Bilindiği gibi, James Bond dizisinin yazarı Ian Fleming, hemen her romanında bir zekâ oyununun analizini verir ve bu analiz üzerine de romanının kurgusunu oluşturur. Kurgunun “piri” sayılan polisiye romanlardan klasiklere kadar bütün roman sanatının temelinde, bir merkeze doğru ilerleme söz konusudur. Merkeze, yazarın karar verdiği bir noktada, genellikle de romanın ortasında ulaşılır. Sonra yeniden merkezden “varoşlara” doğru bir açılım başlar. Bu kollardan biri de romanı bitirir zaten. Diğerleri ise, çoğu zaman açıkta kalır ya da Charles Dickens da olduğu gibi, kendi şaşırtıcılıkları içerisinde, bir yolunu bulup, kapanan noktaya doğru hızla ilerler.
Aslında bütün romanlarda iki merkez olduğundan söz etmek gerekir. Tolstoy’da bu çok basit bir şekilde ortaya çıkar. Yazar çizdiği karakter çemberlerinin alanlarını öylesine net ortaya koyar ki, bunların birbiriyle çakıştığını göremezsiniz. Ancak Dostoyevski gibi yazarlarda iş biraz daha karışıktır.
İki merkezden söz etmiştik: Bunlardan biri yapay merkezdir ve okuyucuya en kolay ulaşanıdır. Nitekim, başta verdiğimiz Ian Şeming’in Bond dizilerinde, oyun analizleri yapay merkezlerdir, ama bu yapay merkezlerin kalın hatları çerçevesinde roman örgüsü kurulmaktadır. İkinci merkez ise, daha çok yazarın bilinç altına ittiği ve bunu romanın bütününe yaydığı soyut merkezdir. Roman ikinci merkez üzerine kurulmuştur ve yapay olarak oluşturulan, ancak somut biçimde ortaya çıkan birinci merkez, ikinci merkeze giden yolları gösteren işaret görevini görür.
Dostoyevski’yi biraz tanıyanlar, ucundan kıyısından yaşam öyküsünü bilenler, bu 19’uncu yüzyıl roman devinin aynı zamanda sara hastalığı olduğunu da bilirler. Kimileri onun romancı dehasını bu hastalığı ile açıklama yoluna gitmiştir. Doğal olarak da, Dostoyevski’nin romanlarında sara birinci merkez olarak ortaya çıkmıştır. Bu kısmen doğrudur, ama tam olarak değil. Sara, Dostoyevski’nin tüm yaşamının en belirleyici “karakteristiği” olmuştur. Öyle ki, bazı romanlarında, sözgelimi “Budala” da, romanın “budala (idiot)” kahramanı Prens (Knyaz) Mışkin, sara nöbetinden bir iki dakika öncesi dünyanın ne denli aydınlık, kavranabilir ve basit olduğunu görebilmektedir. Dostoyevski’nin bütün büyük romanlarında mutlaka saralı bir kahraman vardır. Krilof saralıdır, Smerdiyakof saralıdır, Mışkin saralıdır ve bu romanlarda birinci merkezin sara hastalığı olduğu açıkça görülür.
Ancak, Dostoyevski’nin yaşamında bir olgu daha vardır ki, bu da bütün romanlarına sinsice sızmış ve kimi romanlarında birinci merkezi zorlamıştır. Budala romanında da böyle bir ikilem söz konusudur. Sara kadar, ölüm irdelemesi de birinci planda rol oynar, ancak bazı pasajlar dışında, asla romanı belirleyici bir somutluk taşımaz.
30 Eylül 1849’da “Petraçevski Olayı” nedeniyle arkadaşlarıyla birlikte Dostoyevski de askeri mahkemeye verilir. Mahkeme, 16 Kasım’da yedi tutukluyu sürgün, on beş tutukluyu da kurşuna dizilmeye mahkum eder. Son altı kişiyi de serbest bırakır. Kurşuna dizilme cezası alan mahkumlardan biri de Dostoyevski’dir.
Yıllar sonra “Budala” Prens Mışkin, Petersburg’taki Litenyaya sokağında gezinirken, Dostoyevski kimliğine bürünecek ve idama giden bir mahkumun aklından geçenleri satır satır yazacaktır. Ancak ayrıntı şuradadır: Aynı saatlerde Mışkin, bir sara nöbetinin hemen arifesindedir ve nöbet gelmeden önceki o “parlak” anı yaşamaktadır Oysa, yıllar önce idam mangası önündeki Dostoyevski’ye sara nöbeti gelmemiştir.
Romanın merkezinin sanal ve gerçek olarak ikileşmesi işte bu noktada belirginleşmektedir. Merkez burada ikileşmektedir. Sara hastalığı yine merkezdir, ama “Budala”da olduğu gibi, yapay bir merkezdir. Asıl merkez, insanın varoluşu ve bunu sonlandırma hakkına kimsenin sahip olmadığı düşüncesindedir. Yaşadıklarından olsa gerek, müthiş bir ölüm cezası düşmanıdır Dostoyevski. Ama aynı oranda kadercidir de. Rogojin’in Nastasya Filipovna’yı öldüreceğini, hem de geyik boynuzu saplı sıradan bir bahçe bıçağı ile öldüreceğini bilir, ancak engellemek gibi bir niyeti yoktur. O, azılı bir katille ormanda karşılaşmış zavallı bir oduncunun, boğazı kesildikten sonra bile bir yaşam umudu taşıdığını varsayar. Ama yüzüne “ölüm cezası ilanı” okunan birinin bu şansı artık yoktur. Bu yaklaşımıyla Dostoyevski, ölümün kesin bir sonsuzluk olduğunu kabul etmekte, hatta belki ölümden sonra varolduğu savunulan yaşama da ses çıkarmamakta, ancak bunun, o anda kişinin işgal ettiği bedenle bir ilişkisi olamayacağının da farkındadır. Yani, ölüm kesin bir sonuçtur ve bu ancak bir “yazgı” sonucu terk edilebilir, mahkeme kararıyla değil.
Petraçevski Olayı’na karışan dokuz gencin ismi okunur. Son isim Dostoyevski’dir. Yazar o an uyanır ve bir idam mangasının karşısında olduğunun farkına varır, bağırmaya başlar: “Bizi kurşuna dizecekler, imkanı yok bunun!” (Henri Troyat, Dosktoyevski’nin dünyası, s.95)
Rahip dokuz mahkumu tek tek kutsar, haçı öpmelerini ister. Dostoyevski, tüm yaşamında gördüğü en iğrenç gümüşü, bir koruma, bir teselli olarak dudaklarına zorlukla götürür. Buz gibi soğuktur haç ve içi üşür.
“Hükümlü de kendisini bu anların halsizliğine kaptırdıkça rahip, çabucak ve sessizce haçı dudaklarına dayıyordu. Ufak, gümüşten dört köşeli bir haçtı bu. Rahibin sık sık, hemen her dakika öptürdüğü haç, dudaklarına değer değmez mahkum gözlerini açıyor, birkaç saniye için canlanır gibi oluyor, ayaklarını biraz daha öne doğru sürüyordu. Haçı öpmekte, hırsla öpmekte acele ediyordu. Sanki yanında alıp götürülmesi gerekli bir şeyi unutmamak için telaşlanıyor gibiydi. Ama o sırada dinle ilgili bir kaygısı olduğunu hiç sanmıyorum. Giyotinin yanına kadar bu böyle devam etti. Bu gibi durumlarda, son anda bayılmalar olması pek görülmüş değildir. Aksine, beyin büyük bir canlılık içinde, makine gibi çalışır. Bir an adamın kafasında gereksiz, belki de komik, ‘karşımdaki adamın yüzünde çiller var, tıpkı celladın paslı alt düğmesi gibi,” gibi düşünceler uçuşup durmaktaydı. Yine de, her şey en ince noktasına kadar farkına varılıp, hatırlanır. Beynin çalışması öyle bir noktada odaklanır ki, her şey onun çevresinde döner, dolaşır. Ne bayılmaya, ne unutmaya olanak vardır. Bu durumun son saniyenin dörtte birine kadar devam ettiğini düşününüz. Kafanın bıçağın altın girdiği son ana kadar sürdüğünü…” (Budala, 1. Cilt., 5. Bölüm, Çev: M.İdil, Öteki Yayınevi)
Dönelim idam sahnesine, rahip ayrılır, iki cellat gelir (Budala’nın ilgili bölümünde de cellat sayısı ikidir). Trampetler ve borazanlar çalınır, cellatlar mahkûmları dizleri üzerine çökertir. Son saniyeler… Dostoyevski gözlerini yumar, infaz sırasında altıncıdır. Beş dakika zamanı vardır. “Beş dakika sonra aynı kazıklara o bağlanacaktır. Beş dakika sonra var olmayacaktır artık. Korkunç bir acı duyar. Bu beş dakikayı boş yere harcamaması, en iyi şekilde kullanması gerektiğini düşünür.” (Henri Troyat, a.g.e.)
“Epey yaşayacağım daha! Üç sokak var bundan sonra… Bu sokağı geçince öbür sokak gelecek, sonra da sol kolda fırının bulunduğu sokak… Oraya kadar dünyanın yolu var daha…” (Budala, aynı bölüm).
Sonra sokakta kendisini izlemek için toplanan kalabalığı görür, sıradan biri ilişir gözüne ve neden onun yerinde kendisinin olmadığını, neden on binlerce insan sokaklardayken, kendisini bir ölüm mangasının taşıdığını, neden onlardan birini değil de kendisini idama götürdüklerini düşünür.
Burada amaç, örnekleri çoğaltmak ve Dostoyevski’nin kendi yaşamından kesitleri romanlarında kahramanlarına yüklediğini kanıtlamaya çalışmak değildir. Amaç, Dostoyevski’nin romanında yapay merkez olarak belirlediği “sara” hastalığı ile gerçek merkez olan “ölüm” olgusu arasındaki ayırımı ortaya koymaya çalışmaktır.
Buna göre, her yazarın eserinde bir yapay (veya sanal) ve doğal olarak da bir de gerçek merkezi vardır. Özellikle klasik roman sanatında (müzik de zaman zaman aynı kapsam içinde değerlendirilebilir), somut bir olguyu yapay merkez olarak tutup, soyut olguları bunun arkasına gizleyerek kurgusunu düzenler. Artık romanında somut olguyu bitirdiği bir noktada yazar, asla çözümleyemediği soyut olguyu da terk etmek durumunda kalmaktadır. Bir süre sonra, Yaşar Kemal’in İnce Memet romanlarında olduğu gibi, yeniden soyutun peşine düşmektedir. Ancak bu kez somut, yani yapay merkez değişmiştir artık. Romanın devamı olan 2., 3., 4., ciltler başka bir roman kimliğindedir aslında. Olayın geçtiği mekanda, kahramanların dış görünümlerinde ve karakterlerinde bir değişiklik olmasa da, gerçek merkez farklı bir yere kaymıştır. Arka planda hep Mephisto ile Faust yerini korumakta, yalnızca maskelerini değiştirmektedirler. Belki de bu yüzden Gogol “Ölü Canlar”ın ikinci cildini yaktı. Dostoyevski, “Budala” ve “Ecinniler”in devamlarını yazmayı planladığı halde yapamadı. Yani, soyut malzemeleri hazırdı, hep vardı, ama somuta indirgedikleri olgularını, ne bileyim, “Karamazov Kardeşler”e, “Taras Bulba”ya kaptırdılar.
İspanyol yazar Miguel Unamuno’nun bütün romanlarında açıkça ilan ettiği “tutku” romanın gerçek merkezini oluşturmakla birlikte, yazar, sözgelimi Sis romanında kahramanı ile girdiği diyalogu ön plana çıkartarak, iki soyut kavracmı birbiri ile çakıştırma yolunu seçmiştir. “Tula Teyze” mi haklıdır, tutkular mı?
Sonuçta gerçek olan, ama kendini hep somut bir olayın arkasına gizleyen merkez, kitabın son sayfasını çevirip de masanın üzerine fırlattığınız anda sizi yakalamış demektir. O an ister “Swan’ın Aşkı” (Marcel Proust) karşılık bulamasın, isterse “Terese Raquin” (Balzac) ölmüş olsun, gerilerde kalmıştır artık. Romanın asıl merkezi, Steinbeck’in “Cennet Yolu” adlı romanındaki Adam Trask’ın son nefesiyle çıkan “Timşel” kelimesi kadar büyülü ve belirleyicidir (Orson Welles’in sinema adamlığını bitiren, Yurttaş Cane filmindeki Rose Bat”ı anımsayın). Charles’ın kardeşi Aaron’u odunla kovalaması ya da ne ileyim, kardeşinin karısını koynuna alması basit bir ayrıntı durumuna düşmüştür.
Kuşkusuz roman ayrıntı seçme sanatıdır. Ancak seçilen ve unutulan ayrıntılara dikkat ediniz, bütün insanlık tarihinin üzerine kurduğu ayrıntılardır bunlar. Habil-Kabil şemsiyesi altında tutku, kıskançlık, aşk ve ihanet…
Ölüm? Neyse ki, ölüm insanların aklına hep kalemi bıraktıktan sonra gelmiştir…
Dostoyevski’nin “Budala” romanındaki Adelayda’dır buna örnek.