Tekrar merhaba!1
Bu ay ne yazacağımı nerdeyse hiç düşünmek durumunda kalmadım. Eylül 2020’deki yazımdaii bahsettiğim acı bir gerçeğin kendini çok açık bir şekilde göstermesiyle kafamda hemen bağlantılar kuruldu. O yazımda özetle yurtdışında yaşayıp “Türkiye’yi en iyi tatil ülkesi olarak görmenin” çok da gerçekçi olmadığından, Türkiye’nin özellikle mevcut merkezi iktidardan kaynaklı olarak yaşadığı çeşitli sorunların, ülkeye tatil yapmak ya da eş-dost görmek için gitmeyi bile tatsız veya imkânsız bir hâle getirebileceğinden bahsetmiştim.
Bu yazımın üzerinden bir yıl bile geçmeden mevcut manzaraya bunu doğrulayacak pek çok şey eklendi. Artık pandemi gerçeğiyle açıklanamayacak sosyal hayat kısıtlamaları, yabancı ülkelerden -özellikle Avrupa’dan- Türkiye’ye yönelik seyahat izolasyonu ve zorlu tedbirleri buna birkaç örnek. Ancak en çarpıcısı Marmara’da başlayıp Karadeniz ve Ege’ye yayılan müsilaj oldu. Kirliliğin ve artan deniz suyu sıcaklıklarının etkisiyle tüm sahilleri saran o tiksindirici görüntü bize nerede olursak olalım “Türkiye’den bana ne, ben tatilimi yapar, Eurolarımı saçar sonra da dönerim” deme seçeneğimiz olmadığı mesajını verdi. Müsilaj içinde yüzmekten rahatsızlık duymayacak herkes için çok net bir mesaj.
Aslında insan etkisiyle de olsa yaşanan doğa olaylarını “mesaj” tabiriyle yan yana getirmek bazen pek sağlıklı olmayabiliyor. Bu ifade, ortaya çıkan can sıkıcı manzaraların en büyük sorumlusunun kim olduğunu gizleme potansiyeli taşıyor. Ancak bu durum, yaşananlardan herkesin çıkarabileceği bir ders olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Bu doğrultuda özellikle yurtdışında yaşayan bireylere ve muhalefet güçlerine dair bir iki gözlem ve öneriyi özlü şekilde paylaşmak istiyorum. Son yıllarda Türkiye’yi terk etmiş olanların ülkede olan bitene dair yaklaşımları daha çok iki uçta geziniyor: hiç ilgilenmeyenler ve Türkiye’de yaşadığı zamankinden daha yakından takip edenler.
Önerim, biraz “utandırma” ve biraz da “alarmize etme” yoluyla birinci gruptakilerin duyarlılığını yükseltme. Bu konuda çok uç örneklere rastladığım için bu pratiklerin çok yerinde ve gerekli olduğunu tereddütsüz savunuyorum. Aslında bunu duyarlı olmayı ana akım yapmak gibi daha geniş kapsamlı bir projenin parçası olarak da görebiliriz. Elbette ki insanların kişiliklerine ve bakış açılarına etki etmenin sınırları vardır, ayrıca her insanın nesnel bir bakışla da hak verebileceğimiz çekinceleri vardır. Ama büyük ve kalıcı değişimlerin, kitlelerde dezavantajları veya ayrıcalıkları ne olursa olsun hiçbir bireyin sessiz ve ilgisiz kalma lüksü veya hakkı kalmadığı fikrinin yaygınlaşmasıyla mümkün olabildiğini de söylemek mümkün. Türkiye’de olan bitenler herkesi biraz daha politize etmiş ve ses çıkarır hale getirmiş olsa da halen çok da geçerli bir mazereti olmadan bu sorumluluktan kaçmaya çalışanlar mevcut. İşte duyarlılığı ve harekete geçmeyi, bu kişileri kendilerini sorgulamaya sevk edecek şekilde daha net ifade ve propaganda etmek önemli.
İkinci gruptakilere yönelik önerim ise, harekete geçme önerisine paralel olarak bu kişileri hassasiyetlerine anlam kazandıracak araçlar ve platformlar oluşturmaya teşvik etmek. Bu, hem bu kişilerin bir şey yapamama sıkışmışlığını atarak zihnen rahatlamasını hem de ortaya etkili şeyler çıkmasını sağlayacaktır. Bunun için yurtdışındaki mevcut kültürel ve siyasal örgütlenmelere ve muhalefet partilerine büyük rol düşüyor. Ancak belki de muhalefet partilerinin en öncelikle yapması gereken, bu kitleleri seçim döneminde oy kullanabilmek için mobilize edebilmenin altyapısını oluşturmak. En eğitimli ve duyarlılığı yüksek kesimlerden olup da bu konuda neredeyse hiç bilgi sahibi olmayan kişilerle karşılaştığım için bu konunun acilen ve dikkatle ele alınması gerektiğini düşünüyorum.
Müsilajsız günlere…
1 Birkaç aylık ve pek de planlı olmayan bir aradan sonra yeniden Dağarcık Türkiye’de yazıyorum. Bu süreçte bu platformda düşünce ve gözlemlerimi ifade etmenin oldukça değerli olduğunu bir kez daha anladım.