Gündemde önde gelen konulardan biri, ülkenin geleceğini siyasi, sosyal ve ekonomik olarak doğrudan etkileyeceği açık olan mültecilerin/sığınmacıların geleceği. Sayısı 5 Milyona ulaşan Suriyelilerden sonra, bu kez gündeme gelen konu, ABD ile Taliban arasında yapılan anlaşmanın sonucu olarak, ABD işgali sırasında ABD adına faaliyet gösteren işbirlikçilerin, ABD’nin de teşvikiyle, yeni yönetim altında kendilerini güvende görmeyerek ülke dışına kaçmaları/kaçırılmaları.
“Dünyaya sesleniyorum: Beni Erdoğan’la karıştırmayın. Kuvayi Milliye geleneğinden geliyorum. Kimse kaçtığı yere askerimi bekçi; ülkemi de mültecilere açık hapishane yapamaz! Ben haram yemedim. Geliyoruz ve şimdiden söyleyeyim, çok çetin müzakereler sizi bekliyor.” şeklindeki mesajıyla başlayıp, Erdoğan’ın, “Biz bu ülkede iktidarda olduğumuz sürece bize sığınan Allah’ın kullarını biz katillerin kucağına atmayız. Bu kadar açık söylüyorum” cevabıyla devam etti.
Tartışmaya katılan yancıların da katkısıyla, olayın boyutlarını, bu gün ve geleceğe dönük olarak taşıdığı riskleri görmezden gelen hamasi bir iç siyaset polemiği olarak sürdürüldü.
Taa ki Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan çıkıp da sığınmacılardan -Nagehan Alçı’nın nitelemesiyle potansiyel vatandaşlarımızdan-, bazı belediye hizmetlerde on kat daha fazla ücret alınacağını açıklayıp, sorunun geldiği noktada hiçbir ülkenin böylesi bir demografik baskıyı sosyal ve ekonomik olarak karşılayamayacağını, bu işe bir son verilmesi gerektiğini yüksek sesle haykırıncaya kadar.
Özcan’ın açıklaması sonrası yaşananlar, son kırk yılda, benzer sosyal, ekonomik ve siyasi sorunlar gündeme geldiğinde yaşananların adeta birebir benzeri şekilde gerçekleşti. Özcan’ın, can yakıcı bir soruna dikkat çeken açıklaması, yakın siyasi tarihimizde yaşanan tüm kırılma noktalarında sıklıkla karşımıza çıkan, hemen her kırılma noktasında birlikte hareket eden ve uzun zamandır kısmi aykırılıklar yaşadığı görüntüsü hakim olan çok boyutlu bir koalisyon tarafından ırkçılık, nefret söylemi gibi klişe yaftalarla hemen bastırılmaya çalışıldı. Bununla da kalınmadı, günümüzde bağımsızlığı ciddi şekilde tartışma konusu hale gelmiş yargı müessesesi hızla harekete geçti/geçirildi.
Bir anlamda, her şey “beklendiği” gibi gerçekleşti. Irak işgali öncesi Saddam Hüseyin’e, Libya’nın işgali öncesinde Muammer Kaddafi’ye, iç siyasetten örnek verirsek, CHP içerisindeki Atatürkçü, bağımsızlıkçı çizginin önde gelen temsilcisi Önder Sav’a, millet ve milliyet kavramlarının farklılığına dikkat çeken Birgül Ayman Güler’e karşı, sözler/bilimsel gerçekler bilinçli olarak çarpıtılarak, görmezden gelinerek gerçekleştirilen gözden düşürme operasyonlarının bir benzeri, bu kez Özcan’a karşı uygulamaya konuldu.
Benim bu yazıda dikkatinizi çekmek istediğim konu da tam da bu. Tanju Özcan’ın sözleri sonrası basında ve özellikle siyaset kurumunda yaşanan ve geçmiş örneklerde olduğu gibi, CHP’li bazı yöneticilerle/belediye başkanlarıyla, AKP’li yöneticileri, sözde solcularla, sözde liberalleri, sözde dindarları, Nagehan Alçı ile Ruşen Çakır gibi gazetecileri, yandaş ve fondaş basın yayın organlarını, batılı “bağımsız” basın yayın organlarını Tanju Özkan karşısında birleştiren şeyin ne olduğu.
Soru son derece net aslında. 2002 seçimleri sonrasında AKP iktidarına karşı çıkanları paranoyaklık ve komploculukla suçlayanları, ABD ve emperyalist batının Irak işgalinden yana tavır alan, Ergenekon Balyoz, Odatv gibi kumpaslarda FETÖ’cü kumpasçılar yanında saf tutanları, yetmez ama evetçileri, AKP’li Bülent Turan ile Ekrem İmamoğlu ve Tunç Soyer’i, şimdilerde iktidara muhalif görüntü veren özellikle büyük sermaye çevrelerini, tartışmanın nedeni Suriyeli, Afganlı, vb. uluslardan insanları kendi ülkesinde istemediğini net olarak ifade eden batılı ülkeleri yetkililerini Tanju Özcan karşıtlığında yeniden bir araya getiren dinamiğin/motivasyonun ne olduğu. Durup dururken, kendi partisi tarafından dahi yalnız bırakılan bir belediye başkanı karşısında niçin daha önce yıkıcı etkilerini defalarca yaşadığımız bu koalisyonu oluşturmaya çalıştıkları.
Yaşanan onca yakıcı soruna, ulusal egemenliği tehdit eden ekonomik bağımlılık politikalarına karşı yıllardır oluşturulamayan birlikteliğin nasıl olup da bir anda oluşabildiği.
İnsan hakları falan diyen olursa, yukarıda ana hatlarıyla paylaştığım “büyük” koalisyonun bileşenlerini gözümün önüne getirip çok güleceğimi de peşinen söyleyip bitireyim.
Ahmet Müfit