Evrim kavramı, genel olarak değişimi, bir süreci ifade eder. Biyolojide ise bu kavram birey değişiminden ziyade, birey gruplarında (populasyon) kuşaklar boyu meydana gelen değişimlerin sürecini ifade eder. Günlük dilde de evrim, değişim demektir. Bu değişimin nasıl ortaya çıktığı ve bu çeşitliliğin boyutunun açıklanması evrim kuramının temelini ve felsefesini oluşturur.
Evrim kavramının biyolojik türlerin tarihsel oluşumu bağlamında temellendirilmesi Charles Darwin ve Alfred Russell Wallace tarafından yapılmıştır. Ancak, evrim biliminin modern sistematik temellendirilmesi, DNA dizilimlerinin keşfiyle ve moleküler biyolojinin genetik biliminde açtığı geniş ufuklarla, 20. Yüzyılın başında olmuştur. Bu bağlamda, günümüzde evrim kuramı ile kastedilen, içinde moleküler biyoloji, genetik, taksonomi ve paleontolojinin katkısıyla, mutasyon ve doğal seçilimin evrime temel katkı sağladığı savıdır. Modern evrim sentezi olarak bilinen, Sistematik ve Türlerin Kökeni (1942) Ernst Mayr, Tür Üstü Düzeyde Evrim (1959) Bernhard Rensch, Bitkilerde Çeşitlilik ve Evrim (1950) Ledyard Stebbins, Evrimde Yol ve Yöntem (1944) Evrimin Temel Özellikleri (1953) George Gaylord Simpson ve yeni türlerin kökeninin rekombinasyon, mutasyon, doğal seçilim (natural selection) üzerine çalışmaları ile Theodosius Dobzhansky tarafından bilimsel kanıtların neticesinde sistematik bir şekilde temellendirilmesidir. (Douglas Futuyma, (2005) Evolution, s. 9, Sinauer)
Genel olarak bilim felsefesinin özel olarak da biyoloji felsefesinin en çok tartışılan konusu biyolojik evrim kuramıdır. Biyoloji biliminin sorduğu en temel soru olan “Yaşam nedir ve nasıl ortaya çıktı?“ sorusu evrim bilimi aracılığıyla da cevaplandırılmaya çalışmıştır.
Gerek canlılarda, gerek eşyada değişim bu sürece olan merakı, yazılı kaynakları bize ulaşabilen ilkçağ düşünürlerinden beri kapsamlı bir inceleme konusu olmuştur. Evrimin ve dünyanın oluşumuna ilişkin açıklamaların tarihini, Sokrates öncesi dönemin filozoflarının, düşünce tarihi ile başlatmamız için elimizde yeterli kanıtın mevcut olduğu gözükmektedir. Felsefe tarihinin başlangıcıyla birlikte, dünya ve evrenin temeli, canlıların değişimi; efsane ve mit açıklamaları yerine aklın ve sağduyunun açıklamaları ile düşünerek, kimi zaman da gözlem yolu ile açığa çıkmıştır. Bu açıdan bakıldığında evrim konusunda ilk görüşün, oldukça başarılı bir gözlem ve akıl yürütme ile Anaximender tarafından ortaya atıldığını görülür.
“İlk canlılar dikenli kabuklara sarılı olarak yaşlık içinde meydana gelmişler, yaşları ilerleyince kuru yere çıkmışlar, kabuğun çepeçevre yırtılması ile kısa bir zaman başka bir şekilde yaşamışlar. – Başlangıçta insanların başka kılıktaki canlı varlıktan meydana geldiğini söylüyor… – İnsanların ilk önce balıklar içinde meydana geldiklerini ve köpek balıkları gibi büyüdüklerini ve kendilerine bakabilecek hale geldikten sonra karaya el attıklarını anlatıyor.” (Anaximeder Fragmanları DK A30.10 Walther Kranz, Antik Felsefe, s.33, Sosyal Yay.)
Anaximender’in metafiziğinin, daha ilk çağda düşünsel olarak bu denli isabetli bir çıkarımı, aslında insanın biyolojik çevrisindeki değişimler üzerine bu keskinlikte fikirler üretebileceğinin daha İlkçağlardan beri kanıtlar.
Anaximender, Anaximenes ve Empedokles gibi Antik Yunan filozofları kuşkusuz kendi evren düzenleri (kozmolojileri) üzerine akıl yürütmelerine uygun olarak canlılık üzerine çıkarımlarda bulunuyorlardı. Ancak yukarıda alıntılanan düşüncenin tam olarak “evrim kuramı” ya da kelimenin günümüzde karşıladığı anlam ile “modern evrim kuramı” karşılaştırmasını yapmak basit bir anakronizmden öteye gitmeyecektir. Günümüz modern biliminin “şimdilik” bize doğru olarak öğrettikleri ile geçmişin pek çok yanlışını düzeltebildiğimizin yanı sıra, kavramların kültürler arası ve zaman bağlamında gelişimlerini fark edebilmemize olanak vermesi nedeniyle, Antik Çağ’ın “evrim kuramları” günümüzde de, daha öncesinde olduğu gibi, yeni fikirlerin filizlenmesinde mutlaka belirleyici rol oynamış olmaları gerekir.
Ünlü düşünürlerin ve bilim insanlarının, gerek çağdaşlarının, gerek ardıllarının, bu denli temel felsefi birikimlerden yoksun bir eğitimden geçmiş olmaları ve ya kuramlarının oluşma safhalarında geçmişin bu düşünce getirilerini yok saymaları pek olanaklı gözükmemektir. Karl Popper’ın tezinde belirttiği gibi “Bilimsel bulgular tarihinin, tamamıyla yeni cihazların teknolojik keşiflerine bağlı olduğu öne sürülür. Oysa ben bilim tarihinin düşünceler tarihi olduğu kanısındayım. Büyüteçler, Galilei bunları astronomik bir teleskop içerisine yerleştirmeden önce de vardı… Yeni bir düşünce -yeni bir kuram- teknolojiyi etkilesin ya da etkilemesin yepyeni bir duyu organı gibidir.” (Karl R. Popper (2001) Daha İyi Bir Dünya Arayışı, s.74, YKY)