Önceki yazılarımızda dil felsefinin temelleri ve en önemli kuramlarına değinmiştik. Bu çalışmalar dilbilim ve dil felsefesi içerisinde dilin doğası hakkında bütünleştirici bir yere sahipti. Dilin doğası üzerine tartışırken dilin aktarım rolüne vurgu yapmıştık. Ancak dilde anlamın ortaya çıkabilmesi için gönderilen aktarımın karşıdaki kişi tarafından anlaşılması ve kavranması gerekmektedir. Bu nokta dilin gündelik pratiği içinde çözümlenmesi gereken bir konudur. Gündelik yaşamımızda dilsel bir bildirimin anlaşılıp anlaşılmadığını söylediğimiz söze verilen tepkiden çıkarsanabilir. Ancak yüz yüze olmayan ve gönderilen aktarıma dair doğrudan bir tepki alınamayacak iletişim durumları, örneğin mektup söz konusu olduğunda, aktarımın doğru anlaşılıp anlaşılmadığı sorunu ortaya çıkmaktadır. Bu sorunu çözebilmenin temel koşulu anlama mekanizmasının tüm insanlar için ortak bir dilsel zemini olduğu fikrini desteklemekten geçmektedir.
Bağlam ve Anlam Arasında Nasıl bir İlişki Vardır?
Dilsel olarak ifade ettiğimiz her önerme her zaman, her yerde ve her koşulda aynı anlama ve doğruluk değerine mi sahiptir? Kişilerden, yerden ve zamandan tamamen bağımsız olarak her önerme için sabit bir anlam olabilir mi? Bu gibi soruların cevabı dilde ifade ettiğimiz bildirimlerde yer arlan çeşitli yapıların çözümlenmesine bağlıdır. Ancak bu çözümleme sırasında anlamı kapsamlı ve gerçeğe yakın ifade edebilmemiz için göz önünde bulundurmamız gereken çok önemli bir etken vardır: bağlam. Önermenin içeriği ile doğrudan ilişkili olarak bir ifadenin bağlamı genel olarak o ifadenin anlamının ve doğruluk değerinin belirlendiği koşullar olarak tanımlanabilir. Örneğin, güneşli ve sıcak bir yaz gününde plajda otururken “Burası çok sıcak” bildiriminde bulunmamız ile Ocak ayının başında karlı bir kış gecesi “Burası çok sıcak” bildiriminin doğruluk değeri hiç kuşkusuz farklı olacaktır. Peki, bu farkı belirleyen şey nedir? Oldukça kısa bir akıl yürütmeyle doğru cevabın yer bildiriminde bulunan ve zamir olarak adlandırdığımız sözcükten kaynaklandığının farkına varırız. İşte bu yapılar bağlama bağlı oldukları için ifadelerin doğruluk değerini belirlemektedir. Şimdi bağlamın bir başka boyutunu ele alalım: “Kahve içmek ister misiniz?” sorusuna “Kahve beni ayık tutar” yanıtı verdiğimizde önermenin gerçek anlamından farklı olarak bağlama göre birbirine zıt iki farklı anlamı ifade edebiliriz. Örneğin, ertesi gün için yetiştirmemiz gereken ancak zamanımız çok kısıtlı olduğu için gece boyu çalışmamız gereken bir durumda “Kahve beni ayık tutar” yanıtı “Evet, kahve içmek isterim” anlamına gelecektir. Öte yandan ertesi gün uykumuzu almamız gereken bir durum olduğunda yukarıda belirtiğimiz soruya vereceğimiz “Kahve beni ayık tutar” yanıtı “Hayır, kahve içmek istemiyorum” anlamına gelecektir. Bahsettiğimiz bu iki örnek, dildeki ifadelerin anlamın ve doğruluk değerlerinin belirlenmesinde bağlamın önemini açıkça ortaya koymaktadır.
İletişim ve Anlamada Sosyal Çevrenin Önemi Nedir?
Cebinizdeki parayı her hangi bir kâğıt parçasından farklı kılan nedir? Alışveriş yaparken değişim aracı olarak bir gazete parçası yerine para denen kâğıdı kullanmaktayız. Para denen özel kâğıt, sosyal bir uzlaşının sonucu ortaya çıkar ve kurumsal bir yapı altında üretilir. Aynı şey yazı için de geçerlidir. Örneğin “a” harfinin herhangi bir karalamadan farklı ve anlamlı olması, onun üzerindeki uzlaşmamız sonucudur. Aynı şekilde yaşam pratiklerimizin bize dayattığı birçok sosyal uzlaşı noktası geliştirmekteyiz. Bu uzlaşı noktaları, aynı zamanda iletişiminde kullandığımız temsil sistemlerini de içermektedir. Bu temsil sistemlerini ortak bir sosyal alanda öğrenmekte ve paylaşmaktayız. Bu sistemlerin taşıdığı anlam içeriklerini de içine doğduğumuz dil ve toplumda öğrenmekteyiz. Bu sebeple, aynı temsil sisteminin ortak anlam içeriklerine sahip olarak büyümekteyiz. Bu durum bir insanın bir başka insanı yüzde yüz anlamasını garanti etmemektedir; ancak sosyal bir ilişki ve iletişim kurabilmenin temel koşullarını sağlamaktadır.
Dil-Eylem İlişkisi Nasıl Kurulmalı?
Dilin işlevinin salt bir iletişim aracı olduğu görüşüne karşı çıkan John Austin, dildeki ifadelerin iki ayrı kullanımı olduğu görüşünü savunur. Bu kullanımlar edimsel ve saptayıcı kullanımlardır. Örneğin “Teşekkür ederim”, “Rica ederim”, “Teessüf ederim” gibi cümleler bir olguyu açıklamaya çalışmaz, bir bilgi aktarmaz. Bunlar edimseldir. Bu cümleleri kurarak edimi gerçekleştirmiş oluruz. Saptayıcı cümleler için dünyadaki olguları anlatır ve bilgi aktarımını gerçekleştirirler: “Papatyalar sarıdır”, “Cıva oda sıcaklığında sıvıdır.” Edimsel cümlelerle dil dışında başka hiç bir yolla yapamayacağımız şeyleri yaparız. Edimi, bu edimsel cümleleri kurarak gerçekleştiririz. Austin bunları “söz edimi” olarak adlandırmıştır. Austin söz edimini üçe ayırır: Düzsöz edimi, Edimsöz edimi ve Etkisöz edimi. Düzdöz edimi doğru ya da yanlış olabilen cümleleri dile getirdiğimize kullandıklarımızdır. Fakat Austin dilimizin amacının sadece bu türden cümleler söylemekten fazlası olduğunu iddia eder. Birçok başka amacımızı sayabiliriz; soru sormak, azarlamak, övmek vs. Edimsözler arasında ise yukarıda verdiğimiz örnekleri sayabiliriz. Özür dilemek için yapmamız gereken şey “Özür dilerim” demektir. Öyleyse “Özür dilerim” cümlesi edimsözdür. Edimsözlerin doğru ya da yanlış olmaktan ziyade başarılı ya da başarısız olmak gibi özellikleri vardır. Aynı zamanda çoğunlukla bu türden cümleler etkisöz edimidirler. Yani karşıda bir etki de bırakabilirler.
Paul Grice’ın sözel ima kavramı Austin’in edimleri ile karşılaştırılabilir. Grice cümlenin anlamı ile kullanımın ifade etmek istediği anlamı birbirinden ayırır. Örneğin arkadaşınızın evine gidip, kapıda “Ahmet evde mi?” diye sorduğumuzda, “evet” cevabını aldıktan sonra geri dönmeyiz. Cümle anlamı sadece bunu sorarken. Kullanıcının ifade etmek istediği anlam, “Ahmet evdeyse görüşebilir miyim?”dir. Bunu “Ahmet evde mi?” cümlesiyle ima etmiş olduk. Yani Austin terminolojisi kullanacak olursak, soruyla sadece düzsöz edimi değil, ayrıca sözedimsel edimlerde de bulunduk.
Bu yazıda dil felsefesinin pragmatik alanının ne anlama geldiğini ve nasıl çalışmalar yaptığını anlattık. Sosyal uzlaşmanın sadece dilsel değil, birçok iletişim yolundaki anlamı belirleniminin bir yolu olduğunu açıkladıktan sonra dil-eylem arasındaki ilişkiyi çalışan iki temel filozofun (Austin ve Grice) görüşlerini karşılaştırarak açıkladık. Austin söz edimlerini üçe ayırdı: Düzsöz edimi, Edimsöz edimi ve Etkisöz edimi. Bunun karşılığında Grice, cümlenin anlamını ve kullanıcının ifade etmek istediği anlamın farklı olduğunu etti. Bu ikisinin karşılaştırılması son bölümde yapıldı. Sonuç olarak, pragmatik alanındaki çalışmalarla, sadece anlam bilimsel ve söz dizimsel araştırmanın yanı sıra, pragmatik araştırmanın da anlam çalışmalarına yeni yollar açtığını gördük.