İnsanın kendisini merkez sayarak bulunduğu ortamın tam ortasına oturması ve dünyayı da buradan «yönetmesi”, insan ilişkilerinin en zayıf noktasını oluşturur. Dünyanın evrenin merkezi olduğu ve tüm evrenin dünyanın etrafında döndüğü fikri de buradan doğmuştur zaten. İnsanın kendisini bir yere koyup da, dışarıdan kendisine bakması, insanlığın ulaşabileceği son aşama olacaktır ki, bu da tüm mistik ve metafizik öğretilerin sonu demektir. Bu aşamaya ulaşabilmek ile Antares gezegenine ulaşabilmek süresi ise hemen hemen aynıdır: Bilmem kaç milyon ışık yılı…
Ama «maşallah”, devletimizin en tepesinde oturan kişi, milyonlarca ışık yılını son birkaç yılda hızla aşıp, bugünlere bizi ulaştırdı: Amerika’yı Müslümanlar keşfetti, kadın ile erkeğin eşit olmadığı bu işin fıtratında var… Ve daha yüzlercesi.
Cumhurun başı arada bir ortaya «iliği açılmamış” bir kelime atıyor, herkes hep bir ağızdan üzerine atlıyor ve birbirini tepelercesine o kelimeyi kullanıyor. Sanki o kelimeyi kullanmadığı anda Erdoğan’dan ışık hızıyla uzaklaşacak.
İşin özünde, ABD başkanı Obama’nın kendini «Mesih” ilan etmesiyle, Erdoğan’ın çıkıp da kendini «Mehdi” ilan etmesi arasında hiçbir fark yok. İkisi de kendisini dünyanın merkezinde görüyor ve dünyanın kendi etrafında döndüğünü sanıyor. ABD Başkanı bir bakıma haklıdır kendini dünyanın merkezinde görmekte, ama bizim gibi üçüncü dünya ülkelerinden birinin kendini merkez görmesi elbette «abesle iştigal”. Ancak burada Erdoğan’ın sırtını dayadığı bir kitle vardı: Müslüman dünya. Bir zamanlar büyük «sükse” yaptığı bu büyük camiada, artık eski saygınlığı kalmadığı da bir gerçek. Bu durumda «Mehdi”lik de bir başka bahara kalıyor, hiç gelmeyecek bahara…
Geriye «Halifelik” kalıyor. Onu da henüz güçten düşmemiş IŞİD, şimdilik Erdoğan’a yedirmez. Bağdadi kendini Halife ilan etti bile.
Erdoğan için şimdilik, 1001 odalı sarayında oturan Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı unvanı yeterli. Bir adım daha atacak durumu yok.
Birilerinin çıkıp da kendilerini dinsel bir motif olarak ilan etmelerinin çok önemi yok. Zira, birinin gerçekten dünyanın tepesinde bir yere oturmuş olmasından kaynaklanan gücüyle kendine inanan bir kitle bulabilme şansı artık bilimin kendini kabul ettirdiği böyle bir dünyada yok.
Bu durumda, hayal dünyasına sığınmak yerine daha sağlıklı bir dünyaya ayak basmak gerekliliği toplumun sağlığı açısından da önemli. İnsanın kendini aşabilmesinin en kolay ve bilinen yolu aklı ile bilgisini doğru sentezleyebilmesinden geçer. Bilgi her zaman tüm kapıları açan bir birikim olamamıştır. Akıl mutlaka onu yönlendirmek ve geliştirmek zorundadır. Burada zekanın payını bir kenara bırakmak gerekir. Zeka, bunun da üzerinde bir işlev üstlenerek, aklı da kimi zaman çılgınlığa varacak derecede zorlayan bir mekanizma olarak görev yapacaktır. İşin bu bölümünü bir kenara bırakacak olursak, akıl ile bilginin birlikteliği, insanın kendini merkezden alıp, bir «merkezkaç” gücüyle çevreye doğru savurmasıdır.
İşte tam böyle bir anda da, dünyanın herhangi bir noktasında herhangi bir kitlenin başına geçen her kişi, kendini merkezkaç gücüne kaptırarak çevreye savrulmakta, ama bunu bir savrulma değil de güç gösterisi olarak görmektedir. Tarih, bu gibi insanların hazin öyküleriyle doludur, orası da başka.
İşte böyle bir girdap içine girdiğinde ben merkez girdabına kapılan kişi, giderek genişleyen bir çemberin içinde olduğunu ve kendi benliğinin giderek küçüldüğünü fark edecektir. Bu kez, kendi etrafında döndüğü halde merkezin kendisi olmadığının farkına varacak, böylelikle de sabit duran her şeyin ille de merkez olması gerekmediğini anlayacaktır.
Belki salt bu yüzden herkesin hayatı roman değildir ve belki de bu yüzden hiçbir insan «mehdi” ya da «mesih” olarak mistik güçler tarafından asla atanmayacaktır. Ama bu ucu açık imgelem hatası her zaman kullanılacaktır.
Dostoyevski’nin roman sanatına getirdiği en büyük açılımlardan biri de budur. Fransız edebiyatının dünyayı kasıp kavurduğu yıllarda, Balzac’ın Veutren’i «tutkuların prensi” olarak tüm dünyayı kendi benliğinde topladığında, Dostoyevski bunu tüm kahramanların elinden alıp, uzayın derinliklerine fırlatmıştır. Dostoyevski’nin «kahraman” yaratmayıp da, bunun yerine karanlık bir dünyanın içine «zavallı” insanları tıkıştırması, merkezin bireyler olmadığı düşüncesini yaratmıştır.
Dostoyevski’ye göre tüm evreni yöneten Tanrıdır ve eğer dünyada bir sosyalizm yaşanacaksa, buna Tanrı karar verecektir. Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük yazarlarından kabul edilen Dostoyevski de, kendini asla «merkez” olarak görmemiş, önünde ve arkasında uzanan sonsuzluğun hangi noktasında olduğunu araştırmıştır. Her akıllı insan gibi.
Ancak, Dostoyevski, merkezi bireyden koparmasına karşın, o merkezi nereye taşıyacağını bilememiştir. Bilinmeyene saplanıp kalmak da, ister istemez onu mistik bir havaya sokmuştur. O, neyin merkez olamayacağını saptayabilmiştir, ama merkezin ne olduğunu bir türlü kestirememiştir. İdam mangasının önünde son saniyede ölümden döndükten sonra ise, bunun «bilinmeyen bir güç” olduğu düşüncesine ulaşmıştır.
Dostoyevski kadar büyük olan, üstelik Dostoyevski’nin hayran olduğu Honore de Balzac da kendini asla merkez görmemiştir. Bu tür yazarlar, kahramanlarından birini seçer ve merkez yaparlar. Kendileri onun etrafında dolaşmayı severler ve yücelikleri ve erdemleri bununla ölçülür. Gereğinde, merkez yaptıkları kahramanlarını acımasızca yerden yere vururlar. Balzac’ta bu Veutrin, Dostoyevski’de Raskolnikov, Turgenyev’de Bazarov, Çernişevski’de Rahmetov’dur.
Bu tür kahramanlar, merkez idealini her zaman ayakta tutmuş ve kitleleri peşinden sürüklemiştir. Bu da insanların bir gün kendilerinin de merkez olabileceği hayalini sıcak tutmasına sebep olmuştur. Ölmek için henüz erken olduğunu düşünen ve bu dünyaya «bir görevi yerine getirmek üzere” gönderildiğini düşünen milyonlarca insanın merkezkaç kuvvetine yakalanıp da kendini izlemek üzere kendinden uzaklaşması neredeyse imkansız hale gelmektedir. Bunun için gerekli çabayı kendisinin göstermesi gerektiğine inanmadıkça, insanların değil kendileriyle alay etmeleri, kendilerinden daha yukarıda birine tahammülleri bile mümkün olamamaktadır.
Günümüz siyasetinin en büyük eksikliği, liderlerin kendilerini bu yelpazenin dışına savurmaları (bu isteyerek yapılan bir savurmadır, asla savrulma değildir) ve kendilerine bir üst misyon yükleyerek «Haydar” gibi kâh gökyüzünde kâh alemde dolaşır dururlar.
İnsanların, birilerini kendinden üstün görmesi için bazı koşullar gerekir: Sözgelimi, o kişinin zekasını değil de kurnazlığını kullanması ve karşısındaki bir şekilde aldatması (insanların para vermediği doktorun tedavisinin de geçersiz olduğunu veya daha pahalı bir malın daha iyi olduğunu düşünmesi gibi), kendisi için mucize sayılabilecek şeyleri yapması (falcılık, büyücülük, hokkabazlık gibi), bir başkası veya başkaları adına konuşması, elçilik yapması (tarikatlar, örgütler vb. gibi)…
O zaman işte, Türkiye’de yürütülen siyasetin nasıl bir çatı üzerine oturduğu daha iyi anlaşılabilir. Toplumsal beklenti önce yaratılır, ardından bu yaratılan beklenti üzerine bir lider oturtulur. Yaşanan basitçe budur.