Kasım 2002 de AKP iktidar olduktan sonra ilk dönem- 2007 yılına kadar- reform ve devrim yapıyoruz diye ülkemizde ve yurt dışında aldatmadığı kesim bırakmadı. Ülkenin başta sol dönekleri, liberaller, solun bir kesim akıl daneleri olmak üzere ne kadar çıkar ve kariyer peşinde olanları varsa, bu söylemlere inanarak AKP ve O’nun lideri Erdoğan’a destek verdiler. AKP peşine takılan, kendilerine aydın ve entelektüel diyen bu kesim, gün yirmi dört saat medyayı kullanıp insanlarımızı şartlayarak aldattı. Oysa Erdoğan bu ilişkileri kurarken sadece koltuğunu sağlamlaştırmak, meşruiyet ve muktedirlik yolunda ilerlemek istiyordu. Bu oyun, AB’nin 2004 yılı sonunda ortaklığa katılım görüşmeleri kararını alınca doruğa çıktı. Ülkede iktidar mensupları ve demokrasi geliyor diye “mal bulmuş Mağribi” gibi sevinç çığlıkları atmaya başladı.
Bu karmaşa arasında adına atılım ve çalıştay dedikleri toplantılar yapılmaya başlandı. Alevi ve Roman çalıştayları demokrasi için gösteriye dönüştürülüyordu. Öyle ki; Diyarbakır’da milliyetçilik ayaklar altına alınarak “Kürt açılımları”na başlandı. Oslo Görüşmeleri, davullu zurnalı, “analar ağlamasın” iç yakan söylemleri, Habur ve son olarak da Dolmabahçe mutabakatı bunlara örnektir. Ama bunların hiç biri gerçek demokratik ve hukuk kuralları için değil, seçimlerde oy almak için gündeme getiriliyordu. Zira, tüm bu tür oluşumlar hep seçimler öncesi oluyordu. Hani derler ya; yalan da olsa söyle, hoşuma gidiyor. Oysa bu yapılanlar adım adım, aşama aşama faşizm yolunun taşlarını döşemekti. Ama ne yazık ki, dönemin bilgili ve akıllı geçinen sol görüş sahipleri bile gerçeği göremeyip algılayamıyor, kısaca, AKP’yi çözümleyemiyordu.
Tüm bu sosyal ve siyasal gelişmeleri yalanlarla uygularken diğer yandan da kendi sermayelerini oluşturuyor, bunun için de devlet hazinesini kullanıyorlardı. Zaman geçtikçe kazanılan bu sermaye ile yazılı ve görsel medyalar devlet gücü ile yandaşlara devrediliyordu. Böylece yalanlar, yirmi dört saat bazı kendilerine gazeteci diyenler tarafından halka süslü cümlelerle yutturuluyordu. Kısaca zehirin dışı şekerle kaplanarak insanlara sunuluyordu. Hem bu yutturma, gizli kapaklı değil, açıktan söylenerek yapılıyordu. Yine bu yutturmacalar, toplumun saygı duyduğu, kendilerine bilim ve siyaset adamı denilen kişiler tarafından yapılıyordu. Toplum bu şekilde şartlandırılırken Erdoğan Hükümeti de devlet kadrolarını Fettullah Gülen‘le paylaşarak , devletin Cumhuriyet’le birlikte oluşmuş kurumlarını işlevsiz hale getirmek için ellerinden geleni artlarına koymuyordu. Bu arada Cumhuriyet’in sıfırdan oluşturduğu ve halka kazandırdığı ne kadar üretim işletmeleri varsa, ya yandaşlara ya da yabancılara yok fiyatına peşkeş çekildi.
Tüm devlet gelirleri inşaat sektörüne yatırılarak milletin anasına küfür eden yandaş müteahhitler zengin edildi ve edilmeye devam ediyor. Üretmeyen tüketen, borçla yola devam eden ekonomi anlayışı ile Cumhuriyet Osmanlı’nın son zamanlarına benzetildi. Son elde kalan birkaç işletme de Varlık Fonu adı altında toplanarak yabancı sermayeye garanti olarak ipotek edilmeye başlandı. Nitekim yakınlarda Çaykur borç karşılığı Katar Şeyhine ipotek edildi.
Her geçen gün işsizlik arttı. Bu nedenle de yoksulluk toplumda kanser gibi yayılmaya başladı. Devletin yapmakla yükümlü olduğu sosyal yardımlar AKP değirmenine su taşır oldu. Böylece insanlar onursuzlaştırılarak devlete bir tür köle yapılmaya çalışıldı. Sefalet çoğaldıkça bataklık büyüdü ve sivrisinekler orta yerde gezer oldu. Ama iktidar için bunun hiç önemi yok. Zira siyaset çarkı dönüyor. İktidar lümpenliğin ve yoksulluğun çoğaldığı yerde faşizmin topluma kolay kabul ettirilebilirliğini çok iyi biliyor. Bu yöntemi uygulamakta da asla sakınca görmüyor. Aşama aşama hedefledikleri tek adamlık ve otoriter rejimi devletin Yüksek Seçim Kurulu yetkisi ile, 16-Nisan sonrası topluma dayattı. Anayasa değişiklikleri ve referandum bir koz olarak kullanılarak siyaset tek adamlık parti devletine dönüştürüldü.
2002 Kasım’ından sonraki itibar yavaş yavaş yitirildikçe, beraber yola çıkılanları tasfiye etmek de kaçınılmazdı. Nitekim Erdoğan tek adam olabilmek için koltuğa yerleştikten sonra kendisine destek verenleri teker teker siyaseten yok etti. Son aşamada ise, FETÖ darbe girişimi sonrası tüm gücü elinde toplayarak iş adamlarından subayına, işçisinden en küçük devlet memuruna kadar fetö ile damgalayarak cezaevlerine doldurdu. Bu darbe sayın Erdoğan için Allah’ın bir lütfu idi. Böylece Allah’ın kendisini koruduğunu ve önünün sonsuza dek açıldığını söylemek istiyordu. Nitekim hangi zorlama ve vaatlerle olduğunu bilemediğimiz bir şekilde MHP genel Başkanı Devlet Bahçeli durup dururken bir anda yeni bir Anayasa için AKP’ye destek vereceğini açıklayıverdi. Ve bu destekle Erdoğan ne yasa,ne tüzük dinler oldu.Önce Mecliste, sonra referandum sonucunda “Allah’ın lütfu”na sığınarak, yasa dışı sandık oyunlarıyla hayır oylarını evet’e çevirerek tek adamlığı elde etti. Zaten bu aşamaya gelene kadar parti için uyum sağlamadığı nedeni ile bir çok parti kurucusunu partisinden uzaklaştırdı. Tüm bu gelişmeler bize 1933 Almanya’sını hatırlatıyordu. Bir de buna AKP Gençlik Kolları örgütlenmesi yanında vurucu güç olarak kurdurduğu Anadolu Gençlik örgütlenmesini de göz önüne alırsak, 1933 Almanya hatırlanmasında ne kadar haklı olunduğu daha iyi anlaşılır.
Şimdi önümüzde 2023 programı duruyor. Şimdiye kadar yaptıklarına bakarak yapacaklarını söyleyip yazdığımızda “niyet okuyorsunuz” diyorlardı. Gerçekler su yüzüne çıktığında AKP daha da sertleşerek, özellikle medyada, yasa dışı uygulamaları savcı ve hakimler vasıtasıyla ülke gündemine oturttu. Her şey ve her söylem Cumhurbaşkanı’na ve devlete hakaret olarak görülerek tutuklamalar hızla arttırıldı. Çünkü, Sayın Cumhurbaşkanımız ayağının altında kum tanesi bile istemiyor. Elbette bunlar kendisi tarafından yapılmıyor. Mahkemeler ve bağımsız hakimler(!) yapıyorlar, kararlarına saygı(!) duymak gerekmektedir. Oysa ülkede sürekli iki yasa ile oynanmakta ve bu yasalar günün koşullarına göre şekillenmektedir. Bunlardan ilki ihale, ikincisi ise Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu yasasıdır. Bu yasa değişikliklerinin niçin yapıldığı düşündürücüdür.
Dış politika sıfır problem ile başlayarak sıfır dost konumuna indirgenmiştir. AB ile olan ilişkiler karşılıklı hakaret etmeye varmıştır. Dün ayaklarına halı serdikleri insanları bugün yok sayma gayretleri bu ülkeye hiçbir şey kazandırmayacaktır. Birkaç sene öncesine kadar kan kardeşi oldukları Suriye Devlet Başkanı Esad ile tatillerini ailece Bodrum otellerinde yapan Erdoğan, bugün en büyük düşman olarak yine O’nu görmektedir. Oysa Esad dün neyse bugün de odur. Değişeni Orta-Doğuyu Alevilerden kurtarıp Sünni iktidarlara devretmek isteyenlerde aramalıdır. Savaş, kan ve gözyaşı demektir. Bunu yaşamayanlar bilmez ve ateşin üzerine körükle giderler. Bir devlet için düşman yaratmak, toplumun huzur ve refahının önünde büyük engeldir. İşte bugün yaşadığımız da budur. Savaşa harcanan (mülteci sorunu ve silah) dolarlar halkın refahına harcansa idi, toplumda yoksulluk büyük ölçüde silinirdi. İç politikayı diri tutmak için, dış politika alet edilerek dört bir yanımız düşman ve terör örgütleri ile sardırılmış bulunuyor. Askeri strateji ordunun yüzde otuz beşi zayıat verirse o ordu savaş gücünü yitirir demektedir. Önce Ergenekon, Balyoz, Oda Tv ve sonra da FETÖ darbe girişimi ne yazık ki orduyu bu duruma getirmiş bulunmaktadır.İçeride savaş devam ederken dışarıda savaş açmak aklın,mantığın ve bilimin kabul edeceği bir anlayış değildir. Böyle davranış ancak bir ihtirasın ve ben duygusunun sonucudur. Bu açmazdan çıkmak, yeniden komşularla ve dostlarla bir arada yaşamanın tek yolu Mustafa Kemal’in “yurtta barış, dünyada barış” anlayışından geçmektedir.
AKP üç Y sloganı ile siyaset sahnesinde yer almıştı. YASAKLAR; yasakları kaldıracaklardı ama dünden bugüne artarak devam etmektedir. YOKSULLUK; İktidar olduklarında dört milyon olan yoksul sayısı on altı milyonu aşmış bulunmaktadır. YOLSUZLUK; Cumhuriyet tarihi boyunca yapılanları kat be kat artarak yolsuzluk yönetimin ayrılmaz bir parçası olmuştur. 17/25 Aralık en somut bilinen ve görünen örneğidir.
İktidar yasalarla yapmadıklarını el altından yandaşlarına ve örgütüne yaptırmaktadır. Daha ana okulundaki çocuklara Kuran ezberletip, baş bağlatıp İslami yaşam öğretmektedirler. Buna benzer daha bir çok uygulamalar geleceği okumamıza neden olmaktadır. İşte bu nedenle de 2023 de nelerin olacağını şimdiden görmekteyiz. Bize niyet okuyorsunuz demeyin. Tek dostlarımız Suudiler Ve Katar’lılar gibi İslami yaşamın dayatılacağını söylemek ne niyet okumak ne de kehanettir. Bugüne reform ve devrim yapıyoruz diye aşama aşama geldiniz. Son karşı devrimi de 2023 de devrim yapıyoruz diye dayatacaksınız. Ama sanmayın ki, Cumhuriyet sevdalıları boyun eğecektir. Emperyalizme direnerek kazanılan Cumhuriyet ve yaşam biçimi yine direnerek korunacaktır.