Ağaçkakan Dergisi , Nisan 1995, Sayı:23-24
İnsanlık bugün çıkış yolları arıyor. Gezegenimizin sağlığı hakkında ciddi kuşkular var. Rio konferansında dünya liderleri bir araya geliyorlar. Hemen her ülkede çevre bakanlıkları kuruluyor, çevre yasaları çıkarılıyor. Sağlığını kaybetmiş gezegenimiz nasıl korunacak? Konferanslar toplanıyor, açık oturumlar, paneller yapılıyor… Konferanslar ve bilimsel söyleşiler sonrası insanlar, gündelik yaşamlarına geri dönüyorlar ve hayat sürüyor.
Bazıları bilimin, teknolojinin eleştirisini, geçmişe özlem duymak (nostalji) diye adlandırıyor. Böyle düşünenler “insanlığın bitmeyen ihtiyaçlarını ve nüfusun sürekli artışını” gerekçe göstererek her şeye rağmen ekonomik büyümeden yana bir tavır koyuyorlar. Ancak bugüne kadar ekonomik büyüme adına yapılanların sonuçları ortada olduğu için de “dengeli ve sürdürülebilir” bir kalkınmadan yanalar. Ben onlara “mahcup kalkınmacılar” demeyi uygun buluyorum.
Bazıları ise her ne pahasına olursa olsun, büyümeden yanalar. Onlara göre her şeyin bir bedeli var, bu bedeli bugün doğa ödüyor. Ödesin diyorlar. Çünkü mademki kalkınmak için “çevre kirletilecek”, kirletmekten çekinmemek gerekir. Özelikle de bizim gibi “gelişmekte” olan bir ülkede… Nasıl olsa kalkınınca, “çevre kirliliği”ni önleyecek teknolojilere de para ayırabiliriz, yani önce pisletelim, sonra temizleriz mantığı.
Her iki grupta yer alanların ortak bir kanısı var; “kirlilik” kaynağı asıl olarak fabrikalardır. Yani fabrika bacalarına filtre takılsa, atık suları arıtma tesisleri ile arındırılsa sorun kalmayacak. Tabii bu arada hakkını yemeyelim, “mahcup kalkınmacılar” her şartta bu arıtmaların yapılmasından yanalar.
Evet, endüstriyalist sistemin ve bugünkü Batı merkezli uygarlığın temelinde fabrikalar var. Endüstriyalist toplum makineler ve fabrikalarla ortaya çıktı. Kitlesel üretim, kitlesel tüketim, teknoloji, bilim, hepsi fabrika tezgâhlarında gelişti. Uygarlık bugünkü düzeyini fabrikalara borçlu. Ne kadar çok fabrikanız varsa o kadar uygarsınız. Hatırlarsınız, uygarlık 1950’lerde bizim de kapımızı çaldığında, fabrikalar ve yollarla gelmişti. İnsanlar o zamanlar, fabrikaları davul-zurna ile karşılardı. Şimdilerde öyle değil, insanlar bir garip oldular, fabrikalara karşı çıkıyorlar; demir-çelik, çimento fabrikalarını kapattırmaya çalışıyorlar, termik santral istemiyorlar…
Bütün fabrikaların bacalarında filtre takılı olsa ve hepsinin arıtma tesisi olup da her dakika çalışsa -ki bunun doğal yaşama etkileri ve gerekli olan enerji ihtiyacı ayrı bir tartışma konusu- günümüz uygarlığının gezegenimizi yok eden gelişme süreci sona erecek mi? Uygarlığın zorunlu kıldığı büyük çaplı insan müdahalesinin yaşam süreçlerine olan imhacı etkisi ortadan kalkacak mı? Sanırım, İstanbul Ümraniye’deki çöplük bir yanardağ gibi patlayıp, ardında onlarca ölü, yaralı ve yıkılmış evler bırakınca, bu tartışmayı gündeme getirmenin zamanı geldi. Yaşamın her alanında olduğu gibi, bugün bize sunulanları olmazsa olmaz ön koşul olarak kabullendiğimiz için kent yapımı da vazgeçemeyeceğimiz ve aksini düşünemeyeceğimiz bir olgu olarak karşımıza çıkıyor. Oysa günümüz kentlerinin varlığı yaşadığımız sorunların ana kaynaklarından birisi. Kentler bugün doğal yaşama rağmen kurulmuş ve varlığını doğal yaşama rağmen sürdürmeye çalıştığımız mekânlar değil mi? Öyle ya, yağmur ormanlarında, ormanlar kesilip yerlerine kahve plantasyonları, sığır çiftlikleri niye kuruluyor? Niye bugün Akdeniz’de tarım alanlarına yağmurdan çok tarım ilacı düşüyor? Hormonlar, kimyasal katkı maddeleri, video oyunları, bilgisayarlar, gelişen teknoloji ve teknolojinin en son “nimetleri”, hepsi kent yaşamının hizmetinde değil mi? Hamburger ve neskafe ihtiyacını bize kent yaşamı dayatmıyor mu? Hepsi yeni birer çözümsüzlük kaynağı da olsalar, otomobiller, uçaklar, havaalanları, otoyollar, turistik tesisler, fakslar, tam otomatik çamaşır ve bulaşık makineleri, deterjanlar, şampuanlar vb.leri kent yaşamının ayrılmaz parçalarını oluşturuyorlar. Biz bu yaşamı temel veri olarak aldığımızda, gerçekten de endüstriyalist sistemin bitmez tükenmez ihtiyaçlar teorisi ile karşılaşıyoruz.
Bu yaratılan ihtiyaçları karşılamak için de büyümek zorundayız. Tabii böyle düşündüğünüzde, nükleer santrallere de ihtiyaç var, termiklere de; çiklet çiğneyerek kentin getirdiği streslerden kurtuluyorsak, çiklet fabrikalarına da… Sonuçta kentler dünyayı çöpe dönüştüren büyük tüketim merkezleri oluyorlar. Doğayı çöpe dönüştürme “fabrikaları” yani… Kentlerde oturan milyonlarca tüketicinin ihtiyaçlarını karşılamak için doğal yapı bozuluyor, başka canlıların yaşam alanları yok ediliyor. Tuğlasından demirine, ağacından çimentosuna kadar kentin kapısından giren her şey, doğal yapı yok edilerek üretiliyor.
İstanbul’da patlayan çöplük değil, kent yaşamının kendisi. Bizim aklı evveller, tüketim toplumlarına toz kondurmamak için hemen suçlu aramaya koyuldular. Suçlular hazır, en başta yöre halkı! Çöplerin üzerinde dolaşıp, “geri kazanım”ı gerçekleştirip, atıkları “ekonomiye yeniden kazandıranlar” sonunda suçlu çıktılar. Bir gazete manşet atmış, “Uganda’da bile böylesi olmaz” diye. Doğru tabii, Ugandalılar bu kadar çok tüketmiyorlar ki… Onlar ‘çağdaş’ bir yaşam da sürmüyorlar. Oysa dünyanın çöp tenekeleri olan ‘uygar’ ülkeler, üretilen çöp miktarını çağdaşlığın simgesi sayıyorlar. Onların çağdaşlıklarının sonuçlarına da yine bizler ve bizim gibi ülkeler katlanıyorlar. Zehirli çöp ticareti dünyanın en kârlı işleri arasında sayılıyor. Karadeniz sahillerine vuran zehirli çöp varilleri Uganda’dan mı geldi, yoksa Somali’den mi? New York belediyesi çöplerine koyacak yer bulamadığı için gemilere yükleyip okyanusa salmadı mı?
Ümraniye’de patlayan ve insanlarımızı yok edip geçen çöp dağlarının, bu yaşam biçiminin sonuçları olduğunu görmezlikten gelemeyiz. Dilerim bu felaket, her şeye rağmen nasıl bir geleceğin bizi beklediğini görmemize yardımcı olur. Tükettiğimiz dünyanın anıtları olan günümüz kentleri, gerçekten de büyük birer çöp variline benziyorlar. Her birimiz kendimizi, dünyamızı tüketiyoruz oralarda… İnanmazsanız, siz de evlerinize bir göz atın, bana hak vereceksiniz.