Bu üç kavram insanın varoluşuyla iç içe geçmiş, birbirinden doğuran, birbirini bütünleyen ifade alanları. Her biri ayrı ama biri olmazsa diğerinin eksik kalacağı kavramlar.
Yaşamda aşk ve sanat, dünyayı değiştiren dönüştüren ve bizlere güçlü bir yaşam arzusu yükleyen bir dirim gücü. Aşkın, her şeyi âşık olunana boyama isteği olduğunu düşününce , sanat ve yaşam, her ikisi de acılara ve ölüme bir tür meydan okuma barındırmıyor mu? Aşk da sanat da var olan her şey için duyulan sorumluluk, zorlanmadan yaşanan bir tür trans hali. Aşk, davranış hallerini oluşturan, güdüleyen, davranışlara yansıtan arzu, yani sevilen nesnenin uzamında varlığı ve hatta yokluğu kucaklamak arzusu, zihindeki metafiziksel soyutlamaların bileşimi, toplamı.
Yaşamın içinde aşk ve sanat insanın estetik tarihinin en eski ana temaları. Ve belki de ölümle kardeş gezen bir avuntu. Aşk da sanat da yaşamın arka yüzündeki labirentlerdeki renklere ulaşma gayreti.
Aşk, insanın zihnini harekete geçiren en güçlü imge, aynı zamanda da ölçüt yıkıcı, biçim bozucu ve sanatı tetikleyen, yaratıcı, metafiziksel soyutlamaların somutlaştırıcısı.
Schopenhuer ‘Aşkın Metafiziği’nde ‘Acılar ve mutluluklar olmasaydı, insan bu dünyada can sıkıntısından yaşayamazdı!’ der. Ve aşkın metafiziğini, birleşmeden doğacak daha mükemmel bir varlığı yaratma güdüsüne bağlar. Sanat da aşk gibi aynı felsefeden beslenmiyor mu? Sanatta her fikir kendi estetik anlatımını arıyor, böylece ortaya çıkan fikir kendine en uygun anlatımcı biçimi edinmeye hazırlanırken anlamlı bir imge oluşturuyor. Oluşan imge toplumda dokunacak yer arayarak gerçek sanat imgeleri oluşturup yüzyıllarca etki alanını sürdürüyor. Yalnız aşk değil, yaşamın bize dayattığı sıkıntıların, acıların yarattığı imgeler de topluma dokunuyor. Bu dokunuşlardan en çok etkilenen de yine sanatçılar oluyor. Ölüme giden birinin son isteği olan, dinlemek istediği bir besteden daha güçlü bir imgeyi, sanat eserinden başka ne barındırabilir?
Rodrigo’nun yazdığı ‘Concerto de Aranjuez’ İspanya iç savaşı ortamını anlatır. Konçerto, altı yüz bin kişinin öldüğü iç savaşın, cephelerde faşizme karşı direnen devrimcilerin umutlu coşkusunun ve Franco’nun halkına yaşattığı acıların ürünüdür.
Deniz Gezmiş, 1972’de gece yarısı idam sehpasına götürülmeden önce son arzusu olarak demli bir çay ve sigara eşliğinde Rodrigo’nun konçertosunu dinlemek istemiştir. Kim bilir belki ölüme dayanma gücünü faşizme karşı yazılmış bu besteden almıştır. İdam sehpasına götürülürken tüm tutuklular ıslık ile konçertoyu çalmış, onun inandıkları, direniş gücü bu eserle özetlenmiştir. Celladı ipini çekerken Deniz’in sevdiği melodilerin eşliğinde son yolculuğunu, değerli şairimiz Can Yücel güçlü anlatımıyla ‘Acıyorsam sana anam evladım olsun, ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun.’ Diyerek dile getirmiştir. Böylece faşizme karşı bir direniş olarak bestelenen beste eşliğinde, sırf ideolojisi yüzünden idam edilen Deniz Gezmiş ve onun ardından yazılmış dizeler, faşizmin ve ona direnen sanatın iç içe geçmiş hali değil midir?
Çağdaş sanatçı gerçekliği sadece duyan, dinleyen, yansıtan değil aynı zamanda yeniden oluşturandır. Yeni sanat daha çok düşten hareket eder ve düşü kışkırtır.
Düşü ya da düşlemi yaşamak elbette bir bilinçlenme biçimi. Düşte ve düşlemde kendi derinliklerimize ulaşıyoruz. İnsanoğlu bütünsel varlığın bilincine en yoğun biçimde düşte ve düşlemde varmaz mı?
Bachelard şöyle der: ‘Düşlemlerimizde bir dünya biçimlenir, bu bizim dünyamızdır. Ve bu düşlenmiş dünya, bizim olan bu evrende varlığımızı büyütme olanaklarını bize öğretir.’ Pek çoğumuza göre düşlem heyecanların etkin kaynağından beslenir. Hepimiz, imgeler üzerine düş kurarız. İmgeler, heyecanımızın simgesi olurlar.
Farkında olalım olmayalım çoğu zaman düşüncemize sürekli bir düşlem eşlik eder. Aralıksız düşlemler kurmasaydık, düşünebilir miydik? Yaşam, düşle, düşlemle, aşkla ve sanatla daha derinleşip zenginleşmez mi?