Haziran’da Ölmek Zor

Hasan Hüseyin Korkmazgil Orhan Kemal’in anısına yazdığı şiirde;

sokaktayım
gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
yaralı bir şahin olmuş yüreğim
uy anam anam
haziranda ölmek zor! diyor…

2 Haziran 1970 Orhan Kemal

2 Haziran 1991 Ahmet Arif

3 Haziran 1963 Nazım Hikmet

VE…

10 Haziran 2019 günü Nazım Hikmet’in öğrencisi ve yaşayan son yol arkadaşlarından birisi, Anadolu’nun güzelliğini ve sıcaklığını tuvallerine yansıtan, Türkiye’de aydınlanma savaşının simgelerinden olan İbrahim Balaban’da 98 yaşında yıldızlara yolculuğa çıkarak ışıklara kavuştu…

İbrahim Balaban, Hem ressam hem de yazar.

1921’de Bursa – Seçköy, Osmangazi’de dünyaya geldi.

Doğduğu köyün 3 yıllık okulunda eğitim gördü.

1937 yılının son günlerinde, henüz 16 yaşındayken hint keneviri yetiştirmek suçundan cezaevine girdi.

Cezaevinde kendini avutmak için resim çizmeye başladı. 

Bundan sonrasını İbrahim Balaban’ın kaleminden okuyalım:

“24 Kasım 1937’de mahpus damına tıkıldım.

En ufak suçum olmadığı hâlde, jandarmanın falakasının baskısı ve ceza reisinin hışmıyla üç buçuk yıl yatıp çıktım.

13 Aralık 1941.

“Özgürlüğüme doyurmadı başıma dolanan

İşte bu kez de suç işlemek zorunda kalıp tekrar düştüm dama. Yattığım sekiz yıl süresince dışarıda kıtlık, içeride açlık vardı.

Bitlerden ve tahta kurularından canımı kurtarmak için berberliğe başladım.

Berberliğimin ilk günlerinde yeterince müşterim olmadığından, koltuğa oturup kendi suretimi seyre dalarak resmimi yapmayı tasarladım. Günlerden bir gün kendi kendimi seyrederken, arkamdan biri, aynadaki suretime bakıp seslendi.

  • Merhaba İbrahim

Aynada göz göze geldik.

“Merhaba”, dedim kıpırdamadan

Önceleri benim resmimi yapan adam, aynadaki suretimi gösterip:

  • Tıpkı bu şekilde, bir resmini yapmak istiyorum.

İstifim, bozmadan:

  • Ben resmimi yaptırmam sana!

Nazım Hikmet şaşırdı birden:

– Niye canım evladım, niye?

– Yaptırmam işte!

– Daha önce yapmıştım ya!

– Yapmıştın evet. Şimdi istemiyorum!

– Neden ama, neden canım? Sebebini öğrenebilir miyim?

“sana küskünüm,” diyemedim.

  • Ben de resim yapıyorum.

Nazım Hikmet endişeden kurtuldu. Sevinçle sordu:

– Kendi resmini de yaptın mı?

– Yapmasaydım yaparım.

– Aynata baka baka, öyle mi?

“Aynaya bakarak da olurmui bak!” geçirip içimden:

– Aynaya baka baka

– Ben sana model dursam, resmimi çizer misin? Bu teklifi duyunca çıktım aynadan:

– Otur karşıma!

Nâzım Hikmet oturdu karşıma:

“Kâğıtla kalem verin, berberler!” dedi.

Berberler makas şıkırtısını bir an kesip, kâğıt ve kalemi verdikten sonra, merak içinde bizi seyre durdular.

Ben elime aldığım kalemi, modelin yüzüne karşı önce dikeyine, sonra yatayına tutup çizmeye koyuldum ve kendime güven dolu bir beceriyle bir dakika çizdim, çiziyorum derken…

  • Bakayım ne yaptın?

  • Daha bitmedi.

  • Hayret! İşte benzetmişsin ya! Tıpkı Nâzım Hikmet!

  • Beğendin, demek…

  • Tebrik ederim, beğendim elbet! Yaptığın başka resim var mı?

  • Gidip getireyim mi? Görmek ister misin?

  • Haydi, koş getir bakalım!

Düş mü gerçek mi, inanamadım bu karşılamaya. Elimde bir tarih kitabı içindeki boş sayfalara çizdiğim resimler… Berberhaneye gelip baktım , tıraş olup gitmiş odasına. Soluk soluğa girdim içeriye:

– İşte getirdim.

– Çok mu koştun? Ver bakayım resimlere.

– Buyrun, bu kitabın içinde.

Kitaba baktı

– Sen güzel sanatlara gittin mi?

“Güzel Sanatlar ne ki?” dedim içimden. Okumadım.

Baktı baktı:

– Sen lise okudun mu?

“Lise mi dedi?”

– Okumadım.

Kitabı kapattı:

– İlkokul?

– Bizim köyün okulu 3 sınıflı…

Ayağa kalktı Usta:

  • Peki bu tarih kitabı kimin?

  • Benim.

  • Okudun mu?

  • Okudum.

  • Anladın mı?

  • Evet.

 

Kısa bir sessizlik oldu aramızda. Nâzım Hikmet pencereye yöneldi.

Onun ne düşündüğünü bilemem ama beni çıraklık imtihanını kazanıp kazanmama ikircikliği içinde heyecanla beklerken; Usta birden bana döndü:

  • Sen resim çizmeyi kimden öğrendin?

  • Senden.

  • Benden mi öğrendin? Nasıl olur? Ben sana resim dersi verdim mi?

  • Benim resmimi yapmıştın ya…

  • Evet yaptım, ne var bunda?

  • Yüzüme karşı kalemi şöyle bir tuttun. Dikey değil mi o?..

  • Evet dikey!

  • Yüzüme karşı fırçayı şöyle bir tuttun. Yatay değil mi o?..

  • Evet yatay!

  • Önce çizim, sonra boya ve bir de üflük…

  • Nâzım Hikmet daha fazla dayanamayıp kollarını açtı, kucaklaştık. İkimiz de sevinçten ağlıyorduk.

  • Sen beni çıraklığa kabul ediyor musun?

  • Sen beni ustalığa kabul ediyor musun?

Çıraklığa kabul edildiğim gün, o saat ve o anda utanmasam; “Yaşasın tutsaklık! diye bağıracaktım. Dünyada benden başka hiçbir öğrenci, cezaevini mekân tutup da dünyanın en büyük şairi Nâzım Hikmet’i hoca olarak bulmamıştır.”

Bunları da sevebilirsiniz