İstiklal Harbi’nin 100. Yılı ve Zafer Yolları
30 Ağustos 1922 tarihinde kazanılan kesin zaferin ertesi gün, sabahın erken saatlerinde Başkomutan, harp sahasını inceliyordu. Dere tepe, Yunan ordusunun enkazından arda kalanlarla dolmuştu.
Yunan zayiatı 8 bin civarında hesaplanıyordu. Karargâha sevk edilen esir kafileleri tükenmiyordu.
Muzaffer Komutan, biraz sonra savaş meydanında yürekleri titreten bir manzarayla karşılaştı. Toprağın üzerinde bir Türk sancağı nazlı nazlı dalgalanıyordu. Sancağın gönderini tutan el görülüyordu. Bu elin sahibi yerde top mermisinin açtığı bir çukura gömülmüştü. Mustafa Kemal, gördüğü manzaranın gelecek kuşaklara aktarılmasına belki de o anda karar verdi. İki yıl sonra zaferin kutlaması için Zafer Tepe’ye gidecek, Şehit Sancaktar Mehmetçik anıtının temelini atacaktı.
ZAFERİN SİMGESİ KAĞNI
Üç Mustafa; Mustafa Kemal, Mustafa Fevzi ve Mustafa İsmet Paşalar Çalköy’de yıkık bir evin avlusunda bir kağnının etrafında toplandılar. Harita serildi, paşalar kafa kafaya verdi. 26 Ağustos sabahı başlayan ve beş gün, beş gece devam eden Afyonkarahisar ve Dumlupınar Meydan Savaşı son bulmuş ve düşmanın seçkin kuvvetleri yok edilmişti.
Artık, düşmanın durmasına ve düzen almasına zaman bırakmadan onu takip etmek gerekiyordu.
Mehmetçik bir yandan Bursa yönünde çekilen düşmanı kovalıyor, diğer yandan asıl kuvvetleriyle durmadan İzmir’e doğru yürüyordu. Amaç, Yunan kıtalarının yeni bir hat kurup yeniden direnişe geçmesine meydan vermemekti.
1 Eylül’de fiilen takip başladı. Aynı gün Başkomutan tarihe geçen emrini yazdırdı:
“Türkiye Büyük Millet Meclisi Orduları! Afyonkarahisar-Dumlupınar Büyük Meydan Muharebesi’nde zalim ve mağrur bir ordunun asıl unsurlarını, inanılmayacak kadar az bir zamanda imhâ etdiniz. Muharebe meydanlarındaki mahâret ve fedakârlıklarınızı yakından müşahâde ve takip ediyorum. Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!”
Hatırlatmak isteriz ki, Yunan Kralı Sakarya Meydan Savaşı öncesinde, ordusuna Ankara hedefini gösteriyor, “İleri!” diyordu; ama ileri yürüyen Yunan kıtaları sonunda geri dönmek zorunda kalıyordu. Bu kez Mustafa Kemal, bu tarihe geçen emriyle ona da nazire yapıyor, Mehmetçik onun gösterdiği hedefe varmak için yarışıyordu
Ertesi gün, Başkumandan Meydan Savaşı’ndan kaçarak uzaklaşabilen kılıç artıkları yakalandı. Esir kafilesinde, General Trikupis, General Diyenis ile Albay Yuvanis ve Albay Vandelis ile birlikte 408 subay bulunuyordu. Erlerin sayısı yaklaşık 5 bindi. Yunan ordusunun başkomutanlığına getirilmiş olduğundan habersiz bulunan Trikupis, Uşak’ta Mustafa Kemal’in huzuruna çıkarıldığında, dostane bir tavırla karşılandı.
Batı Cephesi karargâhında görev yapan genç subaylardan Cevdet Kerim (İncedayı), savaştan sonra verdiği konferanslarda, o görüşmeyi şöyle anlatıyordu:
“Mustafa Kemal Paşa konuşmaya şöyle başladı: Bundan birkaç ay önce Başkomutanınız Hacıanesti, cepheyi teftiş ettikten sonra dönüşünde gazetecilere verdiği demeçte, ‘Mustafa Kemal mi, ben bu isimde bir kumandan tanımıyorum. Cephede hiçbir yerde rast gelemedim’ demişti. Şimdi bir haftadır savaş meydanındayım. Ne kadar aradıysam da başkomutanınızı göremedim. Kendisi nerededir?”
Başyaver Salih (Bozok) Bey ise o tarihi anı şöyle hatırlıyordu:
“Esir düşmüş başkumandanla general arkadaşı o gün Mustafa Kemal Paşa hazretlerinin nezdine getirdiler. İsmet Paşa ile Birinci Ordu Kumandanı da beraber gelmişlerdi. Gazi Paşa hazretleri esir generalleri ayakta karşıladı. Kendilerine yer gösterdi, birer çay ısmarladı, sonra Trikopis’e sordu: ‘Bu iş nasıl oldu?’Trikopis iki ellerini yanlarına doğru açarken başını önüne eğdi. Kemal Paşa konuşmanın sonunda, ‘Hacianesti yerine Başkomutanlığa atandığınızı biliyor musunuz?’ diye sordu. ‘Hayır.’ ‘Bildirmek için telsizle sizi arıyorlardı.’ ‘Durumumuz bu işte Mareşalim. Yönetim her zaman olayların gerisinde kaldı. Sonuç da tabii böyle oldu.’ Utanç içinde önüne baktı.
Bu esnada, takip harekâtı sürüyordu. Yunan ordusu geçtiği kent ve kasabaları yakıyor, Türk süvarileri onları yakalamak için kovalıyordu. Birlikler çok yorulmuş, cephane azalmış, ikmal kolları geride kaldığı için de yiyecek sıkıntısı başlamıştı. Kıtalar insanüstü bir sabırla yürüyordu.
Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa, süvari kolordusu Komutanı Fahrettin Paşa’ya yolladığı emirde, “Süvarilerimize borcumuzu ödeyeceğiz. Fakat daha ileride imha edilecek düşman kuvvetleri bulunduğunu unutmayarak azim ve celadetinizi mütemadiyen teyit etmelisiniz” diyordu.
5 Eylülde Salihli’de kanlı çarpışmalar yaşandı. Mermisi tükendiği için kılıca kuvvet saldıran süvariler, kendisinden 10 kat kalabalık düşmanı uzaklaştırmayı başardı.
Bu sırada, uluslar arası alanda da telaş başlamıştı. Anadolu meselesinin Türk zaferiyle sonuçlanacağını anlayan güçler ateşkes fikrini öne sürdü.
Yaptıklarının hesabını veremeyeceğini bilen Yunan ve Ermeni göçmenleri de bir an önce İzmir’e varıp canını kurtarmanın telaşına düşüyordu Türk süvarisi giderek Kızılelma’ya yaklaşıyordu…
İZMİR’İN KURTULUŞU
9 Eylül sabahı İzmir Türk Bayrağı’na kavuşacaktı.
En öndeki keşif kolunun subayı Teğmen Enver, sabah 4 buçuk civarında yolladığı raporda, düşmanın çekildiğini bildiriyordu. Tan yeri ağarırken, Teğmen Enver büyük bir heyecan içindeydi. Başkomutanın gösterdiği hedef, karşısında duruyordu. Bulunduğu yerden az ileride bulunan Bornova köyünü ve limandaki gemileri dahi görebiliyordu.
2. Süvari tümeni komutanı Ahmet Zeki Bey, elindeki birliklere Bornova istikametinde ilerleme emri verdi.
Süvariler, şehre en önde girmek için yarışıyordu.
Sabah 10.00’da 4. Alay Komutanı Ali Reşat Bey, Bornova istasyonundan bir rapor yolladı:
“Alay, saat 09.00’da ilk önce Şerafettin komutasında iki bölüğüyle daha sonra da diğer kısımlarıyla Bornova’yı düşman işgalinden kurtarmıştır. Düşmandan eser yoktur.”
Etrafa kıvılcımlar saçan nal sesleri dünyadaki süvari zaferinin son ezgisiydi.
Süvariler Tuzakoğlu isimli un fabrikasını geçerken, ateş açıldı. Koşarak ilerleyen piyadelerden 4’ü şehit oldu.
Atlılar durmadı. Kordon’a vardıklarında bu kez de bombalı saldırıya maruz kaldılar. Yüzbaşı Şerafettin yaralanmıştı. Sonrasında olanları şöyle anlatıyordu:
“Yürüyüşümüze tekrar devam ederek gümrük önünde ağlayarak bizi karşılayan bir Türk çocuğunun kılavuzluğuyla hükûmet konağına vardık. Cephe kapısı kapalıydı. Teğmen Rıza efendiyle yan kapıdan girdik. Bu esnada, kadın, erkek, çocuk binlerce halk ağlaşarak, sevinerek hükûmete geliyor; askerlerimize, kumandanlarımıza dua ediyorlardı. Ahali tarafından güzel bir Türk sancağı getirilmişti. Hükûmetin üstünde asılı olan Yunan bayrağını indirdik, yerine şanlı sancağımızı halkın, bitmek tükenmek bilmeyen alkışları arasında çektik ve dalgalandırdık “
İzmir’in Türk Bayrağına kavuşması yaklaşık 3 yıl 4 ay sürmüştü.
Mehmetçik Kızılelma’ya ulaşmıştı. Başkomutan, ilk iş orduya bir teşekkür mesajı yayınladı:
“İlk verdiğim Akdeniz hedefine varmakta orduların gösterdiği gayret ve fedakârlığı hürmet ve takdirle anarım” dedi.
Mustafa Kemal, dayanamadı; uzaktan da olsa İzmir’i görmek istedi. Şimdi, görkeli bir anıtın bulnduğu Belkahve denilen yere gitti. Dürbünüyle doya doya güzel İzmir’i seyretti. Sonra dudaklarında birkaç kelime döküldü:
“Sanki bir rüya görmüş gibiyim”
Hem de ne rüya! Yanmış ve yıkılmış bir memleket, yokluklar, ihanetler ve çaresizlikler içinde geçen ıstırap dolu günler. Hakkında idam fermanı çıkarılmış, parasızlık ve yalnızlık içinde koca bir milletin sorumluluğunu üstlenmişti. Rüyada bile olsa kimsenin inanmayacağı bir şey gerçek olmuştu. Kağnı kamyonu yenmiş, Çılgın Türkler zafer kazanmıştı.
DEVRİN YAZARLARININ KALEMİNDEN BÜYÜK ZAFER
Zaferin sonuçlarını dönemin tanığı olan ünlü kalemlerden nakledelim:
Başkomutan, Büyük Taarruz’un ilk günlerinde ünlü yazar Ruşen Eşref’i cepheye davet etmişti. Daha sonra gelen Halide Edip, İzmir’de onlara katılan Falih Rıfkı ve Yakup Kadri gibi edebiyatçıların kalemleri, o günlerin hatıralarını gelecek kuşaklara naklediyordu.
Ruşen Eşref, “O tek adam giderek bir ordu oldu. Milletin buyruğu ile o ordunun başı oldu. Dumlupınar’dan bir vuruşta, düşmanın ordusunu zerrelerine dek yok etti. İzmir’i geri aldı. Londra’da bir kabine devirdi, Atina’da bir taç yıktı, İstanbul’da bir taht” diye yazıyordu.
Falih Rıfkı Atay ise zaferi ve sonuçlarını değerlendirirken biraz daha uzun cümleler kuruyordu: “Ben, ömrümde hiçbir edebiyat eserinde, ordulara ilk hedeflerinin Akdeniz olduğunu bildiren günlük emri okurken duyduğum zevki duymadım. Bu, bütün heyecanların üstünde bir heyecan veren, bütün şiirlerin üstünde bir şiirdi. Ne olmuştuk, biliyor musunuz? Kurtulmuştuk. Ah Mustafa Kemal, Mustafa Kemal, sana ölünceye kadar o günün sevincini ödeyebilmekten başka bir şey düşünmeyeceğim. Nemiz varsa, bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaş olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu batının, vicdanımızı ve kafamızı doğunun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcağını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak, hepsini, her şeyi 30 Ağustos Zaferi’ne borçluyuz.”
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Sakarya Zaferi’nin ardından cepheyi ziyaret etmiş, kendisini uğurlayan İsmet Paşa, “İzmir’de görüşeceğiz” demişti. Yakup Kadri, Falih Rıfkı ile birlikte İzmir’e varmış, paşalarla görüşme fırsatı bulmuştu. Zafer günleri esnasında şu sözleri not düşüyordu:
“Mektepten çıktığı günden beri bütün gençliği hürriyet yolunda, vatan yolunda binbir mihnet ve meşakkatle geçmişti. Artık rahat bir ikbal sedirine yaslanıp yalnız kendisi için yaşamak hakkı değil miydi? Fakat hayır. Tam böyle düşündüğüm sırada sanki içimden geçenleri sezmişçesine, yeniden bir çelik parıltısıyla parlayan gözlerini gözlerime dikerek: ‘Millî Mücadele’nin bu safhası kapanmıştır’ dedi. “Şimdi ikinci safhasını açmamız lazım geliyor.”