Yazı, haber, gazetecilik konusunda pek bereketlidir memleket toprakları.
Merak etmez mi insan acaba var mıdır başka bir ülke, gazeteler, televizyonlar 24 saat içinde yeni, beklenmedik, gelişmeleri “ şok şok şok…” diye sunsun ?
Ceberrut bir iktidarla ayrışan, bölünen, gerilen ve yorulan bu ülkenin yurttaşı olmak kolay değil.
Can sıkıntısı, mutsuzluk, gerilim kara bir bulut gibi çöküyor insanın üstüne.
Nereye baksan, neye ele atsan sorun, sorun , sorun…
Dön dur sorunları irdele, değerlendir, yorumla, çözüm öner…
***
Bu cenderede yine de zaman zaman, “ne yazmalı, nasıl yazmalı” diye takılı kalıyor insan.
Çok değil şu kısa ömürde iyi ve güzel yaşamaktan öteye ne var?
Yaşamın güzelliği, hakkımız değil mi?
Anladınız işte, sıkıntılı bir durum !
Derken, parmaklarım bilgisayarın klavyesinde, aklıma,
Hemingway
’in sözü geldi:
“Yazmanın kuralı yoktur. Bazen kendiliğinden ve mükemmel bir şekilde geliverir; bazen bir kayayı matkapla delip patlatmaya benzer…”
Öyleyse, bakalım ne çıkacak?
***
Hemingway’den devam edeyim en iyisi, çocukluğumdan kalan,
“Yaşlı Adam ve
Deniz”
romanından.
Yaşama farklı bir dokunuştur çünkü; rüyalarıma giren, düşler kurduran…
Havana’nın batısında Cojimar köyündeki yaşlı balıkçı Santiago’nun, Meksika Körfezi açıklarında karşılaştığı devasa kılıçbalığıyla giriştiği amansız mücadeleyi çoçukluk döneminde okuduktan sonra ve bugün dönüp baktığımda ne kaldı bana?
Yenilginin
ve
ölümün
, en kaçınılmaz göründüğü anda bile, hayatın olağanüstü bir
başarıya
dönüşebildiği gerçeği mi?
Değil!
Ya ne?
Mücadele etmek,
direnmek
!
Ama daha da önemlisi ,
“yarattığı mucizenin
ardından kocaman bir hiçlikten ötesini kazanamayan Santiago’dur”
kalan aklımda.
Kazanmanın ve kaybedişin, bir arada,
muhteşem örgüsü
…
En önemlisi de yaşamı anlamlı kılan, yolculuk serüveni…
***
Sonra eski bir yazımı anımsadım bu meseleye dair, aktarayım:
“ İçimde farklı çağrışımlar…
Kitaplığa uzandım, ikinci raftaki
“Ustam
Rüzgâr
”a.
“Düş arkadaşlığını”
perçinleyen kitap;
“Düşler ülkesinden, denizler ülkesine
yolculuklara”
diye imzalı,
“doğum günü”
armağanı…
Richard Bode
’nin…
Farklı yolculuklara götürmüştür beni; mavi hikâyelere, şiirlere…
Denizi, yelkeni, dalgaları, yağmuru, ışıkları, tahta iskeleyi, dostluğu, özgürlüğü, tutkuyu, ayrı bir duyguyu…
Rüzgârı farklı hisseder oldum onunla, farklı gerçekler ve zamanlar keşfettim.
Sözlük anlamında,
“gerçek bir varış
noktası”,
olmadığını…
Karmaşanın üstünden, ancak elektronik devreli aygıtlarla başa çıkabilmeye inandırıldığımızı. ..
“Bilmek istediklerimizi”
, bize söyleyecek makinelere yüklediğimizi…
Ama bu yaklaşımın kimi zaman işe yaramanın dışında, büyük bir eksiklik taşıdığını, anlamsızlığını…
Ve geleceği engellemekle o kadar meşgulken, hiçbir zamanın
“şu an”
olmadığını…
Anladım…”
***