Bu yazıyı koronavirüs salgınının gündemimizi her an işgal ettiği günlerde yazıyorum. Bu salgını; toplumsal, ekonomik, siyasal düzlemdeki etkilerini konu alacak çok sayıda yazı yazıldı bile çoktan. Yazıda salgını tartışmayacağım, ancak salgına yönelik mücadeleye dair gelişmelerdeki bazı paralelliklere de değinerek özellikle Türkiye’deki mücadele ve muhalefet anlayışlarına dair bazı çıkarımlarımı ve gördüğüm gereksinimleri paylaşacağım.
Türkiye’nin kentleri ve kırları, dağları ve nehirleri, sokakları ve meydanları büyük bir dönüşüm geçirdi son yıllarda. Bu dönüşüm bazı noktalarda ekolojik ya da kültürel bir yıkıma vardı. Kentsel dönüşüm gibi bazı örneklerde de sürdürülebilir olmasa da vatandaşların yaşam kalitesini bir derece artıran bir durum olarak çıktı karşımıza. Son günlerde ise özellikle kıyılar ve çoğu orman kaplı dağlar, sıkışan ekonomiye can simidi olması maksadıyla büyük bir hızla turizm ve madencilik sektörlerinin emrine veriliyor. Hepsine tepkiler geliyor, davalar açılıyor, protestolar yapılıyor. Öte yandan, bir şeyler bizi toplumdaki tüm mücadele dinamiklerine rağmen paçamızdan aşağılara çekiyor sanki.
Kaz Dağları ve Türkiye Halkının Mücadeleciliği
Bu yazıdaki karşılaştırmaların ve değerlendirmelerin arka planını, bakış açımın hangi etkenlerle şekillendiğini biraz açıklamak maksadıyla son birkaç yıldaki yaşamıma kısaca değinmenin yerinde olacağını düşündüm. 2018 Ekiminde iklim değişikliği ve sürdürülebilirlik konularında doktoraya başlamak üzere Lizbon’a taşındım. Her ne kadar program, kapsayıcılık ve organizeliği yönünden hayal kırıklığı olsa da nihayetinde önemli bir yurtdışında yaşam ve eğitim deneyimi diyebileceğim bir sene geçirdim. Şu an başka ülkelerden doktora programlarına başvururken bir yandan da sosyal medya içerik değerlendirmesi gibi bir işte çalışarak hayatımı idame ettiriyorum Portekiz’de.
Geçen Ağustos’ta, Kaz Dağları’nda siyanürle altın aramaya karşı halkımızın dağlara çıktığı günlerde Türkiye’deydim. Önce vahşice ortadan kaldırılan orman alanındaki Fazıl Say’ın protesto konseri diyebileceğimiz etkinliğe katıldım ve ardından bu konuda mücadele eden en etkili derneklerden Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği’nin Edremit’teki bir tabiat parkında düzenlediği EkoFest’te gönüllü olarak bulundum. Bu festival vesilesiyle yaptığım bazı çıkarımlardan bahsetmeden önce etkinliklerden kısaca bahsetmek istiyorum. Bu seneki festivalin teması “Gıda” sloganı da “Ne Yersek O’yuz” idi. Ekolojik yıkımların ekonomi-politiği, yerel gıda üreticilerinin sorunları, çevre mücadelelerinin örgütlenmesi tartışmaları ve uygulamalı doğal ürün yapımı eğitimleri gibi çeşitli etkinlikler oldu bu tema etrafında.
Özellikle Kaz Dağları’nda altın madenine karşı mücadele eksenindeki tartışmalarda kırsalda küçük ölçekli tarımsal üretim yapanların – köylü ve çiftçilerin de diyebiliriz – bu mücadeleyi sahiplenmesinin önemi ve bunun da aslında bu üretim tarzını korumak, yaymak ve desteklemekten geçtiğine dair somut yaklaşım dikkat çekiciydi. Ürettiğiyle karnı doyan, refah içinde yaşayan bir çiftçinin toprağına ve üretiminin kalitesine yönelik her tehdidi ciddiye alacağından bahsedildi. Bunun gerçekleşebilmesi için tüketicilerden belediyelere kadar kimler neler yapabilir, halihazırda ne gibi ağlar var ve nasıl daha yaygınlaştırılabilir bunlar tartışıldı. Kuşkusuz bunlar ülkemizde ilk kez konuşulan ya da dillendirilen şeyler değildi ancak farklı yaş gruplarından ve bambaşka yaşam deneyimleri olduğunu söyleyebileceğimiz yurttaşların, mücadeleyi ve her türlü arka planını beraber tartışıp somut öneriler ve eylemler arıyor olması ümit vericiydi. Türkiye’deki mücadele ve iyi şeyler yapabilme potansiyelini ortaya koyan bir tabloydu. Ancak bu tablo neden kesin bir başarıya bizi götürmüyor diye sorduğumuzda, abartılar ve güvensizliklerden kaynaklı “içsel marazlar”dan bahsetmemiz gerek diye düşünüyorum.
Türkiye’nin pek çok açıdan oldukça dinamik bir ülke olduğunu ve halkımızın bir kesiminde hiçbir zaman bitmeyen bir mücadele azmi olduğunu unutmak, Türkiye’nin geleceğini tartışırken, mücadele ederken sık sık kendini gösteren içsel marazlardan. Bu maraz, bazen bizi iş yapmamanın teorisini yapmaya, umutsuzluğa kapılmaya, ya da örgütlenmeden, bodoslama ve nihayetinde başarısız bir mücadele sergilemeye götürüyor, potansiyelimizin tamamını gerçekleştirmekten alıkoyuyor.
EkoFest’te, Kaz Dağları’nda nöbet tutan genç bir arkadaşla aramızda geçen bir konuşma bana bunu tekrar ve derinden hissettirdi. Bana ekoloji başlığı altında yüksek lisans için Avrupa’ya gitmek istediğinden bahsetti. Bu arada ben, yurtdışında yaşamaya başladıktan sonra Türkiye’de çevre mücadelesinin ne kadar canlı olduğunu fark ettiğimden, Türkiye halkının hassasiyetinden, Türkiye’nin ne kadar dinamik bir ülke olduğundan bahsettim. Bunları duyan arkadaşın gözleri şaşkınlıkla açıldı ve “Türkiye, hassas, dinamik…” gibi bir şeyler söyledi ve inanmadığını belli edercesine baktı. Oysa onunla birlikte yüzlerce insan nöbet tutuyor, binlerce insan Kaz Dağları için yollara düşüyordu. Aynı günlerde Aydın’da Manisa’da JES’lere, Sapanca’da ormanları katleden teleferik projesine karşı köylüler ayaklanıyor, biber gazı yiyordu. Ancak, Türkiye’ye ve halkına dair bitmeyen ve sürekli tekrarlanan bazı yargılar, genellemeler ve abartılar, herhangi bir mücadele içindekilerin bile kendini soyutlaması, kişisel ve toplumsal potansiyelin gerçekleşememesiyle sonuçlanıyordu. Öte yandan, Kazdağı Derneği bu açıdan dikkat çekici bir noktadaydı. Hâlihazırda hem Kaz Dağı etrafındaki köy, kasaba ve kent halkıyla bağlar kurmuştu hem de Türkiye’nin başka yerlerinde direniş gösterenlerle dayanışma ve iletişim içindeydi.
Kuşkusuz bahsi geçen arkadaşın deneyimleri ve gözlemleri, mücadelenin birebir içinde biri olarak çok değerliydi. Ancak, bu konuşmanın da etkisiyle Türkiye’de bir şeyler için mücadele etmenin özellikle bazı insanlar için artık yalnızca bir hobiye ve hatta belki de CV’lerine koyacak bir maddeye dönüşüyor olduğu gibi bir sonuca da vardım. Bu kadar ekolojik yıkım, ekonomik darboğaz, kaybolan adalet, artan bağnazlık gibi hayati meseleleri olan bir ülkede nasıl olur da mücadele bir hobi olarak yapılır diye sorabilirsiniz… Ama oluyor işte. Sınıfsal bakış açısı kayboldukça, örgütlü hareket etmek değil pratikte, akıllarda bile olmayınca olay hobiye dönüyor diyebiliriz.
Gezi Direnişindeki beyaz yakalı söylemlerinden birini hatırlayalım: Gündüz işte gece direnişte… Bu söylem, gece yaptığını gündüz yıkan, üretimden gelen gücüyle düzeni değiştirmek arasındaki bağlantıyı düşünmesi bile imkânsız hâle gelmiş bir bakış açısının yalın bir ifadesi değil midir? Tabi bu bakış açısına bir günde gelinmedi: 12 Eylül darbesiyle örgütlenmenin ve Özal’la başlayan köşedönmeci söylemlerle dayanışmanın bitirilmesi, siyasi görüşlerin ya suya tirit ya da en fazla yaşam tarzı ekseninde şekillenmesi kendini düzene az çok muhalif sayanların bile hayatını idame ettirirken düzenin çarkına su taşır hâle gelmesiyle sonuçlandı. Elbette, Gezi Direnişinde herkesin bu ilişkiyi bir anda kavraması ve kabullenmesi, ardından iş bırakması gibi bir şeyin gerçekliği yoktu ama hayatı bu kadar kalın çizgilerle ikiye ayıran ve birbirinden yalıtan bir anlayışın toplumsal hareketliliğin en yüksek olduğu bir dönemde bile devam etmesi ümit kırıcı ve ders çıkarılması gereken bir olguydu.
“Eh Olur Öyle, Burası Türkiye” Kolaycılığı
Türkiye halkının alışkanlıkları, ruh hâli, hak arama ve mücadele birikimi, refleksleri ve ülkedeki mevcut düzen ve iktidar hakkında konuşurken ortaya çıkan içsel marazlardan bir diğeri de başka ülkelerle, özellikle Batıyla yapılan karşılaştırmalarda. Burada nasıl bu sonuca vardığımı birkaç anekdot üzerinden açıklayacağım. Portekiz’de tanıştığım Fransız bir arkadaşım sık sık Fransa’da yaşanan çeşitli şaşırtıcı olaylardan bahsediyor, ancak bunların hiçbirine “Eh, Fransa böyle işte” gibi bir yorumda bulunduğuna şahit olmadım. Bunlardan en çarpıcı olanı, bir sürücünün otopark yeri kavgasında bıçaklanıp öldürülmesiydi. O bu olayı anlatır anlatmaz, Türkiye’de yaşarken benzer olayları duyduğumda çevremden gelen yorumları hatırladım: İşte burası Türkiye, insanlar kötü, burada olur anca böyle olaylar… Olayın dramatikliği ve akıl almazlığı her yerde aynı olsa da bunu ülkesine yormak, ülkemize özgü zannetmek sanırım bizim kolaycılığımızdan ileri geliyor. Evet, belki bu tarz olayların sıklığı ülkeden ülkeye değişebilir, ancak her yerde olabilir. Ülkemize özgü olduğunu düşünmek bir şeyi değiştirmeyeceği gibi, yalnızca olan durumun kabullenilmesine, normalleşmesine ve devamına neden oluyor.
Benzer bir durum koronavirüs salgınıyla beraber de yaşandı. Gördüğüm kadarıyla Türkiye, başka ülkelerin vaka gördükten sonra aldığı önlemleri vaka gözükmeden almaya başlayarak salgını geciktirdi. Belediyeler ve sağlık bakanlığı bu konuyu ciddiye aldı. Ancak, hükümet toplamda yine şirketleri ve tabi ki müteahhitleri önceleyen bir tedbir paketiyle karşımıza çıktı. Belediyelere suyu kesmeyin derken özelleştirilmiş elektrik ve doğalgaz şirketlerine sesi çıkmadı. Haliyle tepkiler başladı… Öte yandan, Batı ülkelerinden önlem ve ekonomik destek örnekleri verilirken bu ülkelerde bu önlemlerin de vaka sayısı on binlere ulaşana kadar alınmadığı, şirketlerin ve işletmelerin son dakikaya kadar işçi çalıştırmakta direttiği ve bazılarının hâlâ çalıştığı unutuldu. Sözgelimi, Portekiz’deki işyerim vaka sayısı bini bulmuşken hâlâ bizi işe getirmeye çalışıyordu, en yüksek tepki işe gitmeyerek Türk çalışanlardan geldi. Fransız arkadaşımın annesi ise hâlâ çalıştığı fabrikaya gidip çiçek hazırlamakta… Evet, bu salgında çiçek! Almanya’da yaşayan bir arkadaşım kafelerin hâlâ kapatılmadığından, kapatılsa orada çalışan güvencesiz öğrencilerin aç kalacağından bahsetti. Devletlerin tedbir ve desteklerine dönersek, Türkiye’de hükümet, halkı gözetecek olsa bile elde para yok anlaşılan. Halktan sessizce fedakârlık yapması, bu durumda bile hem “evde kalıp” hem “işe gitmesi” isteniyor. Ancak belki de rantla ve ihalelerle fonlanan müteahhitlerden elini cebine götürmesini isteyecektir durum daha da sıkışık bir hâl aldığında, kim bilir…
Bu tartışmada en can alıcı nokta Türkiye’de düzeni ve iktidarı eleştirirken egemen sistemin her yerde aynı olduğunun görmezden gelinmesi. Evet, belki çoğu Batılı ülkede sosyal bazı haklar ve adalet daha oturmuş olabilir ama seviyesi farklı olmakla birlikte eşitsizlik, yolsuzluk ve ekolojik yıkım hiçbir yerde ortadan kalkmış değil, aksine her yerde daha da derinleşiyor. Ama bizde yine bu gerçek görmezden gelinerek siyaset yapılmaya ya da halkımız ve iktidar eleştirilmeye çalışılıyor. Böyle eleştirilerse düzenin ve iktidarın devamından başka bir anlama gelmiyor.
Bu yazı pek sistematik bir yaklaşım içermediğinden önceki paragraftaki tartışmayı yine bir anekdotla somutlamakta sakınca görmüyorum. Kanada’da yaşayan ve anneleri hasta olduğu için ailesine geçici olarak destek olmak üzere Ankara’ya gelmiş biriyle aramda geçen konuşma, sistemi görmezden gelen, hatta inkâr eden bakış açısını tekrar gösterdi bana. Kendisi aile işletmesi olan mütevazi kafelerinde bir arkadaşımla yemeğimizi yedikten sonra yanımıza geldi, menüyü ve mekânı nasıl bulduğumuzu sordu. Çoğu şey elden geçmiş ikinci el eşyalardı ve bunu güzel becerdiklerinden, Portekiz’de fazlasıyla yaygın bir durum olduğundan bahsettim (Tabi burada kimse tutup elden geçirmiyor, boya bile sürmüyor ikinci el eşyaları dükkanına koymadan önce). Sonrasında o da bana Kanada’da yaşadığını söyleyip ne kadar güzel, çevreci ve sosyalist bir ülke olduğundan bahsetti. Bu ifadeleri duyunca “Kanada, çevreci, sosyalist hımm… Ama onlar burada ormanlarımızı kesiyor” sözleri çıktı ağzımdan. Kendisinin savunma refleksi inanılmazdı. Hayır dedi, onlar Kanadalı değil, o şirketin Kanada’yla ilgisi yok, hep Türkiye yapıyor diye yanıtladı. İşte para için ağaç kesmeyi/kestirmeyi Batılıya yakıştıramayan, gerçekleri inkâr edecek kadar gözünü bir tarafa kapatmış bu bakış açısı bir diğer içsel maraz olarak karşımızda duruyor.
İçsel Marazların Panzehiri: Ütopyalar ve Projeler
Bu içsel marazların toplumsal mücadeleyi ve aydınlık günlere olan inancı zayıflatmasına karşı en etkili çare bence ütopyalar ve projelerdir. Özellikle Türkiye’nin yirmili yaşları başındaki gençleri ülkesine olan inancını tümden kaybetmekte sanki. Ve ütopyasız, sadece günlük söylemler muhalif kesimleri, genç insanların umutlarını ayakta tutamaz. Yeni şeyler sunmayan muhalif güçler en uygun şartlarda bile başarılı olamaz. Bu ütopyalar, ideolojik referansları olan, kalın çerçeveli şeyler olmak zorunda değildir her zaman…
Aynı şekilde projeler… Kast edilen elbette rant odaklı, mevcut sosyal, ekolojik ve kentsel dokuları hallaç pamuğu gibi atan projeler değil. Ancak, Türkiye’de muhalif kesimlerin artık projelerini konuşma vakti gelmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarının göz kamaştıran atılım ve deneyimlerini dillendirip ah etmenin ötesine bir an önce geçmeliyiz. Evet, çevresel ve sosyal bozulma tüm hızıyla devam etmekte, buna elden geldiğince karşı durmak, kurtarılabileni kurtarmak gerekli. Öte yandan, bu sürecin ardından Türkiye’yi kurumlarıyla, doğasıyla, toplumuyla nasıl rehabilite edeceğimizi, neleri sona erdirmenin ötesinde neleri başlatabileceğimizi de tartışmalı ve duyurmalıyız. Bu yalnızca bir inancı taze tutmak için değil mevcut durumun getirdiği bir gerçek, bir ihtiyaç olarak da önümüzde.