış, Reformasyon’la boyutları büyüttü, sözcüleri konuşmalarında ve yazdıklarında millete seslendikleri, milleti muhatap aldıkları için dinsel mücadele süreci aynı zamanda bir milletleşme ve bağımsızlık süreci halini aldı, Reformasyon, böyle bir sürecin başlangıcıdır.4 Bu süreç sonunda dış bir güce karşı olan ve Katolisizmden uzaklaşan ülkeler ve toplumlar dinin merkezinden, Roma‘dan ve Papalıktan koptular ve bağımsızlaştılar.
Avrupa dini ikiye bölününce, iki kola ayrılınca değişmez kurallar değişmeye, düşünülmeyen şeyler düşünülmeye, yapılmayan şeyler yapılmaya başlandı. Zenginlik sermaye ihtiyacına ilaç oldu, üretim atağı yapıldı.
Böylece Avrupa coğrafya olarak bir uygarlık odağı haline geldi, ve kendisine „Batı uygarlığı“ adını verdi. “Batı“, çünkü, karşıtı Doğu’ydu. Avrupa’daki Batı uygarlığında „Doğulu“ya aranan karşıtlık, Batılıydı. Yani kendilerine bir kimlik verdiler. Bu kimliğin ise, yeni bir sözcükle, yeni bir icatla, yeni bir keşifle, o zamana kadar bilinmeyen bir şeyle bir “kökü” olmalıydı, olacaktı; „Ariler“, „Aryanlar“, “Arilik”.5 Olduruldu. Bu “köken” kullanılarak, Ariler ve Ari olmayanlar ayrımı üzerinden sonradan, Avrupalı ırkçılığı yapılandırılacaktır.
Sonra sonra bütün dünya Avrupa için bilinir, hedeflenir ve gidilir olunca Avrupamerkezcilik evrenselleştirilecek ve yüzyıllar geçince emperyalizm döneminde de kültürcülük halini alacaktır.6
Modernizm, geleneklerin silikleşmesi ile birlikte değerler erozyonudur. Modern zamanlar, geleneklere sahip çıkalmadığı, hatta onların dışlandığı zamanlardır.
Oryantalizm
Dünya, toplumlar, sistemler, ideolojiler, yaşantılar, alışkanlıklar, insanlar, kültürler olarak modernizm bakımından ikiye ayrılarak tanımlandığında bunların bir modern olanlarını, bir de modern olmayanlarını görmekteyiz dedik. Buna göre, modern olanlar, “modern olmayanlara” kendilerine özgü bir bakışla bakmakta, modern olmayanları kendilerine göre tanımlamakta, tasarlamakta ve onları kendileri için var etmektedir. Tahayyül olarak Doğu ve Doğulu, batılı tarafından üretilmektedir. Buna aynı zamanda oryantalizm denmektedir.
Oryantalizm aslında Doğu ile ilgili bilimler toplamıdır. Yani Doğu bilimlerinin adıdır. Doğu ülkelerinin kültürleri, dilleri, sanatları, yapıları, tarihleri oryantalizmin alanlarıdır.
Sömürgeciliğin gidilen ve fethedilen yerlerdeki ihtiyaçları açısından, yeni türeyen seyyahlar, Doğu meraklıları ve sevdalıları, Doğu’yla ilgilenen sanatçılar, Doğu bilimcileri, dilcileri, araştırmacıları, tarihçiler, sosyologlar, etnologlar, arkeologlar, antropologlar vb. bunların hepsi, oryantalist olarak adlandırıldılar.
Modernite kavramına bakıldığında oryantalizmi davet eder bir özellik görülmektedir.
Modernite ve oryantalizm, aslında birbirleriyle bağlantılı olmasa da aralarında kopmaz bir bağ oluşmuş, birbirleriyle ilgisiz kavramlar olmalarına rağmen birbirlerini içselleştirmeye çalışmışlardır.
„Oryantalizm“ ilk çağlardan beri var olan ve kullanılan bir kavram değildir. Etimolojik olarak ikisi de aynı ya da yakın zamanlarda kullanıma girmiştir. Bu, eşzamanlı bir yaşama dönemlerine denk düştüklerini göstermektedir. Oryantalizm de, modernlik gibi, sömürgecilik sonrası dönemde ortaya çıkmış bir Avrupa kavramıdır. Bu yüzden “oryantalizm”, Avrupa ülkeleri dilleri dışında dünyanın hiç bir yerindeki dilde yoktur (sonradan karşılığı olarak çevirileri yapılmış olabiliyor; örneğin bizde „şarkiyatçılık“ deniliyor ve kullanılıyor).
“Orient“ kökü, bir yön gösterdiği gibi, ötesine de, uygarlığa da işaret etmekte. Bu işaret, antik çağlarda bile Doğu uygarlıklarının varlığının bilindiğinden gelmektedir.
Kısa Tarihiyle Oryantalizm
Oryantalistler sömürgeci devletler tarafından önce umursanmazlarken sonraları farkedildiler, gözlendiler, takibe alındılar, daha sonra ise desteklendiler, istihdam edildiler, görevlendirildiler. Batı, bunlardan çok bakımdan, her bakımdan yararlanacaktı.
18. yüzyıl sonundan başlayarak Doğu bilimleri kurumlaştırılmış, oryantalizm (şarkiyatçılık) bir disiplin haline getirilmiş ve öne çıkarılmıştır.
Avrupa, tarihini, oryantalizme dayanarak kendisine göre şekillendirmiş, yeniden kurgulamış, Grek ve Roma uygarlıklarını Avrupa’daki kökenler olarak benimsemiş, onları yüceltmiştir. Böylece öncesizliği, biricikliği ve mucizesiyle bir Batı uygarlığı ve bunun “açıklayan” bir Avrupa Tarih Tezi inşa edilmiştir.
19. yüzyılda Avrupalının üstünlük duygusu hevesine dayanan ayrımcılık, insan ırklarının keşfini, ırk teorilerini ve Avrupa ırkçılığını yaratmış, bütün Avrupa „Aryanizm“ söyleminde birleştirilmiştir. Oryantalizm en çok bu dönemde geliştirilmiş, Avrupa Tarih Tezinin ve ırkçılığın hizmetine koşulmuştur.
Doğu’nun sömürülmesi, tarihinin ve kaynaklarının yağmalanması sistemli bir hale getirilmiş, oryantalist bilimcilere dayanarak Doğu dünyasına müdahaleler yapılmış, dahası, oryantalistler ajan, asker, diplomat olarak kullanılmışlar, tüccar, doktor, gezgin kılığında casusluk yapmışlardır. Bunların en somut örnekleri Birinci Dünya Savaşı sırasında olup, bu konuda çok geniş bir yazın bulunmaktadır. En ünlüleri, Thomas Edward Lawrence, Gertrude Bell, Stein, Wassmus, ünlü arkeolog Hogarth, Philby, Sykes, Max von Oppenheim olan bu oryantalistlerin her birinin hayat hikayesi en sürükleyici romanlar gibidir.
20. yüzyılda Doğu’dan, sömürgeciliğe, Avrupamerkezciliğe, Batıcılığa, emperyalizme ve oryantalizme karşı anlayışlar, karşı çıkışlar ve mücadeleler gelişmiş, günümüze kadar gelmiş ve yetkinleşmiştir.
Emperyalizme karşı verilen ve emperyalizmi yenilgiye uğratan ilk kurtuluş savaşı nasıl Türklerle yapılmışsa, Batıcılığa, Avrupa Tarih Tezine, oryantalizme dünyada ilk sistemli, ilk resmi, ilk köklü karşı çıkış gene Türkler tarafından Cumhuriyet’le yapılmıştır. Türk Tarih Teziyle, tarih kongreleri ve bilimsel çalışma ve yayınlarla Cumhuriyet’in eğitim ve bilim kurumları Avrupamerkezciliğe karşı ezilen dünyanın ve “çevre”nin bayrağı olmuştur.
Oryantalizm bugün Batı’da pek gözde ve özenilen bir disiplin değildir. Buna rağmen gene de emperyalizm çağına uygun bir şekilde “yeni-oryantalizmler” türemiş, türetilmiştir.
Yeni yüzyılda-binyılda Batı’nın “üstünlüğü” safsatası erimiş, buharlaşmış, yükselen Doğu karşısında “üstünlük”, sözü edilmekten çekinilen bir duruma gelmiştir.
Bağımsızlık ve Özgürlük
Siyasal gelecekte öze dönüş, elbette tarihten yararlanılarak gerçekleştirilecektir. Kimi zaman yaşanılan deneylerin araştırılması ve öğrenilmesiyle olabildiği gibi, bilinen kavramların yeniden itibarlaştırılmasıyla daolmaktadır. Örneğin, eğitimde bilime ve materyalizme dönüş, iktisatta kamuculuğa dönüş, siyasette milli devletlere dönüş, sosyalizmde 20. yüzyıl başı tarihine dönüş vb. kendiliğinden yaşanır olmaktadır. Ülkemiz geçmişinde Türkiye’nin Cumhuriyet dönemi gibi bir devrim yaşanmış olması, bugün bu devrimin ilkelerinin gündeme gelmesine yol açmıştır. Önce, devrimin önderi olan partinin, sonra da Cumhuriyet’in temel programı olan Altı Ok, bugün Türkiye’nin sorunlarının çözümü için kendisine sarılınmasını beklemektedir. Yeni bir anayasa çalışmalarının da olduğu günümüz Türkiye’sinin ihtiyacının anayasada Altı Ok’un yer alması olduğu her yerde söylenmekte, ileri sürülmekte ve savunulmaktadır. Böylece ülkemizin özüne dönüşü, Cumhuriyet’e dayanacaktır.
Türkiye’nin bugün, eğitimde, ekonomide, siyasette, kültürde, halkçılıkta, köylücülükte, üretimde, kamuculukta, devletçilikte, kendine yeterlikte geçmişe dönüşü, kurtuluşu ve Cumhuriyet’in devamlılığının teminatı olacaktır. Bağımsızlık en önemli dayanağımızdır.
Bağımsızlık olmadan cumhuriyet değerlerine yer yok, ama o zaman onların önemi de yok. Nasıl hanedan yoksa, ancak o zaman cumhuriyet vardır, bağımlılık yoksa, gelecek de ancak o zaman olabilmektedir.
Emperyalizm çağında bütün değerler ve gelecek bağımsızlığa bağlıdır. Bağımsızlık hem uygarlık için, hem gelişmek için vazgeçilmez ve tartışılmaz bir şekilde şarttır.
Bağımsızlık özgürlüğün temeli. Özgürlük istemek, bağımsız olmayı istemektir.
Bugün “uygarlık”, uygarlık olmaktan çıktı, insanlar ve toplumlar doğal hallerinden uzaklaştılar, kontrol edilebilirlikleri öylesine yükseldi ki, özseçimleri ve iradeleri neredeyse kalmadı. Medya hükümranlığı, tarihte benzeri görülmemiş bir şey olarak insanlığı esir almış durumda.
En başta medya, yenilik olarak insana müdahalenin en yüksek biçimidir ve siyasetin emrindedir.
Sonuç
Türkiye ve bölgemizin siyasal geleceğinin Cumhuriyet değerleri ve emperyalizme karşı duruşla şekillendirileceği her bakımdan açıklığa kavuşmuştur. Cumhuriyet’in komşularla kurulan iyi ilişkileri, paktlarla yapılandırılan yurtta, bölgede ve dünyada barış anlayış, siyaset ve uygulamaları geleceğimize ışık tutmaktadır.
Değerli konuşmacımız Özlem Hanım sunumunun sonunda sormuştu; “Gerçekten akıllı mıyız?” Bu anlattıklarımız doğrultusunda herkesin bildiği ama o hoşa gitmeyen yanıtı biz verelim; insan canlılar arasında zekası en yüksek olandır, en zeki hayvandır, ancak hiç akıllı değildir!
NOTLAR
1 S. Amin bir yerde, modernite, “16. yüzyılda Avrupa’da uç veren evrensel tarihte bir kopuş demektir” diyerek bir tanım daha vermekte ve kavramı biraz daha eskiye götürmekte, modernite “laikliği mümkün ve gerekli kılan”dır ifadesini kullanmaktadır; bkz. Samir Amin, Modernite, Demokrasi ve Din / Kültüralizmlerin Eleştirisi, Yordam Kitap, İstanbul 2016, s. 92.
2 “Merkezcilikler”den kasıt, Avrupamerkezcilik, etnomerkezcilik, Batımerkezcilik, benmerkezcilik gibi akımlardır.
3 Bir ayrımcılık olarak Avrupa üstünlüğü düşüncesi, sömürgecilikle ortaya çıkmıştır ve modernite bu üstünlük anlayışı ve yanılsaması üzerine inşa edilmiştir.
4 Reform’ur sözcülerinden von Hutten’in bildirisi (“Vermahnungen an die Freien und Reichstädt deutscher Nation. 1522.”), Reformasyon’un önderi Luther’in çağrısı (“An den christlichen Adel deutscher Nation”), millete seslenmektedir. Her ikisinin de başlığında millete hitap vardır. Bir başka Reformcu Agricola ise, “Germanya her bakımdan büyüktür” diyerek milli bir tavır sergiler.
Von Hutten ayrıca Arminius adlı eserinde, Almanların ilk milli kahramanı olarak, Roma İmparatorluk ordularını yenen kabile şefi Hermann der Cherusker’in (diğer bilinen adıyla Armin’in) hayatını yazmıştır.
5 Bu kavram, etnik bir ortak köken arayışının bulgusuydu, kendilerine “Batılı” demek yetersiz kalıyordu, bu terim etnik ayrımı sağlayamıyordu. Aryanizm, Avrupalıların ırkçılığın da temeli, yapıtaşı olacaktır.
6 Kültüralizm, „öteki“nin başka türlü olduğunun saptanması ve ileri sürülmesidir. Bundan başka tanımlamalar modern kültüralizmin formülleriidir. Modern kültüralizm, öteki karaktere değişmezlik atfederek, konumları dondurmaktır. Kültüralizme sığınma, ötekini kendinden uzak tutma olanağını veriyor”. Bkz. Zafer Şenocak, Hitler Arap Mıydı?, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 1995, s. 39.