Emperyalizm egemen bir devletin diğer devletler üzerinde ekonomik, sosyal ve kültürel olarak hegemonya kurması demektir. Tarihin her döneminde çeşitli şekillerde uygulanmış ve adlandırılmıştır. Özünde emperyalizm, kapitalizmin son aşaması olarak günümüzde dünyanın her yerinde varlığını sürdürmektedir. Emperyalizmin en görünür şekli, savaşlarla diğer ülkeleri işgal etmesidir. Ama emperyalizm yalnız savaşlarla diğer ülkeler üzerinde hegemonya kurmaz, daha çok da çeşitli işbirliği ve anlaşmalarla ülkeleri kendi kontrolüne alır. Temelinde ve özündeki amaç, ülkelerin değerli ekonomik metalarını kendi kasalarına akıtmaktır. Hakim olduğu ülkenin siyasetini yönlendirerek kendisine bağlı yönetimleri iş başında tutarak sömürüsünü kolaylaştırır. Çağımızda emperyalizm bazen savaşlarla bazen de o ülkeleri iktidar hırsına düşmüş kişilerle elde ederler. Bir ülke emperyalizmin etkisi altına girdiğinde, o ülkenin temel değerleri yavaş yavaş alt üst olmaya başlar. Yemek kültüründen söylemlere, giyimden yaşam anlayışına dek her şey hakim emperyalist kültürün etkisinde oluşmaya başlar. Bu süreç Osmanlı’da önce Fransız, sonra İngiliz, daha sonra da Alman kültürü etkisinde ve hayranlığında sürdü. Ulusal bağımsızlık savaşı ile yeni kurulan Cumhuriyet çağdaşlaşma gereği olarak batıdan bazı değerler edindi. Bu değerler emperyalizmden bağımsız, ülkenin genel kültürü ile özdeşleştirilerek ülkede yeni yaşam tarzı oluşturdu. Her rejim ve sistemin kendi kültürü oluşmadıkça, toplum yeni düzeni içselleştiremez. Bu yeni şekillenme eğitimde aklı öne çıkarırken teba olan insanları da birer birey yapmayı hedefliyordu. Kendine özgü bir yönetim tarzı ile dış dünya ile eşit koşullarda işbirliği yapmaktan korkmadı ve sıfırla başlayan gelişmeyi saygın bir devlet olarak yukarılara taşıdı. Ama ne yazık ki,devletin bu yapılanması İkinci Dünya Paylaşım Savaşından sonra bozulmaya başlayarak, bu kez ABD’nin sömürü çarkı içine girdi. Bu açıklamalardan sonra bugün ülkemizde olan akışkan duruma bakalım. Önce algı metodundan başlamak gerekir. Algı her hangi bir şeyin ne olduğunu anlamak adına gündeme gelmemiştir. Çünkü günümüzde algı, bir nesne ve olgunun içeriğini tanımlamadan ziyade, şartlanma ve yönlendirmeyi içermektedir. Her hangi bir durumu ters yüz etmek için algı, reklam, giderek toplumu yanıltmak için kullanılmaktadır. Bu nedenle de hem emperyalizmin hem de yönetici sınıfın işine yaramaktadır. Böylece kültür yozlaştırılmakta ve toplumda yabancılaşma ve karşıtlıklar oluşturulmaktadır. Reklam toplumların şartlanması için kullanılan bir araçtır. Bu nedenle de yiyecek ve giyimde markalaşma deliliği toplumu sarmalına almaktadır. Çarşı pazarda gördüğümüz her türlü eşya bir marka olarak satılmakta ve toplumun üzerinde baskı olarak kullanılmaktadır. Bu markaların gerçeklerine ulaşamayanlar için de sahteleri üretilmektedir. Mağaza vitrinleri ile isimlerine göz atıldığında her şeyin emperyalist üretime hizmet ettiği anlaşılmaktadır. Gelişmiş ülkelerin dilleri de sömürülen ülkelerdeki yozlaşmanın başında yer almaktadır. Günümüzde tabelalarda kendimizi ifade eden isimler yerine, emperyalizmin sömürüsü için destek veren isimlerden ülke geçilmez oldu. Kendi dilinden ve kendi isimlerinden utanan bir ulus yozlaşmanın bataklığına girmiş demektir. Yazım kılavuzu yok sayılarak Türkçedeki sesli harfler kullanılmaksızın yazılar yazılmaktadır. Kendimize özgü yaşam dolu sözcükler yok sayılarak, yerine yabancı dillerden çevirimi bile mümkün olmayan ifadeler, günlük yaşamımıza girmiş bulunmaktadır. Örneğin “kendine iyi bak” gibi ayrılırken insanların kullandığı anlamsızlık. Oysa “hoşça kal” bu ifadeden daha çok şey ifade etmektedir. Yozlaşma bugüne özgü bir durum değildir. Özellikle dinsel yozlaşma dünden bugüne uzanıyor. İslam’da akışkan yozlaşma Ebu Sufyan’ın Müslüman olması ile başlayıp oğlu Muaviye ile büyüyerek gelişti ve sonunda Muaviye’nin oğlu Yezid’in İslam Peygamber’inin torunları ve Hazreti Ali’nin oğullarının Kerbela’da öldürülmesi ile büyüdü. Bugünkü çözülmenin nedenini yani, lüksün, şatafatın ve kibrin temelini Emeviler devrindeki yozlaşmada görmek mümkündür. Bu gibi günlük yaşamla ilgili kültürel doku yavaş yavaş yozlaşmaktadır. Bu kültür bozulması bir canlının evrimleşmesi gibi toplumu evrimsel olarak değiştirmektedir. Kendisi olmayan başkası hiç olamaz. Afrikalıların sömürgecilerin dinlerine sahip çıkarken topraklarından olduğu unutulmamalıdır. Kültürel emperyalizmin en önemli etki alanı dindir. Bugün ülkemiz İslam’ın Arap Kültürü altında yaşamaktadır. Roma devrinde Avrupa’ya İSA damgasını vurmuştu. Ta ki, Luther çıkıp da İncili Latinceden Almanca’ya çevirerek kilisenin kapısına asana kadar… Böylece Avrupa’da her halk, dinini kendi dilinde öğrenmeye başladı. Cumhuriyetimiz bu işe koyulduğunda, Kubilay’ın kafasının nasıl kesildiğini unutmayalım. Laik Türkiye bugün İslamcı iktidara direniyorsa, Cumhuriyet’in on beş yıldaki kazanımlarının bu direnci sağladığını unutmayalım. Ülkemiz bugün,Suudi Arap kültürü etkisi altına sokulmaya çalışılmaktadır. Yapılmak istenilen; irdeleyen, yorumlayan bireyler yerine, düşünmeyen, biat eden ve kul köle olacak insanlar yetiştirmek amacıyla toplum, Arap kültürü ile mayalanmak istenmektedir. Kısaca, hakim kültürün amacı her dönem kendi kültürünü hakim kılmaktır. Yozlaşma bulaşıcı ve akıcıdır. Zamanımızda yozlaşma öyle bir noktaya geldi ki, ne dinen ne de sosyal olarak kabul edilemeyecek “çalıyor ama çalışıyor” mantığı ile hırsızlık toplumda aklanabiliyor. Emperyalizmle işbirliği ile eşgüdümlü çalışan bir yönetim kendi halkının yozlaşmasına göz yummak zorundadır. Çağdaş bir kültür kendisinden geri bir kültürün yönetimi altına girerse, orada akışkan bir yozlaşmanın gelişmesi kaçınılmazdır. Zira, çürüme başladı mı nerede duracağı belli olmaz. Çöplük çürüdükçe patlar. Bu patlama sosyal çürümede de kendisini ulusal değerlere dönüşmekle gösterir. Bu nedenle sadece ekonomik emperyalizmle savaş değil, başta kültür emperyalizmi ile savaşmak zorunluluğu vardır. Çünkü tüm bu oluşma ve gelişmeler ne çağımıza ne de Cumhuriyete yakışmamaktadır.