Bir Kadınlar Günü

08 Mart 2018 Kadınlar Günü Kutlu Olsun

Güzel bir geceden sonra, güzel ve temiz bir güne uyandı. Eşi kalkmış, banyoda tıraş oluyordu. O cumartesi temizlik vardı. Çocuklar hala uykudaydı. Hemen kalktı. Bugün “Kadınlar Günüydü”. Taşınırken özenle katlayıp, saten bir bohça içine sakladığı bayraklarının arasından kırmızı ay yıldızlı saten üzerine işlettiği Atatürk resimli büyük bayrağı aldı, bir iskemle üstüne çıkıp camın iç tarafına astı. Osmanlı Devletinden sonra kurduğu Cumhuriyette pek çok hakkı kendilerine veren o ulu önder değil miydi? Ne kadar anlatmıştı Atatürk’ü daha on altı yaşında bir lise öğrencisiyken gittiği Amerika’da, üniversitedeyken İngiltere’de, doktora yaparken Norveç’te, Avrupa’daki kadın göçmenlerin durumunu görüşmek üzere İskandinav hükümetleri ortak delege üyesi olarak gittiği Cenevre’de. İlerde çalışmak için eğitilmiş, aynı zamanda kendisine bir aile kurmakla ilgili terbiyede aile büyükleri tarafından verilmişti. Annesi ve babasının onu okula göndermekteki amacı, ilerde bir meslek sahibi olarak ekonomik bağımsızlığını elde etmesiydi. Eğer gelecekte eşinden ayrılırsa kendinin ve çocuklarının geçimini temin ederdi böylece. Bunlarla da kalmayıp kendisine yaşam sevinci ve umut verecek olan müzik, dans, resim, kitap okuma, yazı yazma, resim ve nakış yapma, dikiş dikme gibi sanat ve zanaatlar da ders dışında öğretilmişti.

Laik bir ülke olma gereği ile okulda din dersi seçmeli olmasına rağmen daima din derslerini almış ve tam notla geçmişti. Zaten bu dersi sınıfta almayan tek kişi bir Musevi öğrenciydi. Daha sonra Diyanet İşleri Başkanı olacak olan öğretmenleri Lütfi Doğan onları ders saatinde Cebeci Camii’ne götürmüştü. Zaten evde halasından namaz kılmasını öğrenmişti. Amerika’ya burslu olarak bir aile yanında okumaya giderken hep birlikte çıkrıkçılar yokuşuna gitmişlerdi. Oradan Türkiye’yi temsil edecek kahve fincan ve cezve takımı, lületaşından, takılar, kebap yapmak için şişler alınmıştı. Kocası da böyle yetiştirilmiş bir erkekti. İşler ne kendisi, ne de onun için kadın işi, erkek işi diye ayrılırdı. Eğer biri bir işi beceremezse diğeri ona yardımcı olurdu. İkisi kız, biri erkek üç çocukları vardı. Ogün kadın çocukları İdil, Ödül ve Gülnar gelmeden önce elinden geldiğince etrafı topladı. O sırada banyodan çıkan Okyay kahvaltıyı hazırlamaya başlamıştı bile. Türküsel Hanım bir kâğıda yapılması gerekenleri kaydetti: “Temizlikten sonra her odanın tozu alınacak, küçük ve büyük halılar tersli yüzlü süpürüldükten sonra kaldırılacak, yatakların nevresim ve çarşafları değişecek, ütü yapılacak, banyolar ve mutfaktaki tüm beyaz eşyalar ovulup silinecek, buzdolabının içi temizlenecekti. Son olarak camlı balkonun taşları silinecekti. Güneşin içine doğduğu bu yer aynı zamanda bir sera ve bir kış bahçesiydi. İçine kocaman bir hamak ve bahçe mobilyaları alacak kadar büyüktü. Kahvaltılarını yeni doğmuş bir güneşin ılık sıcaklığında yaptılar ailece. Gecenin soğuğundan yeni kurtulmuş duvar kısa sürede ısıyı emmiş, onlara yansıtıyordu. Kış ile bahar arasında kararsız kalan hava hala güneş ışıklarına direnirken kalkıp, içerden koca kenarlı siyah şapkasını başına taktı Türküsel hanım. Artık gözlerini ışından, yüzünü ise yanmaktan korumanın zamanı gelmişti işte. Diğerleri hallerinden memnundu. Site yeni bitmişti, ve bu yılki kadınlar gününü yeni yuvalarında kahvaltı yaparak kutluyorlardı. Limonlu ve bergamotlu, sıcak mı sıcak çaylarını herkes ince belli bardaklarından höpürdetmeye başladı. Şeker kullanmaz, şekerli çayı da, içeceğin lezzetini bozacağı için asla içmezdi. Kahvaltısı bir dilim tam buğdaylı ekmek, üzerinde Sincik balı, onunda üzerine serpiştirilmiş Erzincan tulumu ve zeytinden ibaretti. Domatesin mevsimi değildi, olanlarında genleriyle oynanmıştı. Gözlerini ufuktaki tepelere kaydırdı. Yükseklik duygusu ne kadar güzeldi. Temiz dağ havasını yudum yudum ciğerlerine sindirdi.

Yatak odasından gelen telefonun sesiyle birden oturduğu yerden hızla kalktı ve koştu. “Alo?”, “Alo, ablacım kadınlar günün kutlu olsun” diyordu kardeşi Türkiye’nin öbür ucundan. “Nasıl gidiyor resim çalışmaların, şu anda resim mi yapıyorsun?” diye sordu. Ablası bir kahkaha attı ve kardeşine hararetle teşekkür ettikten sonra “Şu anda resim yapmıyorum 10 senedir kapağını açmadığım bazı boya tüplerini sıcak suya koyacağım. Onun dışında, yarım bıraktığım bazı tabloları düzeltiyorum.” “Akrilik kullanıyorsun değil mi?”, “Öğretmen yağlı boyanın esas olduğunu söylediği için onunla devam ediyorum şimdilik. Bugün öğleden sonra yine ders var. Evdeki temizliğin başında da enişten duracak.” “Oh ne iyi, kendisine selam söyle”, “Peki, Sonra Atatürk’ün, manevi kızı Nebile’yle, onun düğününde dans eden fotoğrafını, geometrik lekeleme tekniği ile yapacağım. Örneğin dün, senin leke tekniği ile yaptığın 3 tabloyu inceledim.” “Artık tablolara daha anlayarak bakıyorsun değil mi?” “Evet, mesela Van Gogh’un yaptığı, fırça darbeli tüm tablolar leke çalışması.” “Evet.” “Dün gece bir tablo kaçakçılığına ait filmdeki eser sırtı çıplak bir kadının puanterlerle yapılmış resmiydi.” “Ya öyle mi” dedi kardeşi. Asker ressam Şeker Ahmet Paşa anneannelerinin amcasıydı. Babaları da iyi bir subay ressamdı. Aile sanatın pek çok koluyla ilgiliydi.

Telefon konuşmaları devam ediyordu. “Nasıl geçti hafta sonu Antalya’daki koşunuz Runanatolia?” “İyi geçti ablacığım. Binlerce kişi katıldı. Ben de kendi koşu grubumun birincisiydim. Son turda hızlandım. Kalabalık bir grupta koşmak ve yaşlı-genç teker teker onları geçmek çok güzel bir duygu. Genel sıralamada ise 357. Oldum.” “Tebrik ederim! Bu yaşta böyle bir koşuya katılmak, 40 kilometreyi tamamlamak ve kendi içinizde birinci olmak az bir başarı değil.” Bir sessizlik oldu sonra kardeşi alçak bir sesle “Yalnız üzücü bir olay da oldu” dedi. “Ne gibi?”, “Otuz beş yaşında bir koşucu, ihmal nedeniyle hayatını kaybetti.”, “Vah, vah vah!”, “Ben tam finali geçmiştim ki, ellerinde sedyelerle bir ekibin ters yönde büyük bir gayretle 500 metre koştuğuna şahit oldum.” “Yazık!” dedi ablası. “Yani” dedi kardeşi “Bir düzenleme yapılıyor, her şey mükemmel, ama en önemli tedbir unutuluyor. Parkur boyunca bekleyen sabit ambulans ve arkadan giden gezici ambulans yoktu. 112den acil ambulans ve ekip beklendi. Haydi kadınlar günün tekrar kutlu olsun.” Vedalaşıp, telefonu kapattılar.”

Saat on bire gelmiş ve Gülnar henüz kapıyı çalmamıştı. Türküsel Hanım onun cep telefonunu aradı ama açan olmadı. Yavaş yavaş onun bugün gelmeyeceğini idrak etti. Böylece eşi Okyay Bey de serbest kaldı. Dışarı çıkmadan mutfakta bir süre bekçi köpeklerine yemek verdiği tası aradı, bir türlü bulamayınca canı sıkıldı. Sonra kerpeteni aradı gözleri, koyduğu yerde onu da bulamayınca aklına köpeklere yemek verdikten sonra kaybolan sarı kâse geldi. Birinin beğenip aldığından şüphelendi. Sonra elleri boş, resim kursuna gitmek için arabasına bindi. Bir ev hayvanı iken, kötü muamele gördüğü için kaçan boz renkli dişi kurt dilini çıkartıp yalandı ve soran gözlerle kendisine baktı. Ona “Bozkız” adını vermişti. Köpeğe birkaç tatlı söz söyledikten sonra, arabayı hareket ettirdi ve bir hamlede önündeki yokuşa sürdü. Yokuş öylesine dikti ki, ilk önceleri hız kesmeyen araç sonlara doğru tıkanıyor ve yavaşlıyordu. Tepedeki çarşının önünde park etmek için kendisine bir yer aradı, sonra vazgeçti. Sağ ve sol görüşlü birkaç gazete alır, onları gözden geçirir, bazı köşe yazılarını okuduktan sonra haberlerin doğruluğunu tartar ve durum muhasebesi yapardı. Daha kursa bir saat vardı. Belediyenin yeni açtığı spor merkezini merak ediyordu. Zaten beş adımlık mesafedeydi ve nasıl olsa tesisi görmesi on beş dakikadan fazla sürmezdi. Arabasını park alanının uygun bulduğu bir yerine özenle koydu. Hemen çıkmadı, içerisi rahat ve sıcak, dışarda ise poyraz vardı. Bu yeni yerleşimin henüz görmediği binalarını, park ve okullarını; sürücü koltuğundan uzun uzun seyretti ve enine boyuna inceleyerek hafızasına iyice yerleştirdi. Sonra emniyet kemerini çözdü, çantasını sol omuzuna taktı, dışarı çıktı ve arabayı kilitledi. Emin adımlarla merdivenleri çıktı, bina kapısını açtı ve içeri girdi. İçerisi loştu, gözleri alışınca tam karşında duran kayıt kabul yerinde kimse yoktu. Ara kapıdan içeri girince sağ tarafta kırmızı eşofman üstü giymiş bir kadının başı duvara dayalı uyuduğunu, onun yanında da lacivert elbiseli kadın bir güvenlik görevlisinin oturduğunu gördü. O sırda kırmızı ceketli kadın uykulu gözlerle, güvenlik görevlisi ise boş gözlerle kendisine baktı. “Bu yerin ev sahibi herhalde sizlersiniz” diyerek onlardan ilgi bekledi. Kırmızılı kadın bir şey söylemeden kalkıp, ortadan kayboldu. Güvenlik görevlisi “Önce girişteki şu galoşlardan giyin” dedi. Kendisi “lütfen” diye içinden geçirdi. İfade kaba değildi ama nazik de değildi. Cevval bir şekilde ayaklarına çabucak mavi galoşları giydi. İki adımda kabul yerinin önündeydi. Arkasına geçen güvenlik görevlisi bir-iki saniye ne yapması gerektiği düşündükten sonra “Buyrun” dedi. Bir yetkili yerine, güvenlik görevlisinin kendisine muhatap olmasına şaşırarak “tesisi gezebilir miyim?” diye sordu. Giriş kapısına ulaşabilmek için kart okutmak gereken raylı engellere şaşkınlıkla baktı. İçgüdüsel olarak “kimlik göstermem lazım mı?” diye sordu. “Hayır” diyen güvenlik görevlisi kartını kullanarak bir engeli açtı “Buradan geçin” dedi. Sauna, Fin Hamamı, Duşlar, tuvaletler, engelli tuvaleti hepsi tamamdı ama onlardan aşağı kalmayan Türk Hamamı yoktu. İçerde pilates yapıldığı için rahatsız etmediler ve fitnes salonuna girdiler. Oldukça büyük bir salon türlü aletlerle donatılmıştı. Onların arasında oturan kadının kim olduğunu sorunca hoca olduğunu öğrendi. Üniformalı kadın yetkili olmadığı için daha fazla bilgi veremiyordu. O nedenle yavaş adımlarla kadına doğru ilerledi ve önünde durdu. Hoca hiç başını kaldırmadı ve ilgilenmedi. Ülküser dikkatini çekmek için “Günaydın” dedi. Genç hoca yerinden kalkmadan, ilgisiz ve soran bakışlarını ona çevirdi ve selamına yanıt vermedi. Kendisi “Hoş geldiğim için teşekkür ederim” dedi. Hocanın bakışları dikleşti ama ağzını açmaya niyeti yoktu. “Salonun nasıl kullanıldığı hakkında bilgi almak istiyorum” dedi kadın. Yanıt geldi: “Bilgi üyelere veriliyor”. “Üye olmayana bilgi vermiyor musunuz? Ben aletlerin gün ve saat randevusu mu alarak mı kullanıldığını merak ediyorum” açıklamasını yaptı. Hoca hanım isteksizce “Anlatsam anlar mısınız?” diye sordu. Sabrı taşan kadın “ahmak olmadığıma göre anlarım” diye karşılık verdi. Bu kez hoca oradaki aletleri gösterip “triseps bar, “dambıls” diyerek ekledi “Bu kelimeleri anlar mısınız?” Kadın “İngilizce değil de Türkçe söylerseniz anlarım, ama eminim siz de Türkçesini bilmiyorsunuzdur” dedi. Bu hitap ve tutumdan çok rahatsız olmuştu. Yine bir kadın olan güvenlik görevlisine, hocanın soyadını sordu. O ise, yanıtlamak yerine, tesisin halkla İlişkiler sorumlusunu çağırdı. Kısa boylu, şişmanca bir erkek odasından çıktı, geldi. Rahatsız edildiği için canı sıkkındı. “Hangi amaçla hocamızın soyadını öğrenmek istiyorsunuz” dedi. Kadın “Bilgi edinme ve idari şeffaflık amacıyla” dedi. Bunun üzerine sorumlu kişi, güvenlik görevlisinden aletli jimnastik hocasını çağırmasını söyledi. Böylece aradan çekildi ve işinin başından çağırdığı hoca ile kadını karşı karşıya bıraktı. Bu kez Ülküser Hanım gelen Tuğba Hanıma, ‘kendisinin oraya kadar gelerek zahmet etmesini kendisinin istemediğini ama sadece soyadını öğrenmek istediğini’ söyledi. “Niyetiniz kötü galiba?” dedi hoca. “İyi niyetle” dedi kadın. Hoca “Önce siz isminizi soyadınızı söyleyin, sonra ben söylerim” dedi ama sonra da sözünde durmadı. O sırada konuşmaları dinleyen Halkla İlişkiler Sorumlusu ortaya çıkıp kadının üzerine yürümeye başladı. “Beni dövmeye mi geliyorsunuz?” dedi kadın. Onun “Soyadını ne yapacaksınız?” sorusuna “Bir tüketici olarak hizmet verenin kim olduğunu öğrenmek istiyorum” dedi. Bu kez hoca kadına “Ne bileyim sizin verdiğiniz ismin doğru olduğunu” diyerek onu yalancılıkla itham etti. O esnada tezgâhın üzerinde bulunan üye kartlarına gözü ilişen kadın “Tesis üyelerinin kimlikleri alenen teşhir edilmemeli. Kötü niyetli birisinin onların fotoğraflarını çekmesine sebep olursunuz” dedi. Güvenlik görevlisi “Bunda bir şey yok ki, sadece fotoğraf, isim ve soyad bilgileri var” dedi. Kadın “Bu bilgiler tesis idaresince, üyelerinin güvenliğini sağlaması açısından alenen ortaya konmamalı” dedi. Hoca yarı bağırır bir şekilde “Dışarda başkalarına kızıp hıncınızı benden çıkarmayın. Biz burada bana ‘Seni Belediye başkanına şikâyet ederim’ diyenleri çok gördük. Söylemiyorum soyadımı” dedi sesini iyice yükselterek. Kadın “Ben buraya iyi niyetle tesisi görmek ve üye olmak için geldim” deyince, Hoca salon giriş kapısına giderek sağ eliyle kapının kolunu tutup açtı; sol elinin işaret parmağıyla tesisin ana giriş kapısını işaret ederek “Gidin buradan, üye de olmazsınız, bir daha da gelmeyin” diye bağırdı. Bunun üzerine, ona, odasından susmasını telkin eden Halkla İlişkiler Sorumlusunun sesi duyuldu: “Yeter artık konuşma, sus, suss!” diye çalışanını uyarıdı. Kadın elinde tesisin hizmetlerini not etmek için tuttuğu tükenmezi masaya bıraktı. “Bir öğretmen olarak öğrenciden aldığım kalemi daima iade ederim. Ama siz beni kovuyorsunuz” dedi.

Oradan ayrıldıktan sonra semt çarşısında günlük alışverişini yapıp aldıklarını eve götürdü. Öğleden sonraki resim dersine yetişmeliydi. Kapağı kuruduğu için sıcak suya koyduğu boya tüplerini tek tek inceledi. Açılanları kurulayıp kutusuna koydu. Bezir yağı bulamadığı için terebentin içine temizlenmesi için bıraktığı fırçaların uçlarını yokladı, temizlenmiş olanları aldı, yerine yerleştirdi. Datça’nın Palamut Bükünde bir Ağustos gecesi saat gece on sıralarında mehtabı seyrederken yaptığı pastel resmin şimdi yağlı boyası üzerinde çalışıyordu. Ay ışığının meydana getirdiği yakamozlardan pek memnun değildi. Karaltı halinde arkada görünen ada Sömbeki (Simi) idi. Bu adanın inci avcısı kadınlarının iyi birer dalgıç olduğu da bilinirdi. Rodos Adasının 1522’de Kanuni Sultan Süleyman tarafından alınması sırasında Sömbekili kadınlar 400 gemiyle kuşatılmış Rodos surlarının altına dalıp, delikler açmalarıyla ünlüydüler. Gece saat 9’da kıyıda eşiyle birlikte yerlerini almışlardı. Saat 11’de adalar arasındaki arabalı vapur sadece 7 kilometre uzaklarından süzülüp adaya vardı. Yerleşime dar bir boğazdan girilirdi. Sonra sağa sapılır ve karşınıza ‘U’ şeklinde bir koy çıkardı. Kıyıya dik inen taş evler beyaza boyalıydı. Tepede bir kilise vardı. Kıyıdaki evler pansiyon olarak çalıştırılır, daha yukardaki balıkçı lokantalarına taşlı merdivenleri ve dik yokuştan çıkarak ulaşılırdı. İki bin beş yazında bir Pazar günü öğle vakti, arabalarını İskele’deki Marina Parkına bırakmışlar ve adaya geçmişlerdi oğluyla birlikte. Gece 11.00’de ise Rodos, Ertesi akşam ise Girit yolcusuydular. Eşi ve iki kızı o gün Knidos’u gezecekti. Eşiyle mehtap seyrettiği o gece, yine adalar arabalı vapuru tam vaktinde önlerinden geçtikten ve sonra Eski Datça (Dadya) Mahallesinin Harnup Sokağı 1 no.lu taştan evlerine dönmüşlerdi. Bunları düşünerek Palamut Bükü tablosunu çantasına koydu. Resim Kursuna vardığında saat tam 13.30’u gösteriyordu. Yarım saat geç kalmıştı. Oturduğu yeri bir başka arkadaşı almıştı. Tedirgin oldu ama hissettirmedi.

Nede olsa bir kadındı ve daima kadınlarla dayanışma içinde olmayı seçerdi sabah spor salonunda gördüğü muameleye rağmen. Arkadaşı onu görünce hemen kalktı ve başka yere geçti, o da boşalan kendi yerini aldı. Sol yanındaki Bey, o gün öğretmenle gelecek hafta yapacağı tabloyu konuşup gitmek üzereydi ki konu dünyaya getirilecek çocuk sayısından açıldı. Dünyaya çok çocuk getirmenin çeşitli nedenleri vardı. Bunlar emek yoğun tarım ve sanayi döneminde ailenin ihtiyacı olan çiftçi ve hayvancılık için gerekli iş gücünü yaratmak, savunmak için savaşçı yetiştirmek, idare edilen bir azınlık olmaktan çıkıp siyasal etkisi olacak çoğunluğa ulaşmak, kendi inanç ve dünya görüşlerini yayacak müritleri doğurmak gibi sebeplerdi. Evli ve bir kız babası olan adam, ondan iki torun sahibiydi. Nedeni ekonomikti. Dar gelirli bir memur olarak bir çocuğa ancak gücü yetmiş ama soyadının devam etmesi için bir erkek çocuğuna sahip olması talebine; ailesi ve arkadaşlarından gelen ağır baskılara rağmen karşı koymuştu. Gidince, onun yerini semtteki bir ilkokulda, sınıf öğretmeni bir hanım aldı. Gecikerek 14.00’e doğru gelmişti. Varlığı hemen belli oldu. Sanki bir haber kanalı açılmışçasına “Biliyor musunuz bugün okulda ne oldu?” diye başladı. “Hayırdır” dedi bir, iki ses. “Vallahi kapalıyım diye herkes benden çekiniyor bu kursta. Hiç halk oylamasına ‘Hayır-Evet’ tartışması yapılmıyor!”, “___”, “Ben iktidar partisini de tanırım, Deniz Fenerini de”, “Hmm”, “Benim arkadaşım Hayriye’ye, ilkokul müdürüne bağış kumbarası vermiş, velilerden para istesinler diye. Bana dert yandı. Üstelik amaç da belli değil. Ver sen onu bana diyerek kurtardım onu; kendi sınıfıma götürdüm. Şimdi benim öğlencilerim her gün 50, 75 kuruş, 1 Lira derken bayağı para birikti kumbarada”. O sırada kapıda konuşmanın sonunu durup dinleyen biraz evvelki bey yanındaki kadına fısıldadı. “Eskiden benim bazı solcu arkadaşlarım dinin gereğini anlamazdı. Bu konuda ikiye ayrılmıştık. Ben; bana lazım değil ama gereksinim duyanlar var onlara karışmayın derdim.” “Olur mu?” dedi hem başka bir arkadaş: “Dini ilkeler bir dayanaktır, gelenektir, adettir, nesilden nesile aktarılan bir davranış biçimi; kendisine ait kültürü, töresi, giyim tarzı ve manevi değerleri olan bir kültürdür” dedikten sonra sosyolog olan kadın ekledi “Ama, siyasete alet edilirse de bir afyon olduğu muhakkaktır”. “Değil mi ama?” diye tasdik etti adam “Lenin doğru söylemiş”. Sosyolog hemen düzelti: “O Marx. Lenin masum”. Bey utangaç utangaç gülümsedi ve “Size iyi dersler” diyerek oradan ayrıldı. Hemen arkasından öğretmenda dışarı çıktı. Döndüğünde başörtüsünün uçlarını ensesinden bağlamış ve boynu açıkta kalmıştı. Herkes şöyle bir ona bakınca açıklama ihtiyacı duydu: “Öff, havalar ısındı, terledim valla” dedi yerine oturdu. Sonra tekrar kalktı ve kadınlardan meydana gelen sınıfın için de başörtüsünü sol eliyle tuttuğu gibi başından sıyırdı. Saç kıllarını toparlayan siyah takkeyi de sağ eliyle çıkardı. Sosyolog olan Türküsel şaşkınlıkla onun kazınmış kırçıl ensesine ve başına bakakaldı. “Demek Mert beyin gitmesini bekliyordun başını açmak için” dedi bir ses. “Ne yapayım nikâh düşer” dedi öğretmen. “Aşk olsun, o bey evli” dedi diğeri. “Olsun” dedi kadın “belli mi olur?”, “Biz onun edebinden şüphe etmiyoruz. O bir ırz düşmanı değil ki” dedi resim hocası dayanamayıp. “Arkadaşlar, hadi resme devam edelim” dedi bir başkası. Bu ne perhizdi böyle, bu ne lahana turşusu? Herkes tekrar resmine ve kendi düşüncelerine gömüldü. Sosyolog, hem hangi renkle hangi rengi karıştıracağını palette araştırıyor, hem de seyrettiği halde katılmadığı bir 8 Mart geçidini hatırlamaktaydı. Yer Kuzey Avrupa, enlem 59 derece Kuzey, şehir Oslo saat 18.00, Cadde Karl Johans Gate idi. Bir ucunda saray vardı, diğer ucunda Parlamento. Hava soğuk ve zifiri karanlıktı. Sabah sekizde başlayan yedi buçuk saatlik kış mesaisi biteli iki buçuk saat olmuştu. Evinin olduğu Sofies Gate bu caddeye yakındı. Kuzeyli kadınlarla dayanışmasını göstermek için o da meydana gitti. Ellerinde “Altı saatlik iş günü”, “ Bir yıl yetmez iki yıllık ücretli doğum izni”, “babalara da doğum izni” gibi yazılar taşıyarak geçmeye başladılar. Yeni gelenler sürekli aralarında kendilerine bir yer bulup, yürüyüşe katılıyordu. Ya bir arkadaş, ya bir tanıdık, ya bir meslektaş, ya da o anda bir ortaklık duygusuyla “Hei” diyorlardı, kendisi hariç. Geçenler kendisine bakıyor, elleriyle çağırıp “Kom, kom da” diye onu da davet ediyordu. Ama kendini bu ülkede ve onların dünyasında yapayalnız hissediyordu ÜTürküsel tıpkı Munch gibi. İçi üşüyordu bu kadınlar gününde. Bırakın erkeklerle eşit olmayı, oranın kadınları tarafından bile çoğu kez yadırganmış, benimsenmemişti. Bir de kendisine, sanki kendisi farkında değilmiş gibi ülkesinde erkekler tarafından nasıl ezildiğini anlatmaları, kendi hastane acillerinde dövülmüş kadınları, su istimal edilen komşu çocuklarını görmediğini sanmaları, kadın toplantılarında ilericilik adına ellerine birer yün örgüsü almaları yok muydu? Nerede o canım yün eğirmeler, tığ, kanaviçe işleri, iğne oyaları, halı, kilim, çuval dokumalar, keçeler, yorgan yapmalar? Geldiği ülkenin özelliklerini ve kültürünü tanımak bir yana, tanımamakta direniyor, anlattıklarına inanmıyor, duymazlıktan, bilmezlikten geliyorlardı. Gazete ve TV haberlerindeki yanlı, üstünkörü ve ben merkezliydi. O “yabancı” karşıtı siyasal haberlerin ön yargısıyla kendisine yaklaşanlara, karşılaştıklarında yüz çeviren komşulara, içme alışkanlığı olmadığı için kendisini şeriatçı sananlara, “Demek sen Müslümansın” diye hor görenlere, içe kapanıklıktan doğru dürüst bir sohbet edemeyen, partilerde bir anda sarhoş olup, başka niyetlerle yaklaşanlara ne demeliydi? İşte bu 8 Mart’ta Munch gibi yapayalnızdı. Çığlığını duymuşlar mıydı, oraya gidip de yürüyüşe katılmamasını nasıl yorumlamışlardı acaba?

Kuruması için yaptığı tabloyu derslikte bırakıp resim kursundan çıktıktan sonra Meşedağ’ın tepesindeki çarşıya gitti. Burası Elmadağ’dan da yüksekti. Birkaç alışveriş yaptı akşam yemeği için. Oğlu Ödül balığı çok severdi. Kızı İdil ise sebze yemeklerine düşkündü. Oğlunun damak tadı alıştığı kuzeyin et, balık yoğun yemeklerinden, kızının ki ise Türkiye’nin sadeyağlı sebze yemeklerinden kaynaklanıyordu. Eşinin tercihi salata ve patates yemekleriydi. Hepsinin ortak beğendiği ise zeytinyağlı Türk yemekleri ve sütlü tatlılardı. Ancak mevsim meyveleri sofralarının ayrılmaz bir parçasıydı. Dışarı çıkınca, bu dağ başında her geceki yerini almış midye dolması satıcısını gördü. Bir sitede kapıcılık yapıyor, akşamları ise çarşının önünde su ürünleri satıyordu. Midyelerin Sinop ve Samsundan gelip, Ankara’da işlendiğini ve satıldığını anlattı. Kadınlar Günü yemeğinin akşam sofrasına güzel bir tat vereceğinden emindi. Eve geldi. Bu saatte daha kimse işten ve okuldan gelmemiş oldurdu. Ağır yükünü yere koydu. Zaman ayarlı ışık bir yanıp bir sönüyordu. Biraz hareket ediyor kendini gösteriyor sonra kapı deliğine anahtarını sokmaya çalışırken kapı kendiliğinden açıldı. İçerisi karanlıktı ama kızının elinde tuttuğu mumları yanan bir pastanın ışığında elinde gitar tutan kocasının ve kocaman bir çiçek buketi tutan oğlunu fark etti. Çok şükür evin dışında o gün ve geçmişte maruz kaldığı husumet son bulmuş, kadın olmanın mutluluğunu, özgürlüğünü ve yarattığı ailenin ona verdiği anneliğin ona verdiği güzelliği tekrar hissetmişti. Son İstanbul seyahatinde ise İstiklal Caddesi Deva Çıkmazındaki “Bindallı Sanat Evinde” ressam Adviye Bal’ın “Huma Kuşu Yükseklerden Seslenir” Sergisini beğeniyle gezmişti.

Bunları da sevebilirsiniz