Aile köklerime sadık değilim, ama bazıları bende yer etmiş durumda. Babama
ilk “İdil” soyadını nereden aldığımızı sorduğumda ciddi bir yanıt
vermemişti. Küçüktüm o zamanlar, belki de anlamayacağımı filan düşündü.
Yıllar sonra tekrar sorduğumda soyadımızı Mardin’in İdil kazasından
aldığımızı öğrendim. Bildiğim kadarıyla en büyük amcam Dr.Kamil İdil orada
bir süre görev yapmış.
Kamil İdil bir tıp doktoruydu. Mikrobiyologdu. Hem çok rahat bir yaşamı
olmuş hem de çetrefilli. Çok yakından bilmiyorum hayatının ayrıntılarını,
dediğim gibi merak da etmedim hiç.
Babamın bir büyüğü amcamın adı da Alparslan İdil’di. O askerdi ve Kore’ye
savaşa gitmişti. Aynı savaşa Kamil İdil de doktor olarak katılmış.
Alparslan amcama oraları yaramamış olacak, hiç içki ve sigara içmediği
halde karaciğer yetmezliğinden öldü. Baba tarafımın ömrü ciddi anlamda çok
uzun. Babaannem yüz yaşına yakın yaşadı, halalarımın kızları yüz yaşına
yaklaştılar, ailede öyle erkenden ölen pek kimse yok.
Kamil amcam da uzun yaşadı. Çok geç tanıdım. Baba tarafı her ailede olduğu
gibi bizde de uzaktı. Anne kontrolü ve o tarafın sıcaklığı daha fazlaydı.
Kamil İdil epey işler yapmış. Mesela TED Koleji’nin yönetim kurulu
başkanlığı, Sosyal Sigortalar Genel Müdürlüğü vb… Ama beni en çok
şaşırtan, Güney Kore’nin başkenti Seul’e gittiğimde, elçiliğin gittiğimiz
heyete verdiği resepsiyonda onun resmini büyükelçinin duvarında görmek
oldu. Meğerse Kore savaşından sonra Seul’e ilk Türk Büyükelçisi olarak
atanmış.
Kamil İdil yumuşak bir adamdı, ama karısı Semiha yengem için aynı şeyi
söylemem pek mümkün değil. O da çoktan bu dünyaya veda etti, ama hep sert
bir kadın olarak kaldı. Sanırım bu sertliği onun öğretmenliğinden, üstelik
de matematik öğretmenliğinden kaynaklanıyordu.
Kızları Senem ve Nazlı ile de çok sonraları tanıştım. Her iki kuzenim de
yurt dışında sağlıklı biçimde hayatlarını sürdürüyorlar.
Kamil İdil’in ailesiyle birlikte Atatürk Bulvarı üzerinde oturduğu, Sosyal
Sigortalar Kurumu’na ait bir lojman vardı. İki katlı bir binaydı
anımsadığım kadarıyla, şimdi yerinde TÜBİTAK filan gibi bir dev bina
olmalı.
Ölümüne yakın birkaç kez ziyaret ettim, ama tabii ölecek gibi görünmüyordu
o sıralarda. Sağlıklıydı. Yaşlıydı, ama sağlık sorunu yoktu.
Biraz birbirimize ısındık (benden başka hiçbir kardeşim de onu görmedi).
İyi bir satranç oyuncusuydu. Benim de satranca merak sardığım yıllardı.
Birkaç kez koltuğumun altına takımları sıkıştırıp onunla oynamaya gittiğim
oldu. Ama kaç kez oynadıysak da yenmem mümkün olmadı.
Keşke çok daha önceleri tanısaydım diye hayıflandığım oldu o sıralarda, ama
yine de bir “amca” soğukluğu bunu asla hayata geçirmeyecekti. Yengemin
sertliği de cabası tabii…
Ama gerek Nazlı ile gerek Senem ile çok sıcak dostluğumuz oldu, hala da
devam ediyor. Geldiklerinde mutlaka arıyorlar ve görüşüyorum. Los Angeles’e
gittiğimde de bana tüm kenti gezdiren Senem olmuştu.
Bütün bu yazı Dr. Kamil İdil’i anlatmak için değil elbette. Asıl üzerinde
durmak istediğim nokta, asıl ayrışmaların, özellikle de bizim ülkemizde,
aileler arasındaki uçurumdan kaynaklanması. Buradan başlayan ayrımcılık
kibrit alevi gibi belki, ama tüm toplumu düşündüğünüzde bir yangın yerine
döndürebilecek kadar da güçlü.
Evliliklerde kadın tarafı daha ağır bastığı için, çocuklar dayı ve
teyzelere daha yakın oluyorlar. Amcalar, halalar ve onların akrabaları da
uzak kalıyor. Bu her iki tarafın da çabasıyla gerçekleşiyor ne yazık ki.
Hala ve amcalar uzak duruyorlar, çocuklar da hala ve amcalardan uzak
tutuluyorlar.
Ne tuhaf ki, Kamil amcamın cenazesine gitmiştim, hatta mezarlığa kadar da
gittim, ama Alparslan amcamın ne zaman öldüğünü bile anımsamıyorum. Oysa
öldüğünde Ereğli Demir Çelik’te önemli görevdeydi, hatta fabrikayı kuran
ekipteydi.
Sonra onun oğlu Tayanç ile de iyi dost oldum. Kuzenler veya yeğenler bir
yerde birbirlerini buluyorlar, mutlaka buluyorlar ve onlar arasındaki bağ,
yani yeğenler arasındaki ilişki, amca-hala ilişkisi kadar soğuk olmuyor.
İki erkek kardeşim var. En küçüğü Suat’ın Mira İpek diye dünya güzeli bir
kızı var, ama çok sık görüştüğümüz söylenemez. Büyük kardeşim Namık’ın ise
üç tane ikisi üvey dört oğlu var. Birini iki kez gördüm New York’ta, diğer
üçünü ise henüz görmedim. Şimdi internet var da, karısı Lupitta resimlerini
gönderiyor.
Meksika’da yaşıyorlar çünkü ve hiç Türkiye’ye gelmediler.
Elbette bir dram değil yukarıda yazılanlar. Türkiye’nin dramı yanında
komedi bile sayılır, ama ta oralardan başladığına inanıyorum ben insan
uzaklıklarının, soğukluklarının.