Edebiyat dünyasında ütopya ve distopyanın ayrı bir yeri ve sadık bir okuyucu kitlesi var. Siyasal kuram yazını ile gerçekçi edebiyatın arasında çekilen bir çizginin tam ortasına oturtuyorum ütopya ve distopya yazınını. Bu yazıda bu ikiliğin arasında duran bir distopik edebiyat örneğini tanıtmak ve bundan bazı sonuçlar çıkarmak istiyorum. Öncelikle, bu tür edebi eserlerin siyasal kuram ve gerçekçi edebiyattan neleri borç aldığına dair bir girizgâh yapayım.
Siyasal kuram, her ne kadar maceraperest bir tarafa sahipse de, siyaset biliminin çizdiği kurallara geniş ya da dar anlamıyla bağlı kalmak durumundadır. Yani, siyasal kuram çerçevesinde, siyaset biliminin ampirik veriye ağırlık veren kollarının aksine, geleceğin ne olacağını ya da nasıl olacağını söylemeye izin vardır fakat söyleyeceklerinizin sağlam temeli olması gerekiyor. Aksi takdirde, yazılanlar siyasal kuramın alanından çıkıp farklı adlar almaya başlıyor; komplo teorisi, spekülasyon ve benzeri. Aslında “spekülasyon” kökeni ve felsefedeki kullanımıyla, pratik olmayan, sadece kuramsal olan fikir ve iddialara yönelik nötr bir kelime. Fakat bir sıra her ne olduysa, “işkembeden sallamak” anlamı kazanmış, herhalde borsa ve finans alanlarında edindiği kötü şöhretten yadigâr. Siyasal kuram da bu isimle kendisini yan yana getirmemek için epey çaba sarf ediyor genelde. Prestijli dergilerin gözdesi, belki de biraz haklı olarak, güzel grafikler ve çarpıcı rakamlar oluyor. Dolayısıyla siyasal kuram sınırlı bir alan ve sınırlı bir argüman yelpazesiyle epey iddialı işlere kalkışıyor, başarısı tartışılır.
Öte yanda da gerçekçi edebiyat var. Gerçekçi edebiyat ise genellikle geleceğe dair tahminlerde bulunmak yerine -elbette istisnaları var- günümüz dünyasını kurgusal olay ve karakterlerle açıklama yoluna gidiyor. Kurmaca olması itibariyle siyasal kuramdan ayrılıp bugünü analiz etmesiyle ona tekrar kavuşuyor. Bu iki alan yan yana getirildiğinde inanılmaz derecede spekülatif -evet, bu kelimenin nötr hatta belki olumlu anlamını kullanmakta ısrarcıyım- ve uyarıcı nitelikte eserler ortaya çıkıyor. Belki de ütopya ve distopya edebiyatının en büyük yararı en katı gerçekçinin bile zihninin çılgın ve beklenmedik biçimde çalışmasına neden olması. Bu özelliği itibariyle, bu tür edebiyat eserlerini parfümerilerde her farklı kokuyu denemeden önce kahve koklamaya benzetiyorum. Bir süre sonra kahve size sadece sunduğu koku itibariyle değil algı sisteminizi değiştirme marifetiyle katkı sunuyor. Zaten sanıyorum, harfi harfine ne olması gerektiğini söyleyen bir spekülatif eser yoktur, hepsinin ortak amacı okuyucunun olaylara başka türlü bakmasını sağlamak. Pratiğe yönelik uzun ve ayrıntılı tavsiyelerin geçerlilik sürelerinin dünya klasikleri ile kıyaslandığında bu denli kısa olmasının nedeni de yine bu olsa gerek.
Şimdi anlatacağım örnekle bunu biraz daha ileri götürmek istiyorum. Her zamanki gibi siyasal kuramın analiz gücü ve gelecek tahminlerini alıp üzerine edebiyatın kurmacası ve dinamizmini birleştirsek ama bunlarla da yetinmeyip üzerine matematik ve sembolizm koysak? 100 seneyi aşkın bir süre önce, Edwin Abbott benzer bir soruyu sorup Flatland [Düzülke] romanını kaleme almış. Düzülke, adı üstünde bir düzlem üzerinde iki boyutlu cisimlerin yaşadığı bir ülke, romanın ana karakteri de bir Kare. Bildiğimiz iki boyutlu geometriden tek farkı, Düzülke’nin vatandaşları düzlem üzerinde hareket edebiliyor, yani dinamik bir düzlem söz konusu. Doğru parçaları, üçgenler, kareler, daireler… Aklınıza gelebilecek hemen hemen bütün iki boyutlu şekiller, Düzülke’de mevcut. Birbirlerini sadece kenarlarından ya da çevrelerinden tanıyabilen ve dolayısıyla herkesin birbirini uzaktan birer çizgi olarak gördüğü bu düzlemde evler de birer çokgen. Yağmur her zaman kuzeyden yağdığı için şekiller yönünü bulabiliyor. İki boyutlu bir düzlemde güneşin doğacak hali yok ya, ışık kaynağı her zaman ve her yerde belirli bir ölçüde var.
Düzülke’yi daha önce pek çok yerde duymuş olabilirsiniz. Carl Sagan, Kozmos belgeselinde bahsediyordu. The Big Bang Theory adlı dizide de geçiyordu. İnternetten yaptığım yüzeysel bir araştırmayla daha pek çok yerde geçtiğini de gördüm. Ne var ki göndermelerin çoğu Düzülke’nin eğlenceli bir geometri çalışması veya iyi bir matematiksel roman olmasıyla ilgili. Halbuki, Düzülke bir siyasi hiciv aynı zamanda. İngiltere’de toplumsal etkileri bir hayli yoğun olmuş olan Viktoryen ahlaka dair pek çok tespit ve eleştiri var. Viktoryen ahlak denilince sadece en dar anlamı düşünülmesin, bütün bir geç 19. yüzyıl İngiliz toplumuna eleştiri var. Bu eleştirinin kıymeti ise Abbott’ın Viktoryen dönemde yaşamış olmasından kaynaklanıyor. Distopya kurgularken uzak yer ve zamanları eleştirmek her zaman daha kolay fakat Abbott böyle bir kolaycılığa kaçmıyor. Kendi toplumunun, kendi çevresinin sorunlarının üzerine varıyor. Biraz bahsedelim.
Düzülke’nin fiziksel kuralları tuhaf geldiyse, siz bir de toplumsal kurallarını okuyun. Düzülke’de çok güçlü bir hiyerarşi hüküm sürüyor. Eşkenar Üçgenler tüccar sınıfı, Kareler profesyonel meslek erbabını temsil ediyor. Şekillerin köşe sayısı arttıkça toplumdaki yeri de iyileşiyor. Malum, köşe sayısı iyice artınca daire olmaya yüz tutuyor çokgenler. Artık ayırt edilemeyecek kadar yuvarlak bir hal alan çokgen, Daire’lerin ayrıcalıklı ve seçkin grubuna katılmaya hak kazanıyor. Anlıyoruz ki Daire olmak ruhban sınıfına yakıştırılmış, Düzülke’nin yönetimi de büyük oranda onların elinde. Oldukça boğucu ve sıkıcı bir sosyal düzen anlatılıyor. Distopik bir roman Düzülke, hiç şüphe yok. Örneğin işçi sınıfı ve genel olarak fiziksel güçle yaşamını kazananlar ve kadınlar toplumsal hiyerarşinin en altına itilmiş. Kadına biçilen rol, evinde kalması ve erkeğin izni veya eşliği olmadan kamusal alanda bulunmaması; Viktoryen döneme dair ilk eleştiri buradan geliyor, fakat siz elbette bu kadın düşmanı tabloyu başka yerlerden de hatırlayabilirsiniz. Öyle Üçgen falan doğduysanız hemen üzülmeyin, yukarı doğru hareketlilik, yani sosyal sınıf atlama imkanları mevcut. Eğer Düzülke’nin iyi ve uslu bir şekli, yani vatandaşı olursanız, çocuğunuzun size göre bir fazla kenarı oluyor tabi çocuğunuz erkek olursa. Yani kendi halinde bir Kare iseniz ve bir yaramazlık da yapmadıysanız, çocuğunuz Beşgen olacak, torunlar da Altıgen. Bu mutlu aile tablosu sürüp giderse belki bir gün sülalenizden aristokrat bir Daire bile çıkabilir! Umut çokgenin ekmeği!
Gelin görün ki her şey o kadar kolay değil. Viktoryen dönem aynı zamanda “düzene uymayanın” hoş görülmediği bir zaman, bu konuda ün salmış. Bu nedenle Düzülke’de saygı görmek için Eşkenar bir çokgen olmanız lazım. Bir İkizkenar Üçgenseniz, sınıf atlamayı unutabilirsiniz. İkizkenar üçgen olmanızın da bir sebebi var elbette, her şey bir düzenin parçası. İkizkenar üçgenlerin açılarından biri daha dar olacağı için daha keskin ve sivri oluyor, bu da düzeni bozmaya çalışanlarla daha iyi mücadele edebilmesine imkan tanıyor. Ne kadar dar bir açı, yani sivri bir silahınız varsa o kadar alt sınıfa aitsiniz. Eşkenar olmayınca çocuğunuz için de çok fazla umudunuz kalmıyor. Oldu ya, kaderin yardımıyla Eşkenar Üçgen bir çocuğunuz oldu, o zaman ilgili kurum çocuğa el koyuyor ve çocuksuz bir Eşkenar Üçgen ailesine veriyor. İkizkenar Üçgenler nadiren, örneğin olağanüstü bir başarı gösterdikleri zaman Eşkenar Üçgen olabiliyorlar, bir kenarı uzuyor geri kalan iki kenarı kısalıyor. Ondan sonra belki daha mutlu bir aile kurabilir. Bu çok nadir olan bir durum. Üst sınıflar da bu durumdan çok memnun çünkü İkizkenar Üçgenler her zaman daha iyi bir geleceğe dair umut besliyorlar ve bu da alt katmanlarda başlayacak bir hareketlenme ve isyanı engellemiş oluyor. Bu durum bana bir yerden tanıdık geliyor ama bir türlü çıkaramadım. Neyse.
Şimdi elbette, dikkatli okuyucunun aklına takılıyor: Nasıl olur da bu düzene bir itiraz olmaz? Anlatıcımız Kare, bir sürü itirazın geldiğini fakat bunların hemen susturulduğunu söylüyor. Bu iki biçimde gerçekleştiriliyor. Birincisi ve daha az kullanılanı, şiddet. Daire’lerin genelde ufak bir isyanı bastıracak kadar kendi yanında tuttukları İkizkenar Üçgen var. Ne var ki işler nadiren bu noktaya geliyor. Genelde isyan ve itirazlar, İkizkenar Üçgen ve diğer bazı alt sınıf çokgenlerin arasına fesat karıştırmakla oluyormuş, Kare öyle diyor. Bazen de sanat ve modanın yardımıyla tehlikeli grupların önde gelen isimleri daha düzgün çokgenler haline getiriliyor ve seçkinler arasına alınıyor. Kısacası, Düzülke’de çok fazla isyan olmuş ancak hiçbiri ciddi başarıyla sonuçlanmamış.
Viktoryen dönemi kıyasıya eleştiriyor Abbott, yerden yere vuruyor. Kitabı okumak isteyenler varsa diye, hikâyesinin devamını anlatıp heyecanını kaçırmak istemem fakat şunu söylemekle yetineyim: bir Küre üçüncü boyuttan Düzülke’ye gelip Kare’ye bilmediği şeyler anlatıyor. Kitabın bu kısmından sonrası alegori ve sembolizmle dolu. Platonist de anlaşılabilir, daha materyalist mesajlar da çıkarılabilir. Önemli olan, Abbott’ın 1884 kadar erken bir tarihte bir distopya romanı yazmış olması. Hatta 1984 yılından tam bir asır önce yazılmış olması hoş bir tesadüf değil mi? Her yerde bir Büyük Birader arayanlara Abbott, “İki boyuttan bile bir Büyük Birader çıkarırım.” demiş sanki.
Düzülke, edebiyat camiasında uzun süre ünlenmiyor. Belki Abbott kitabı önce takma isimle çıkardığından belki de o sıralar asıl alanı olan teolojiyle ilgili daha ünlü kitaplar yazdığından, bilemiyorum. Bugün ise Abbott’ın en ünlü kitabı olarak Düzülke gösteriliyor, nedeni de büyük ölçüde distopya edebiyatının popülerlik kazanması. Kitabı okuyana okumayana sorulacak birkaç soru da var elbet. Bu kitap yüz sene sonra yazılmış olsaydı yine benzer sorunlar yazılmayacak mıydı? Viktoryen dönemi eleştirmek için yazılmış bir kitapta bugüne dair sorunlar yakalamamız Abbott’ın öngörüsüyle mi ilgili yoksa bizim sorunları çözemememizle mi? Bir de başa dönelim: Yeni ütopyalar ve distopyalar yazmak için siyasal kuramın neresinden tutmak lazım? Ne kadar kurmaca gerekiyor? Gerçekçi hayaller ne zaman kendisini hayalperestliğe bırakıyor? Abbott iki boyutlu soyut bir dünyada bile gerçekçi sorunlarla baş ettiyse, ütopya ve distopya kurgularken biraz hayal kurmaktan ve gerçekliği biraz kurmaca ile yoğurmaktan zarar gelmez herhalde, değil mi?