Satranç için “kralların oyunu” derler, şüphesiz kötü çevrilmiş bir niteleme, hatta eski lisanla, müstağrip bir çeviri. Bizim buralarda Hint-Avrupa geleneğinin doğuya yakın kolundan esinlenip “şah” dediğimiz satranç taşına Anglo-Sakson dünyada “king”, Türkçesiyle “kral” diyorlar. Muhtemelen Batı’da bir eğretileme amacıyla “kralların oyunu” yakıştırması yapılmış, haksız da değiller, en önemli iki taşın adı “kral” sonuçta. Bunu da bağlamından kopararak çevirmek anlam kargaşası yaratmış. Bizde “kralların oyunu” denince sanki kralların bu oyuna pek düşkün olduğu gibi bir anlam çıkıyor. Nasıl Marcus Aurelius imparatorluk sıfatının yanına bir de filozofluğu ekleyerek bir istisna yarattıysa, eminim satranca düşkün “krallar” da olmuştur, hatta ve hatta satrancın aristokrat ve kentsoylu sınıf içinde popüler olduğu da biliniyor. Ne var ki istisnalar kaideyi bozmaz. Satranç, “kralların oyunu” değildir. İhtimal, kral danışmanlarının oyunudur, fakat bu bile günümüz için abartılı bir niteleme gibi duruyor.
Siyaset bilimi departmanlarında, hatta güncel siyasette, satranç benzetmeleri sıklıkla kullanılır. Siyaset kitaplarının kapaklarında satranç tahtası sıkça yer bulur. Herhalde, siyasetin de satrancın da stratejik zeka gerektirmesine bir göndermedir bunlar. Düşünen insan, başını ellerinin arasına alıp önündeki tahtaya bakan insan, siyaset için biçilmiş kaftandır sanki. Bu benzetmenin estetik değeri hatrına, apaçık bir çelişki halı altına süpürülür: Satrancın düşünen, soğukkanlı, mesafeli insanı genelde siyaset için tarih boyunca uygun bulunmamıştır. Siyaset, doğası gereği; daha girişken, daha dışadönük, daha atılgan insan arayışındadır, en azından ön saflarda. Bu siyasetçilerin soğukkanlı olamayacağı ya da satranç oyuncusunun atılgan olamayacağı anlamına gelmiyor fakat bu iki grubun çok benzer özellikler taşıdığını düşünmek, birkaç ortak özelliğe bakarak aceleci bir genelleme yapmak demek. Doğru, satranç oyuncusu da siyasetçi de büyük ölçüde öngörülü olmak, birkaç adım sonrasını kestirmek zorundadır ve ayrıca karşı tarafın ne yapacağı ya da yapabileceği üzerine plan yapsa da o an gerekli olan neyse, onu yapar. İkisinin de bir “kafa” işi olduğu da kesindir, kimsenin bir itirazı olduğunu sanmam.
Yine de çok sallantılı bir benzetme, hazır düştü düşecek, düşürelim madem. Hem o kadar istisnadan bahsetmişken, “Teşbihte hata olmaz.” lafına da bir istisna buluruz belki. Satranç ve siyaset arasındaki farklılıklar, benzerliklerden fazla gibime geliyor. Her şeyden önce satrançta şans unsuru yoktur. Talihin yaver olabileceği tek unsur, oyunda kimin beyaz taşlara sahip olup da ilk hamleyi yapacağına dair rastgele seçimdir. Bunun dışında şans unsurundan bahsetmek mümkün değildir. Fakat, hayatın sayısız unsurunu içinde barındıran siyaset için aynısını söylemek zor. Şans, talih, kader; adına her ne denirse densin, siyasetin salt akıl ve mantık çerçevesinde yürüdüğünü veya yürüyebileceğini iddia etmek en koyu pozitivistlerin dahi harcı değildir. Siyaset ile satrancı ayıran bir diğer nokta ise satrancın kapalı bir sistem olmasıdır. Evet, satranç tahtasında üçüncü, belki dördüncü hamle sonrasında gelişebilecek olasılıklar, ortalama bir insan zihninin kaldırabileceğinden fazladır. Yine de bu, satrancın kuralları sabit, 64 kare üzerinde oynanan bir oyun olduğu ve dolayısıyla sınırlı sayıda olasılığı, kapalı bir sistemde barındırdığı gerçeğini değiştirmez. Siyasetin ise açık veya kapalı bir sistem olup olmadığını bile tartışamıyoruz zira böylesi bir tartışmayı yapmak için hiç olmazsa siyasetin sınırlarını biraz olsun netleştirmek gerekirdi. Bugün bu durumdan çok uzağız, gelecekte de yakınlaşacağımıza dair bir işaret göremiyorum. Dolayısıyla siyaset ve satranç, matematiksel açıdan da birbirinden uzaktır.
En önemli ayrımı ise sona sakladım: satrançta tek bir normatif kural söz konusudur, belirlenen kurallar çerçevesinde rakibi mat etmek. Geri kalan bütün hedefler ikincildir, asıl hedefe ulaşmaya hizmet ederler. Ne var ki üç bin yıllık felsefe ve belki bir o kadar eski olan siyasal kuram, siyaset için böylesi tek ve nihai bir hedef belirlemeyi başarmış değildir. Nice insan kendi hedefini nihai olan sanabilir fakat bu herkesçe paylaşılmadığı sürece siyaset her koşulda satrançtan ayrı bir konumda olacaktır. Belirttiğim üzere, siyasetin satranca benzeyen yanları mevcut, fakat siyaset normatif hedefleri, sadece olanı değil, olması gerekeni de anlatma yüküyle satrancın soğukkanlı rasyonelliğinden bir parça uzaktır. Siyasette fırsatçılık, rasyonalite ve soğukkanlılığın amaç değil, araç olması beklenir. Francis Bacon’a atfedilen, para ile ilgili cümleyi biz de çıkarcılık için söyleyebiliriz: Çıkarcılık iyi bir köle fakat çok kötü bir efendidir. Yani, hedef doğru belirlendikten sonra, çıkar ve fırsat peşinde koşmak bir gerekliliktir. Dolayısıyla, belki de bu hedefin ortaya çıkmasından sonra kişi siyaseti satranç oynar gibi de icra edebilir. Fakat, arkasında sağlam bir hedefi, felsefesi ve ahlakı olmadan siyaset anlamsız kalacaktır. Yanlış anlaşılmasın, kötü olacaktır demiyorum, o kısmına herkes katılacaktır zaten. Ben bunun üstüne, anlamsız da olacağını iddia ediyorum. Tam olarak neyin çıkarını kovaladığını bilmeyen bir insanın siyasetinin ne anlamı olabilir ki?
Nick Bostrom’un 2003 yılında ortaya attığı bir düşünce deneyi var: Ataş (tutturgaç) maksimizasyon deneyi. Bir yapay zeka düşünün ki tek amacı ataş üretmek olsun. Nedir, bu yapay zeka etrafındaki her şeyi ataşa dönüştürmek gibi bir hedefe sahip, insan olsaydı buna pekala ‘çıkar’ da diyebilirdik. Önce toplayabileceği tüm hammaddeyi topluyor. Sonra baktı hala bir sürü kaynak var, çatal bıçaktan, elektronik aletlere kadar her şeyi eritip ataş üretmeye devam ediyor. Bir de fark ediyor ki insanlar da aslında ataş üretebilir, dolayısıyla bütün insanlık kendisini ataş üretmeye adamalı diye düşünüyor. Fakat sonra ortaya çıkıyor ki insanlar çalışmak yerine kendini hammadde için feda etse, kaynak kullanımı daha da verimli olacak. Böylelikle tam yetkiyle donatılmış bir yapay zeka, tüm insanlığı yok edebilecek bir hale geliyor. Sebep? Çok basit, yapay zekanın hedefi doğru düzgün belirlenmemiş. Bir küçük ironi daha ekleyelim tam olsun: insanoğlunu ataş üretmek için önce köleleştirip sonra da yok etmeye muktedir bir yapay zeka sizi de, Kasparov’u da mat edecek akılcılığa sahiptir diye varsayabiliriz. Demek ki siyaset için esas olan akıl veya iktidar olmasa gerek. Olsa olsa, iyi belirlenmiş bir hedef olmalı. (Tabii, yukarıdaki ataş üretim modelini geçerli bir siyaset modeli olmadığını varsayacağım.) Elbette, bu hedefe ulaşmak için akılcılık ve hesaplama gücü gerekecek fakat hayatta ne için bunlar gerekmiyor ki?
Siyaset de hedefsiz kaldığı zaman çok yıkıcı olabiliyor ki zaten o zaman iddia edildiği gibi satranca benzemeye başlıyor aslında. Son 40 yılın dünya siyaseti buna başlı başına bir örnek. Seçim olur, oylama olur, lobi olur; ne olursa olsun bir şeyi kazanmak üzerine bir algı yok mu gerçekten de? Tam olarak hedef belirlemeden kazanılan zaferlerin anlamı var mı ki? Belki de bu yüzden, tesadüf değil ya tam da 90’larda, “tarihin sonu” geldi dendi. İdeolojilerin, fikir ayrılıklarının ve temel farklılıkların ortadan büyük ölçüde ortadan kalktığı düşünüldü. Bunun da anlamı siyasetin artık küçük veya büyük fark etmeksizin bir hesap işi olması demekti. Asker, oy, para veya başka ne olursa; zafer artık sayıların ve bunların iyi hesaplanmasının doğal bir sonucu olabilirdi. Tarihin sonu geldiği algısı da kamuoyundaki başarısını buna borçluydu. Bereket, dünya düzeni de buna hazırdı. İdeolojilerden birisi, liberal demokrasi, tartışılmaz bir zafer kazanmıştı. Beklenmedik tehlikelere karşı erketeye yatacak ufak bir bekçi kuvvet gerekebilirdi belki fakat artık siyaset büyük ölçüde satranca dönüşmüş gibiydi. Kapalı bir sistemde, tek bir nihai hedefi olan oyuncuların kuralları tartışmadan, olduğu gibi kabul ederek oynadıkları bir oyun. Hala “kralların oyunu” değildi belki ama liderler satranç oynar gibiydi. Kastettiğim “hedef eksikliği” tam olarak buna işaret ediyor işte. Bobby Fischer ile Boris Spassky’nin satranç maçının Soğuk Savaş’ı yansıttığı düşünülüyordu, şimdiyse Soğuk Savaş’ın bir satranç maçını yansıttığını düşünüyoruz. Satrancın siyasallaşması mı yoksa siyasetin satrançlaşması mı? İkisi de tehlikeli ama ilki bir algı sorunuyken ikincisi bir varoluş sorunu gibi duruyor. Son bir soruyla varoluş sorununu açmaya çalışayım: Zaferin ne olduğunu tam olarak tanımlamadığımız hatta belki anlamadığımız bir siyasal dünyada, “Zafere giden her yolun mübah olup olmadığını” ya da “Tarihi muzafferlerin yazıp yazmadığını” tartışmanın bir anlamı var mı ki? Soruyu tepetaklak edince de şu hali alıyor: Siyaset konusundaki ayrıntı ve yöntem tartışması bizi aslında daha geniş sorular sormaktan alıkoyuyor olmasın? Ne istiyoruz ki acaba?