Müziği kültürel ve disiplinler arası bir anlayışla değerlendirmek etnomüzikolojinin yaygınlaşmaya başlaması ile birlikte gelişti ve müzik kültürü içinde yeni bakış açıları oluştu. Böylece ‘Müzik ve Kadın’ konusu popüler hale geldi. Osmanlı musiki hayatı içinde kadının rolünü inceleyen çalışmalar önem kazandı. Etnomüzikologların yaptıkları çalışmalar kadının, müzik kültürü içinde nerede yer aldığı konusunda önemli bilgiler vermektedir.
Osmanlı toplumunun ataerkil yapısı içinde sosyal yaşamın erkek egemen yapılanması bilinmektedir. Bu ataerkil yapı müzik alanında da geçerli olduğundan aşağıdaki soruyu sorabiliriz.
Bu ataerkil yapı içinde erkeklerin şekillendirdiği, onların inanç ve isteklerine göre şekillenen müzik geleneğinde kadının müzik icra etmesi, beste yapması nasıl olanaklı olmuştur?
Osmanlı dönemi müzik hayatı hakkında bilgilenmemize ışık tutan görsel malzemelerde (minyatürler, litografiler resim tasvirleri) sıkça kadının şarkı söylediğini, enstrüman çaldığını görüyoruz.
Osmanlı musiki geleneği, kadınların katılımı ile renklenmiş ve zenginlik kazanmıştır. Özellikle saray hareminde yetenekli cariyeler eğitim görmüş ve bu eğitimden sonra da hanende veya sazende olarak fasıllara katılmışlardır. Bu hanende ve sazendeler sarayda hocalık da yapmışlardır.
Osmanlı kadınları sarayda ve şehirde, musikiye verdikleri emekle müzikal kimliklerini geliştirecek ortamlar bulmuşlardır. .
Bir İslam toplumunda kadınların eğlencenin içinde olup müzikle uğraşmaları nasıl mümkün olmuştur, Anadolu İslamı kadını kısıtlamış mıdır?
Anadolu’da kadın binlerce yıldır kültürel ve sosyal hayat içinde önemli ve değerli olmuştur. Çünkü çok tanrılı inanç döneminde Ana Tanrıça en büyük tanrıdır, doğurgandır kahramandır. Kadın sırasında ata binmiş savaşmış, devlet yönetimine katılmıştır.
Anadolu halkı İslâmiyeti, kendi kültür ve geleneğine uygun biçimde değerlendirdiği için kadının toplum içindeki güçlü yapısını devam ettirmiştir. Ne toplumun ataerkil yapısı, ne de İslâmi kurallar haremde ve İstanbul şehir hayatında kadının müzik yapmasına engel olmamıştır.
Ahiyân-ı Rûm, Abdalan-ı Rûm ve Bâcıyan-ı Rûmların Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması sürecinde önemli katkıları olmuştur.
Selçuklu döneminden itibaren teşkilâtlaşan ve Osmanlı Beyliğinin kuruluşunda önemli rol oynayan Bâcıyan-ı Rûmlar, Türkmen kadınlarının kurduğu bir teşkilâttır.
Ülke yönetiminde ve kültürel hayatta çok önemli görevler alan bu kadınlar ev hayatının yanı sıra sosyal alanlarda da erkeklerle yan yana aynı ortamlarda bulunmuşlardır.
Musikide Buhara, Semerkant, Bağdat, Isfahan, Tebriz ve Şiraz gibi merkez kabul edilen doğu başkentlerinin öncülükleri, İslamlaşmanın ardından İstanbul’a kaymıştır. Böylece İstanbul musiki açısından yeni bir merkez olmuştur.
Anadolu İslam’ının kadına tanıdığı olanaklar ve İstanbul’un musiki zenginliği kadın müzisyenlerin gelişmesi ve kendilerini göstermeleri açısından çok önemlidir.
Guillaume Postel’in 1530 lu yıllarda yazdığı Osmanlı Hayatını anlatan seyahatnamesinde, Fransız Kralı I. François tarafından elçi yardımcısı olarak görevlendirilerek İstanbul’a geldiğinden söz eder. Böylece Saray kültürünü ve haremi inceleme olanağı bulmuş ve bunları seyahatnamesinde yazmıştır. Resimlediği kitabın bir bölümünde çengi takımını oluşturan kızlardan söz eder. Onların sazları nasıl kullandıklarını, nasıl raks ettiklerini anlatır.
1556 yılının Hac-ı Hassa defterinde Kemani Hüma isimli bir kadın sazende yer alır. O ve diğer sazendelere saray meşk hanesinde eğitim verilerek konservatuar ortamı sağlanmıştır.
Musiki dersleri vermek için tutulan hocalar 1678 yılında haftanın belirli günleri saraya gelerek cariyelere para karşılığı müzik dersleri verirlerdi.
Müzik dersleri yalnız sarayda değil hocaların evlerinde de sürerdi. 1679 yılında sarayda baş hanende olarak görev yapan besteci Recep Çelebi’nin evine dört cariye musiki dersi almak için gidiyordu. Aynı yıl Neyzen Mehmet Çelebi kendi evine gelen cariyeye ney, Osman Çelebi ise Çöğür dersleri veriyordu. Miskâl çalan İbrahim Çelebi Neveser adlı cariyeye miskâl dersleri veriyordu. Cariyeler müzik eğitimlerini almakla kalmıyor, iyice yetiştikten sonra sazende ve besteci olmanın yanı sıra müzik dersleri de veriyorlardı.
1916 yılında açılan ve resmi eğitim veren ‘Darülelhan’ bir konservatuar niteliğindeydi. Osmanlı kadınları da bu eğitimden yararlanabilmişlerdi. Darülelhan’da eğitim alan kadınlar arasında, Tanburi Faize (Ergin), Kanuni Muazzez (Yurcu), Udi Faika, Hanende Zahide, Udi Hayriye (Örs), Kemani Kevser, Kanuni Şeref sayılabilir. Zahide Hanım ile Kemani Enise (Can) ‘Şark Mûsikîsi Cemiyeti’ kurucularındandırlar.
Kadın müzisyenlerimize ait tespit edilen en eski eser 17.yy’ın son yarısı, 18 yy’ın başlarında Kantemiroğlu tarafından yazılmış olan Kitab’ül İlmü’l Muzikî alâ Vechü’l Hurufat adlı eserde bulunan ‘Saba-i Reftar’ olarak kaydedilmiş saba makamındaki peşrevdir. İsminden dolayı bir hanım tarafından bestelendiği kabul edilir.
Suphi Ezgi Reftâr’ın Sultan IV. Mehmet zamanında yaşamış bir besteci olduğundan bahsetmiştir. Ankara Radyosunda ise Reftâr Kalfa adına kayıtlı İsmail Hakkı Bey koleksiyonunda pek çok bestesine rastlanır.
Reftar Kalfa’dan sonra Dilhayat Kalfa, Esma Sultan, Ayşe Sultan, Faiz Ergin gibi çok önemli kadın besteciler bu güne eserlerini bırakmış müzisyenlerdir.
LEYLA (SAZ) HANIM
1845 yılında dünyaya geldi. Annesi Nefise Hanım babası, Osmanlı Saray hekimlerinden Hekim İsmail Paşadır. Babası sarayda hekimbaşı görevinde olduğundan eğitimini saray içinde gördü. Böylece harem hayatını yakından tanıma imkânı buldu. Devrin çok ünlü bestecileri ve hocalarında dersler aldı, Padişah tarafından müzikteki ilerlemelerinden dolayı başarı Nişanına layık görüldü.
Ders aldığı hocalar, Medeni Aziz Efendi, Hacı Arif Bey, Santuri İsmet Ağa, Kanuni Ethem Efendi’dir. Leyla Hanım’ın verdiği bilgiye göre:
Çırağan ve Dolmabahçe saraylarında selâmlığa doğru alt kat, mızıka sınıfının çalışma yeri olarak ayrılmıştı. Öğretmenler erkekti. Mızıkaya giren kalfa kadınlar başlarında uçları omuzlarından aşağıya sarkıtılmış örtüler olduğu halde günlük esvapları ile gelirlerdi. Dans eden kızlar örtüsüzdü. Öğretmenleri meşkhaneye getiren haremağaları ile çalgı çalan ve dans eden kızların yanındaki hizmet cariyeleri, derste hazır bulunurlardı. Saraydaki küçük kızların da hiç gürültü yapmamak şartı ile burada mûsikîde kulak dolgunluğu kazanmalarına fırsat verilirdi.
Sultan Abdülmecit’in ölümü üzerine 11 yaşında evine döndü. Aynı yıl babasının Girit’e atanması üzerine onunla Girit’e gitti. Hanya’da geçen ilk gençliği sırasında Fransızca ve Rumca öğrendi, batı kültürünü yakından tanıdı. Leyla 19 yaşında iken Sırrı Efendi ile evlendi. Daha sonra Giritli Sırrı Paşa olarak anılacak eşi şair ve hattattı. Evliliği 26 yıl sürdü, Yusuf Razi, Vedat, Nezihe ve Feride isimli dört çocuğu oldu. Eşinin görevi nedeniyle Anadolu ve Balkanlar’da yaşayan Leyla Hanım, Eşi Bağdat valisi iken onun, bir cariye ile ilişkisi olduğunu öğrendi. Evliliğini bitirmek istese de boşanma işi o yıllarda çok zor olduğu için padişahın izni ile eşinin yanına bir daha gitmedi.
1895 yılında İstanbul’a yerleşti ve kendisini şiire ve müziğe adadı. Bir gazetede yazılarının ve şiirlerinin yayınlanmasıyla Osmanlı’daki ilk kadın hareketi içinde yerini almış oldu. Bostancı’daki köşkünün yanması, köşkle birlikte anılarını yazdığı günlüğünün, bestelerinin şiirlerinin yok olması, yetmişli yaşlarda olan Leyla Hanım’ı çok etkiledi. Ancak azimli kişiliği ile yok olan eserlerini yeniden toparlamak için uzun yıllar uğraştı. Şiirlerini daha sonra ‘Solmuş Çiçekler’ adlı kitabında yayınladı. Anılarını yeniden yazdı.
1934 yılında soyadı kanunu çıkınca, musikiye olan düşkünlüğü ile ‘Saz’ soyadını aldı.
Hem iyi bir şair hem de besteci olan Leyla Saz Hanım 6 Aralık 1936 yılında vefat etti. Osmanlı’nın son dönemi, İstanbul’un işgali, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü, Kurtuluş Savaşı, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu gibi çok önemli tarihi dönemleri yaşayan aydın bir sanatçı olan Leyla Saz Hanım, Edirnekapı şehitliğine defnedildi.
Leyla Saz çeşitli makam ve usullerde iki yüz kadar şarkı bestelemiştir. Bestelerinin bir kısmı konağıyla birlikte yandığından günümüze ulaşan beste sayısı 52’ dir. Aynı zamanda şair olan Leyla Saz bestelerinin çoğunun sözlerini kendisi yazmıştır.
Leyla Saz Hanımın evi bir sanat evi gibi dönemin edebiyatçılarına, musikîşinaslarına mekân olmuştur. Musikîşinaslar onun evinde her perşembe toplanır akademik sohbetler yapardı. Her sohbetin arkasında müzik icra edilirdi. Bu toplantılarda Leyla Hanım bazen piyano bazen armonika çalardı. Vefatından üç yıl önce Leyla Hanım Saz soyadını aldı.
Leyla Saz, çağdaşı Şair Nigâr ile birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk Müslüman anı yazarıdır. Şair Nigâr anılarının ölümünden ancak yirmi beş yıl sonra yayınlanmasına izin vermiştir. Onun anılarından hazırlanan bir derleme ölümünün 41. Yılında oğulları tarafından ‘Hayatımın Hikâyesi’ ismiyle 1959 yılında yayınlanmıştır. Oysa Leyla Saz anılarını yaşarken kendisi yayınlamıştır. Yaslı gittim şen geldim, Mani oluyor halime tasvire hicabım, v.b. pek çok eseri vardır.
NEVESER KÖKDEŞ
Neveser Kökdeş 1904 yılında Altunizade semtinde dünyaya geldi. Babası Sultanaziz’in Baş Mabeyincisi Dramalı Hurşit Paşadır. Sekiz kardeşin en küçüğüydü. Kardeşlerinden biri, babasının Sînesaf Hanımdan olan ünlü operet bestecisi Muhlis Sabahattin Ezgi idi. Neveser Kökdeş geniş ve modern bir ailede büyüdü. İlkokul eğitimini Mürebbiye-i Etfal adlı bir özel okulda okudu. İlk piyano dersini Ahmet Bey’den aldı. Daha sonraki piyano öğretmeni Adonolfi oldu. Notre Dame de Sion’da okudu ve zamanına göre çok iyi bir eğitim aldı. Okulda konkurlarda daima birinci oluyordu. İlk polka eserini on iki yaşında yaptı. Bu bestenin ardından prelüdler, valsler, tangolar, fantaziler, marşlar, çigan havaları ve operet müzikleri geldi. Lise yıllarında kilisede ilâhi söyleyen Hristiyan arkadaşlarına org ile eşlik ediyordu. Birinci Dünya Savaş’ının başlamasıyla okulu kapanan Neveser evinde Oristi Colopotono ile piyano ve gitar derslerini sürdürdü.
Daha sonra İstanbul radyosunda piyano sanatçısı olarak çalıştı ama orada aradığını bulamadı. Müziğin geleneksel yapısına bağlı kalmayıp aldığı eğitimi yansıtan farklı bir yol izlemeyi tercih etti. Özgünlüğünü ve çağdaşlığını bu farklı bakış açısıyla yakaladı. Dönemin şık ve güzel hanımefendilerinden olan Neveser Hanım, topçu subay Mehmet Ali Üsküdarlı ile 16 yaşındayken evlendi. İki aylık hamile iken Çanakkale’ye savaşa giden eşi bir daha dönemedi. Eşinin şehit olması Neveser Hanım’ı derin üzüntü içinde bıraktı ve hemiatrofi hastalığına yakalandı.
Eşini kaybetmekten büyü üzüntü duyan Neveser, o günlerini şöyle anlatır:
‘Eşimin vefatından dolayı dünyam kararmıştı. Yedi ay sonra oğlum Adnan dünyaya geldi. Oğlumla birlikte beş yıl evime kapandım, dışarı adım atmadım. Dünyaya küsmüştüm. Sonra karlı bir kış günü kendimi toparlamaya karar vererek bahçeye çıktım, temiz havayı içime çektim. İşte tam bu sırada hızla atılmış bir kartopu çarpmış gibi yüzümde bir acı duydum. Yanağım bir anda kasılıp kalmıştı.’
Yüzünün bir yanına gelen felç nedeniyle uzun süre aynalara bakamadı, evindeki tüm aynaların üstü örtüldü.
Bu dönemde hayatını piyano dersleri vererek kazanmaya çalışıyor çok zor günler geçiriyordu. Türkiye’nin çok önemli kadın bestekârının, çektiği sıkıntılara rağmen beste yapmaya devam ettiği düşünülünce onun gerçek bir sanatçı olduğu bir kez daha anlaşılıyor. Neveser Hanım küçük yaştayken ağabeyi Muhlis Sabahattin’den eğitim aldı. Çok genç yaşta gitar ve piyanoda konserler verecek kadar iyi bir icracı olmuştu. Ayrıca besteciliğe de ilgi duyuyor bu konuda çalışmalar yapıyordu. Özgünlüğe verdiği önemle bestelerinde kendi tarzını yaratmıştı. Geleneksel kalıp ve üslûptan farklı olan bu tarz, Mesud Cemil tarafından kinayeli bir şekilde ‘Neveser Musîkisi’ diye isimlendirilmişti. Piyano, tambur ve gitar çalması, güftekârlığı yanında kendine özgü bir tarz yaratmış olması ve çok sayıda eser vermesi Neveser Kökdeş’in Türk müziği için ne kadar önemli olduğunun kanıtıdır.
Oğlu Adnan Kökdeş, 1950 yılında yapılan bir röportajda annesinin okuldan sonraki müzik hayatını şöyle anlatıyor:
‘Annem mektep kapanınca Ankara’daki Türk Ocaklarında konserler verip sonra İstanbul Radyosuna girmiş ve ayrıca Colombia Şirket’ine epeyce plak doldurmuş. Sonra ver elini Anadolu. Ağabey’i Muhlis Sabahattin çalmış o söylemiş.’
Gerçekten de 1930 lu yılların başında Muhlis Sabahattin’in bazı operet şarkıları Neveser Kökdeş tarafından seslendirildiği görülür. Colombia Şirket’inden çıkan plaklar ‘Asetlemeap’, ‘Çaresaz’ ve ‘Ayşe’ operetine aittir. Muhlis Sabahattin’in Emprezeryoluğunu yaptığı topluluklarda piyano çaldığını Toto Karaca söylemiştir.
Şarkı formundaki ilk bestesi; ‘Gülüyorsun güzelim Gül, Güle Gülmek Yaraşır’ isimli şarkısıdır. Bestelerini uzun süre yayınlanamadı.
Neveser Kökdeş’in radyoda çalınan ilk şarkısı Ağabey’inin toprağa verildiği güne(13 Şubat 1947) rastlar. O, bu olayı şöyle anlatıyor:
‘Ağabey’im Muhlis Sabahattin bey’in öldüğü gün dünyam başıma bir kez daha çökmüş, bitki ve perişan mezarlıktan dönüyordum. Yol üzerindeki kahvelerden gelen şarkı sesi ile irkildim. Durdum dinledim, bu benim aylar önce radyoya gönderdiğim, artık çalınıp söylenmesinden ümidim kalmayan şarkımdı.
‘Gülüyorsun güzelim, gül güle, gülmek yaraşır
Bakamam gözlerine bakmaya, gözler kamaşır.’
İlk bestesinin geç de olsa çalınması Neveser’in bu kara gününü biraz olsun aydınlatmıştı.
1950 li yıllarda sanatçı ile yapılan röportajlardan anlaşılacağı gibi, onun batı müziğine olan düşkünlüğü o dönem pek rastlanmayan bir özellikti. O bestelerinin arka planını şöyle anlatır:
‘Teessür, ızdırap, neşe, sevinç gibi duygular eserlerimin üzerinde geniş bir etki yapar.’
BBC’den TİNO ROSSİ’ye uzanan ilişkiler:
Aynı yıllarda Sermet Sami Uysal’ın yaptığı ropörtajda, sanatçının bestelerinin yurt dışında da sergilendiği şu ifadelerle anlatılıyor:
Adnan(sanatçının oğlu) bir deste mektup getirdi ve çlerinden birini bana uzattı. Mektup Fransa’daki Radyo Diffusion et television Françaises’in müzik şefi Edovard Bervily tarafından gönderilmişti. Ve mealen deniyordu ki: Lütfettiğiniz tangoları aldık, çok memnun olduk. İlerideki programlarda çalacağız. En derin hürmetlerimizin kabulünü rica ederiz.
Adnan bir mektup daha uzattı. Bu da İngiltere’nin The British Broodcasting Corporation (BBC) firmasından geliyordu. ‘Rüya’, Dinleyicilerimizle Baş başa’, Kalbimin Sesi’, ‘Neşe’ isimli tangolarını derin bir hayranlıkla prova ettiklerini, büyük orkestra tarafından çalınıp, bir kısmının da plağa alınacağını yazılmıştı. Hayranlık ifade eden pek çok cümle ilave edilmişti.
Neveser Kökdeş, eserlerinin BBC de çalınmasından çok mutlu olmuştu.
Başka bir mektup uzattı Adnan. Bunda da, Tino Rossi için besreleyip gönderdiği eserler için tenorun sekreteri, Tino Rossi’nin halen İtalya’da olduğunu bestelerin, gösterdiği müzisyenler tarafından çok beğenildiğini, sanatçının döner dönmez teganni edeceğini yazılıydı.
Sermet Sami Uysal bir anısını şöyle anlatıyor:
!950 yılının mayıs ayı başlarında ikindi vakti Lütfi ile Kadıköy’e geçip sıra sıra eski evlerin bulunduğu Dumlupınar sokağındaki 11 numaranın kapısını çaldık. Neveser Hanım bu evin giriş katında oturuyordu. Kapıyı oğlu Adnan açıp bizi içeriye aldı. Uzun salon son derece huzur veren yemyeşil bir bahçeye açılıyordu. Bahçeye bakan geniş pencerenin yanında asılı Muhlis Sabahattin portresi sanki kız kardeşinin piyanosuna gözünü dikmiş, onun üst üste yarattığı besteleri dinliyor gibiydi.
Özellikle operetlerinde (23 adet) Türk musikisi makamı ve usullerini uyguladığı gibi zaman zaman batı müziğinin tampere sesleriyle geleneksel Türk perdelerini başarıyla kullanan, ayrıca Türk müziği formunda da besteler yapan ve bu gün hala ‘Bahar geldi gül açıldı’, ‘Hatırla ey peri o mesut geceyi’, Oturmuş testi elinde çeşme başında’ başta olmak üzere pek çok eserini zevkle dinlediğimiz Muhlis Sabahattin, kız kardeşinin kendi yolunu izleyen bestelerini dinledikçe huzur buluyordu mutlaka.
İyi giyinmiş, özenli makyaj yapmış olan Neveser Hanım salona girip biraz sohbet ettikten sonra piyanosunun başına oturdu. Radyoda okunacak şarkıların meşkini Lütfi ile birlikte yaptılar.
Daha sonra bizlere tuşların üzerinde adeta raks eden parmaklarıyla bazı bestelerini çaldı, söyledi. Daha sonra ellerimi tutarak yalnız olup olmadığımı sordu. Yalnız olduğumu öğrendiğinde ellerimi daha sıkı tuttu ve ben de yalnızım dedi. Benim için bir beste yapacağını ekledi.
Yalnızlığımdan çok etkilenmiş, adeta kendi yalnızlığıyla benimkini özdeşleştirmişti.
Bir süre sonra Neveser Hanım evime telefon ederek yalnızlığımın kendisine ilham olduğunu, besteyi yaptığını, iki gün sonra İstanbul Radyosunda Muallâ Mukadder tarafından okunacağını söyledi. İki gün sonra,
‘Gönlümün baharı bir gün açacak mı acep’ isimli şarkıyı dinlediğimde benim için yapılmış bu güzel eser beni çok gururlandırmıştı.
Geleneksel kalıp ve üslûptan farklı olan tarzı çok eleştirildi. Neveser Kökdeş, zamanın popüler dergisi Radyo Âleminde yayınlanan röportajında (26 Mart 1953) şunları söyledi:
‘Fes-mes devri geçti, niçin musikîmizde inkılâbı benimsemiyoruz. Dede’ler ve Rahmi Bey’lerin bile zaman zaman Türk Musikîsinde inkılâp yapmak üzere harekete geçtikleri görülmüş, fakat fesin altındaki zihniyet karşısında daha fazla cesaret edememişler.Benim ‘aman’larım basit, eski tarz ‘aman’lar değil. Fakat geçenlerde radyoda dinledim, bir hanım sanatkârımız bir köçekçemdeki ‘aman’ı gazel ‘aman’ ına çevirdi. Bir ‘aman’ çekti ki, ben de aman dedim. Eserlerimi güzel okuyan sanatkâr Sabite Tur Hanım’dır. Mualla Mukadder de fena değil ama Sabite Tur’un sesi alafranga nağmelere daha iyi gidiyor.
Bu işten kırk para kazanmıyorum. Üstelik eserlerimin orkestrasyonu için cebimden para verdiğim bile oluyor. Bestekârlık bana sıhhatimi, saadetimi, her şeyimi kaybettirdi. Bütün bu zahmet ve sıkıntının mükâfatı nedir biliyor musunuz? Bestelerimi tahrif etmek suretiyle harcamak, halimi görüyorsunuz. Hâlbuki Türk müziğini hudutlarımız dışına çıkarmış bir sanatkârım. Eserlerim halen Londra ve Paris operalarında çalınıyor.
Neveser Kökdeş’in eserlerinin yurt dışında çalındığı bilgisi MESAM’da da vardır.
Zuhal Olcay, babaannesi ile ilgili şunları söylemektedir:
Babaannemin ölümünden sonra Mesam’dan onun telif hakları olduğunu öğrendim. O, bestelerinden hiç para kazanamadı. Müzisyenliğinin keyfini süremedi; çünkü hep sıkıntı içinde yaşadı. Eserlerinin restorasyonunu bile kendi parası ile yaptırdı.
Türkiye’nin çok önemli kadın bestekârının çektiği sıkıntılara rağmen beste yapmaya devam ettiğini düşününce onun gerçek bir sanatçı olduğu bir daha anlaşılıyor.
Neveser Kökdeş hayatının son yıllarını onun yaptığı müziğe hayran olan Ahmet Sapmaz’ın Moda’daki iki katlı evinin (Şu an halen Kumluk mevkiinde bulunan) karşısındaki kendi evinde geçirdi. 8 Ağustos 1962 günü evinde geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti.
Hüzünlü şarkıların bestecisi 62 yaşında hayata gözlerin, yumdu.
Ölümü üzerine İstanbul gazetelerinden birinde küçük bir haber çıktı. O günlerde insanların gündemi başka olaylarla dolmuştu. Koçero’nun dağlardaki saltanatı, Talat Aydemir’in tutuklanması, Marilyn Monroe’nun intiharı, ‘Aşkı fısıldar sesin’ diyen bestecinin üzerine toz bulutu serpmişti.
Gül dalında öten bülbülün olsam, Bahar pembe beyaz olur, güzeller neşeli olur, Sensiz geçen günlerim, Sevmek seni bir suç ise affet günahımı ey sevgili, Hayal ufkunda açan binbir renk, Aşkı fısıldar sesin, Yıllardır bekliyorum bir gün dönersin, gibi TRT arşivine kayıtlı yüzlerce şarkısı vardır.
Pek çok operet bestelemiştir, Çaresaz operetinden ‘Yapma çaresaz’ ve Ayşe operetinden ‘Doya doya öpeyim’, yurt dışında da sahnelenmiştir.
‘Kalbimin Sesi’, Uçtum aşkın diyarına’, ‘Işıklı geceler bilsen neler Söyler’, ‘Onun Sesi’ ‘Hüzün’ Sevgine Doymadım bir kerecik (Hülyalar)’, tangolarından bazılarıdır.
Kanto tarzında da eserler veren sanatçının bu tarza örnek eseri ‘Edalı Yosma Güzel Kız’dır.