Sürdürülemezlik Teoremi ve Sorunlarımız…

Dağarcık Türkiye Yönetmenimiz Enis Musluoğlu, 2016 Karaburun Ütopyalar Toplantısı gündemini aşağıdaki cümlelerle duyurdu. Ben de bu doğrultuda tebliğimi hazırladım. Sunuyorum:


Enis dedi ki;


Tüm sürdürülemezliklerin kıyısında, başka türlüsü mümkün demek için … “Sürdürülebilir” gevezeliği ile, neredeyse bir derece artan küresel sıcaklık ve değiştirdiğimiz iklim,  sürdürülemez ölçüde tüketilen doğal kaynaklar, artan enerji kullanımı, katlanarak büyüyen dünya nüfusu,  dizginsiz tüketim ile sürdürülen ekonomik büyüme ve sürdürülemeyen kapitalizm ,süregelen savaşlarla sürdürülemeyen göç olguları, tarımsal kaynaklar ve alanların tüketimi ve kimyasala bağımlı, sürdürülemeyen tarım,toplumsal eşitsizliklerle sürdürülemeyen demokrasi, kuzey için sürdürülemeyen güney, gezegenin sınırlarını zorlamayı sürdüren insanoğlu…”

………………………


Bu kapsamda sunulan “Sürdürülemezlik Teoremi”ni içinde bulunduğumuz koşullara uygulamayabilmek için, benim ilgi alanım içinde olan Türkiye – Rusya, Türkiye – İsrail, Türkiye – Ermeni Sorunu, Türkiye – Kıbrıs Sorunu, Türkiye – Kürt Sorunu başlıklarına değinmemiz ve gerekli analizleri sunmamız gerek.


Türkiye – Rusya Sorunu’ndaki sürdürülemezlik, son karşılıklı yakınlaşma ile ilgi alanımız içinde bulunmayı sürdürüyor.

Türkiye – İsrail Sorunu’ndaki sürdürülemezlik de yine son yakınlaşmalar ile çok ilgi çekici bir evreye evrilmiş bulunmakta.


Türkiye – Kürt Sorunu konusundaki sürdürülemezlik, tarafımızca kuramsal ve pratik çerçevesine oturtulmuş, sürdürülebilir bir proje oluşturulmuş, ancak kamuoyuna sunulabilmesi için gerekli saha ve arşiv taramaları bitirilmemiş ve hukuki sorular açıkça belirginleşmemiş olduğu için genel yönetmenimizin de uyarısı ile daha ileriki bir döneme hem tebliğ hem de kitap yayını olarak sırasını beklemektedir.


Türkiye- Kıbrıs, Türkiye – Ermeni sorunu konularındaki sürdürülebilir çözümler bu tebliğimizin konusunu kapsamaktadır. Bunları aşağıda vereceğiz.


Ancak öncelikle ülkemizin içinde bulunduğu “Sürdürülemezlik Gerçeğini” birkaç cümle ile anlamadan yolumuza devam edemeyiz.


Söyle ki:


TÜRKİYE REJİMİ ARTIK SÜRDÜRÜLEMEZ…


Yine terör, yine ölüm ve kan. Yine gözyaşı ve acı…

  1. Ülkemizin güneydoğusundaki terör olayları ‘çözüm süreci’ gafletinden sonra kendi şehir ve kasabalarımıza yerleşti. Bir çok şehremiz ve kasabamız yerle bir. Binlerce ölü.. Yüzlerce şehit. Konkonç bir tablo

    B – Suriye’nin meşru yönetimini devirmek isteyen, kimin desteğiyle nasıl ortaya çıktığı hem bilinen, hem de sanki bilinmeyen, başta IŞİD olmak üzere muhtelif dinci kılıflı terör örgütleri şimdi büyük şehirlerimizde bombalı eylemlere başladılar. O terör örgütleri ki, ülkemiz sınırları içinde bürolar açıp, sosyal medya üzerinden tanıtımlar yaparak taraftar toplamalarına göz yumulan, askeri eğitim ve tedavilerinin Türkiye’de yapıldığı, bol bol silah ve teçhizat ile donatılan malum örgütlerdir.


Ancak, şu hususları net olarak görmez ve değerlendiremezsek sürdürülmekte olan terör mayalı vahşi sürecin devam etmesini maalesef önleyemeyeceğiz.

1- Artan ve yaygınlaşan terör süreci, 
‘Büyük Ortadoğu Projesi’ne uygun olarak ülkemizi istikrarsız bir Ortadoğu ülkesi haline getirmeyi ve sosyal, ekonomik ve siyasi yapımızı tümüyle bozmayı amaçlamaktadır.

2- Terörün arkasında Emperyalist devletlerin desteklediği gizli örgütler vardır. En büyük emperyalist devlet, A.B.D.’dir.

3- Ülkemizi terör bataklığına dönüştüren olayları önleyecek irade ve yeteneğe sahip iktidar iradesi ve saygın yöneticilerimiz yoktur. Bir kesimin amigoları vardır.


4- Terörden beslenen bir Dikta Rejimi kurma amacında bir süreci yaşamaktayız.


5- Sürüp giden süreci yöneten iktidar erki, sonradan terör örgütü olduğunu iddia edeceği F. cemaatiyle kol kola girerek aydınlarımızın, düşünürlerimizin, ordumuzun, yargının, polisin ve Milli İstihbarat Teşkilatının en elit, en kahraman kadrolarını sırf Atatürkçü oldukları için sahte, yalan, düzmece ithamlarla hapishanelere attı, ölüme ve yok olmaya sürükledi ve ulus-devlet saflarından ihraç etti.


6- Bu gün geldiğimiz noktada kısa aralarla peş peşe inanılmaz bombalı saldırılar, patlamalar, yüzlerce kayıp, hergün şehit haberleri, sınırlar delik deşik ve hala birbirleri ile didişen, Gülenci ve iktidar yanlısı kadrolar.. Ve ne yazık ki bu iktidara karşı iktidarsız bir parlamenter muhalefet… Yani, acil problemler karşısında sonuç almaktan çok uzakta bir güya demokratik süreç yaşanmaktadır.!

6- Ülkemizin geleceği açık ve ciddi tehditler altında iken sinsi niyetli yapay ‘Anayasa’ ve ‘Başkanlık’ tartışmalarıyla, kişisel hırs ve ikballeri öne alarak gündemi tıkayan yaklaşımlar ön plandadır.


Ancak, kendi hayal dünyalarının çağdışı hedefleri peşinde ısrarla sürüklenen ve halkımızın kutsal dini değerlerini araç yapmak suretiyle ele geçirdikleri devlet gücünü kendi çıkarları için kullanan yöneticilerin önceliği, kanunlar çıkararak kendilerinden hesap sorulacağı günleri uzaklaştırmaya çalışmaktır.


Ülkemizdeki “Temel Sürdürülemezlik” işte budur.


Önemli not: Atatürkçü Düşünce Derneği genel başkanı Tansel Çölaşan, ikili terör olaylarının Anayasa değişikliği ve başkanlık rejimini dayatma stratejisinin bir parçası olduğunu açıkladı. Böyle tek yönlü varsayım olur mu Tansel Hanım?… Bütün olup bitenler gerçekte, her zaman oluğu gibi, yeni bir askeri darbenin alt yapısı ise?.. Bu konuda da biz uyarman gerekmez mi?.. Geçelim.


Bu saptamalarımızın ardından ihtisas konumuz olan Kıbrıs ve Ermenistan konularındaki sürdürülemezlik gerçeğine ve sürdürülebilir çözümlere ışık tutalım.


KIBRIS MÜZAKERE SÜRECİNDE SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK…


KIBRIS’ta Rumların kuzeye geçerek Nestoryan Kilisesi’nde ayin düzenlemeleri ve Türklerin de güneye geçerek Hala Sultan Camiinde bayram namazı kılmaları, Atina’da Samaras – Davutoğlu görüşmesine ve şu andaki Kıbrıs Çöüm masasındaki Anastasiadis – Akıncı görüşmeleri insanın içini ferahlatsa da, Kıbrrıs’ta “ÇÖZÜM” veya “ADİL ORTAK DEVLET” müzakerelerine umut bağlamanın ve “gerçek barışı” özlemenin ne kadar uzak olduğunu görebiliyoruz…

Hele hele, ABD’nin ve AB’nin çözüm sürecinde ve “bölgede olduğu varsayılan muazzam doğalgaz ve petrol rezervlerinin ortak paylaşılması konusunda” ne kadar tarafgir (Rum yanlısı) olduğu apaçık izlenmekte. ABD, Rusya’nın Kırım’ı yutuvermesinin rövanşını Doğu Akdeniz’de almanın hesabı içinde neden olmasın ki?…

1974’teki faşist Nikos Sampson Darbesi’nin arkasındaki baş suçlunun, yani hem Yunanistan Cuntası’nı, hem de Sovyet yanlısı olarak gördüğü Makarios’a direnen Kıbrıs Rum faşistlerini doğrudan destekleyen ABD’nin, 40 yıl sonra iki halkı yeniden buluşturmak ve hatta Rumlar lehine birleştirmek için adil biçimde değil, nobran biçimde devreye girmesi (ve hayli etkin olması), çok düşündürücü ve ne yazık ki gerçek barış açısından pek ürperticidir.

58’lerde aniden devreye giren ABD’nin Karamanlis ve Menderes’e baskı uygulayarak, Enosis’çi ve Taksim’ci direnişleri kırarak, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kurdurabilmiş olması bir başarı sayılabilirdi, ancak bu paradigma 14 yıl zorlukla yaşayabildi ve sonunda 74 Darbesi ile yıkıldı. ABD bu süreçte “kumdan kaleyi yapan ve yıkan yaramaz çocuk” rolü oynamıştır.

Şimdi yine “yapanı oynamakta” hayli hevesli…

Üstelik şimdi tamamen “Rum yanlısı AB gibi” bir partneri de var.

Ama 65’lerden beri süre gelen yorgun müzakere sürecinin başarı şansı hiç te net değil. Her iki kesim de “ulusal hakikat belgelerini” öne sürmekte pek hevesli.. Bundan da asla vazgeçmeyeceklerdir.

Yine de, “şimdilik” iyimser olmakta fayda var.


Sonuçta Türk tarafı, 5 temel haktan vazgeçmemelidir:

  1. İki kesimlilik

  2. İki kurucu ve eşit devlet

  3. Türklerin ve Rumların her bakımdan eşitliği.

  4. İnsani konfederalizm

  5. Ada doğalgaz ve petrolünün adil paylaşılması

  6. Türkiye’nin tarihi garantörlük hakkının korunması


Türk tarafına yeniden yerleştirilmek istenen onbinlerce Rum’un yaratacağı inanılmaz sorunlar ve yerleşik Türklerin (sonradan adaya yerleşenler) geri gönderilmek istenmesi de, çözülmesi son derece zor sorunlardır.)

Hiç unutulmaması gereken husus şudur ki, Türk tarafı 1974’den beri insani bir federalizmden yana olmuştur. Rum tarafının “Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti” tezinin ise, direkt veya dolaylı olarak Yunanistan’la birleşmek (Hellenizm’in gereği) olduğu da hiç unutulmamalıdır. Çünkü Kıbrıs’ta ve Yunanistan’da EOKA ruhu hiçbir zaman ölmez… 74 Nikos Sampson Darbesi, bunun en çarpıcı belgesidir.

Bu bakımdan Türk kesimi son derece uyanık, donanımlı ve dersine iyi çalışmış bir durumda olmalıdır. Türk kesiminde oluşabilecek bir “ideolojik ikilik”, yalnız ve yalnız Emperyalizm’e ve Helenizm’e yarar; bu ikilik yolunu deneyecekler, sonunda son derece vahim ve geri dönülmez bir “ulusal facia” ile karşılaşabilirler.

Yine de…

İyimserce olaya yaklaşmakta şimdilik sayısız fayda var…

Yani, müzakereler sürmeli…


Özetle…

Kıbrıs Türk halkını, yeniden Emperyalizm’e (veya Hellenizm’e) teslim etmeden…

Emperyalizm ile müzakere ederek…

Kıbrıs Türkü’nün geleceğini garanti alarak…

Türk-Yunan barışını daha sağlam temellere oturtarak…

Petrol ve doğaz gaz rantının adil biçimde bölüşülmesini sağlayarak…

Doğu Akdeniz’de bir “barış adası” yaratmaktan başka çare yok gibi…

Bu da adil bir federasyondur…

Ve, 1974’ten beri Türk tarafının temel tezidir.


Ancak…

Ancak, Kıbrıs Sorunu’nda “gerçek çözüm” için tarihi gerçekleri hiç unutmamak gerekmektedir. Bu tarihi gerçekler “acı gerçekler” olsa da, geleceği huzur ve barış içinde kurmak için bu acı gerçeklerden ders çıkarmak zorundayız. Yoksa yine iki toplum birbirinin boğazına sarılır, yine Türkler bir yok olma sürecine girerler, yine Türkiye ve Yunanistan arasındaki “it dalaşı” sonsuza kadar sürer.


Temkinli mantık ne düşünür?…

Bu gelişmeleri kaydedelim. Demek ki müzakereler konusunda, hemen kayda geçirilmesi elzem olan acil hususlar şunlardır, ki bu hususlar, Kıbrıs’ta Türk varlığının günün birinde yeniden tehlikeye düşmesini istemeyen temkinli, şüpheci ve tecrübeli bir mantık tarafından ileri sürülebilir:


  1. Plan bir Amerikan Planı’dır…


  1. BM ve AB ile Yunanistan tarafından apaçık desteklenmektedir.


  1. Kıbrıs Rum tarafının, tüm adayı kuşatacak şekilde Amerikan şirketleri ve İsrail ile başlattıkları ve muazzam petrol ve gaz yataklarına uzanan sondaj faaliyetleri, petrol ve gaza ulaştıktan sonra dünyaya açılmak için (nakliye için) Türkiye ana karasının imkanlarına ihtiyaç duyulmaktadır. Bu bakımdan petrol ve gazın getireceği rantın, başta Amerikan petrol şirketleri, Kıbrıs’ın Türk ve Rum tarafları, Yunanistan, İsrail ve Türkiye arasında pay edileceği anlaşılmaktadır. İşin içinde ve yönetiminde Emperyalizm’in olduğu açık ve nettir.


  1. Türkiye’nin garantörlük hakkı ortadan kalkmakta /mı/dır?


  1. Yunan-Rum tarafı, Kıbrıs’ta Türklerin aleyhine olacak her minik ilerlemeyi Helenizm’in zaferi olarak algılamaktadır. Şovenizmin esiri olmuş Rum politikacılarının, 1974 Türk Harekatının halk üzerindeki acı hatıralarını kaşımaları (hem sol hem sağ politikacılar için) çocuk oyuncağıdır. Bu bakımdan bağnaz kilisenin de tahriki ile geçmişte defalarca olduğu gibi Kıbrıs Türk toplumunu kuşatma ve yok olma sürecine sokacak girişimler nasıl engellenecektir? Bir daha Makarios, Grivas, Nikos Sampson gibi sembollerin ortaya çıkamamasının garantisi nedir?


  1. Türkiye’nin Kıbrıs’taki 25 bin kişilik askeri gücü adadan çekilince, Kıbrıs Türk tarafını kim koruyacak ve kollayacaktır?


  1. İngiltere, adadaki üslerine dayanarak çıkarılacak petrol ve doğal gazdan şimdiden pay istemeye kalktığına göre, Türkiye’nin ve Kıbrıs Türk tarafının bulunacağı hesaplanan muazzam doğal kaynaklardan hangi oranda pay alacağı nasıl hesaplanacaktır?…


Bu bakımdan Kıbrıs Sorunu, müzakereler başlamasına rağmen bir düğüm olarak Doğu Akdeniz’de “tarihi karizmasını” korumaktadır diyebiliriz.


Olaya iyimser bakmaya çalışacak olursak, iyi niyetinden şüphe duyamayacağımız, üstelik Kıbrıs konusunda emek harcamış düşünce adamlarının yorumlarına kulak vermeliyiz kanaatindeyim. Sürdürülemezlik, mutlaka sürüdürülebilir bir ortak Kıbrıs Cumhuriyeti’ne dönüştürülmeledir.


Ama hiç unutmayalım. Kıbrıs’ın güneyinde EOKA ve Albay Grivas ruhu ölmemiştir, dimdik ayaktadır.


ERMENİ SORUNU ARTIK SÜRDÜRÜLEMEZ


Almanya, Ermeni Soykırımı’nı kabul etti.

Sorun şu;

Ermeni Dünyası, Türkiye’den 4T (Terör, Tanıma, Tazminat, Top­rak) istiyor.


ASALA terör dalgasının şimdilik geçtiğini, geride kaldığını varsaya­lım.


Bu durumda önümüzde ÜÇ YOL vardır:

1- Ermeni Dünyası ile Türk Dünyası’nın yıllarca, yüzyıllarca sü­recek bir zıtlaşma, tartışma, kapışma yolu… Bu yolu elimle itiyo­rum…

2- Bu zıtlaşmanın günün birinde yeniden teröre, giderek savaş­lara yol açması… Şiddetle red ediyorum… Kim kazanırsa kazansın iki halka da yazık olur…

3- Uzlaşma / barışma / barış yolu… (En zor yol)

Üçüncü yol, uzlama yolu için yolumuza devam ediyoruz. Bu yol boyunca gerçeklerden sapmadan bize katkısı olacak kim varsa başımızın tacıdır.


İkinci T üzerinde duralım önce…

Yani, Ermeni Soykırımı’nı Tanıma konusundan işe başlaya­lım.

İlk sözüm şu; Ben 1915 Techiri’ni, Büyük Felaket’ini veya soy-kırı­mını tanıyorum. Ama bir Arjantinli veya İsviçreli gibi tanıyo­rum. Yani dünya halklarının örselenmiş bir halka karşı duy­duğu acıma ve saygı duygusunun aynısını duyuyorum. Ama hiç­bir suçluluk duygusu da duymuyorum, tıpkı Arjantinli veya İsviç­reli gibi…

Çünkü 1915 olayının suçlusu, nüfus kağıdını taşıdığım Tür­kiye Cumhuriyeti değildir.. Bu suç, Osmanlı İmparatorluğu’nun Alman Genel Kurmayı projesi doğrultusunda uyguladığı bir suç­tur. Ben Osmanlı Devleti değilim. Osmanlı Devleti yıkılırken için­den 17 yeni ulus-devlet fışkırdı, ben onlardan yalnızca biriyim. Osmanlı mirasını Lozan’da, Atatürk’ün söylev ve demeçlerinde, uyguladığım modern çağdaş devrim sıçramalarında ret etmişim. Osmanlı’nın yayılmacı siyasetlerini, hanedanını, satılmış aristok-rasi­sini, hilafetini, gerici geleneklerini ve kurumlarını, he­men her şeyini, yazısını, kılık kiyafetini, hukukunu, adedini, hep­sini çöpe atmışım (kim Osmanlı’nın devamıyım diyorsa hayal görü­yor, ya da akıllı bir paranoya içindedir; günümüzde TC’nin Mısır, Irak, Suriye’de çökmüş politikaları Neo – Osmanlıcılığın perişan biçim-de yerlerde sürüklendiğini ispatlıyor). Bu yüzden kişisel olarak Ermeni Soykırımı tanıyorum. Efendim, soykırımı bir devlet değil, Türk milleti yaptı denirse bu iddianın da alnını karışlıyo­rum, çünkü aynı olaylarda inanılmaz sayıda Türk milleti mensubu da Ermeni örgütleri tarafından (Ermeni milleti tarafın­dan değil) öldürüldü. Ben, benim çocuklarım, benim torunlarım, torunları-mın torunları bu suçla hiçbir şekilde alakalı değildir! Er­meni Soykırımı’nı inkar etmiyorum, ret ediyorum; eğer benimle ve TC ile ilintili sunuluyorsa… Üstelik Ermeni Soykırımı, eğer varsa kınıyorum, soykırım olarak tanıyorum.


Gelelim üçüncü T konusuna… Tazminata…

İşlemediğim bir suç için tek kuruş tazminat ödemem.

Zafen fakir bir milletim..

Anam ağlıyor işsizlik, açlık ve eziyetten.

Ama üçüncü T’yi, dördüncü T parantezi içine taşıyabiliriz.


Yani Toprak konusuna…

Türkiye, Ermenilere toprak mı verecek yani?

Neden olmasın?

Ağrı Dağı’ndan (Ararat) işe koyulalım…

Önce Ağrı’yı biraz anlatalım.. Türkiye’nin en yüksek noktası olan volkanik Ağrı Dağı, Ermenice Ararat ve Masis, Kuh-i Nuh, Cebel ül Haris, Selçuklular döneminde Eğri Dağ diye isimlendiril-miş­tir. 5.137 rakımlık zirvesi, 4 mevsim boyunca erime­yen kar ve buzul ile kaplıdır.. Türkiye’nin doğu ucunda, İran’ın 16 km batısında ve Ermenistan’ın 32 km güneyindedir. Dağın % 65’lik bir kesimi Iğdır ilinde, kalan % 35’lik kesimi ise Ağrı ili sınırları içerisindedir.

Dağın, Büyük Tufan’dan sonra Nuh’un gemisine ev sahipliği yaptığı efsanevi bir rivayettir. Güya Eski Ahit’teki Tekvin bölü­münde anlatılan Nuh’un gemisi bu dağda karaya oturmuştur. Kuranı Kerim ise Nuh’un gemisinin “Cudi’ye oturduğu” anlatır. Marko Polo’nun hiçbir zaman çıkılamayacak dediği dağa, ilk kez 9 Ekim 1829’da Prof. Fraderik Von Parat tırmandı.. Güney yüzünden yapılan tırmanışlar (Türkiye yönü) “klasik rota” olarak nitelendiri­lir ve Ağrı’nın Doğubayazıt ilçesinden başlar. Iğdır yönünden gerçek­leştirilen kuzey rotaları (Ermenistan yönü) ise daha teknik buzul tırmanışlarını içerir.

Devam ediyoruz.

Bu dağ, Ermeniler için kutsal mı?… Ermenistan bayrağında Ağrı Dağı sembolize mi edilmiş?… Ermenistan Anayasasında kaybe­dilmiş topraklar geri alınacak denilirken, başta Ağrı Dağı mı kastediliyor?

Hay hay…

Ağrı Dağı’ndan işe başlayalım.

Ağrı Dağı’nı ortaklaşa bir barış ve ekonomi bölgesi haline getire­lim. Yarı yarıya… Ermenistan’a bakan tarafı Ermeniler için manevi açıdan kazanılmış, Türkiye’ye bakan tarafı Türkler açısın­dan ekonomik olarak kazanılmış birer dağ parçası olsun. Tekrar ediyorum… Yarı yarıya… Toprak işgali ve sınır değiştirilmesi yok. O dağa kondurulacak muazzam bir otel, termal, kayak, eğlence, dinlence tesisinin işletmesi ortak, kazancı yarı yarıya paylaşılacak. Dağın Ermenistan tarafından Ermeniler, bu tesise ellerini kollarını sallaya sallaya sanki kendi topraklarıymış gibi gelecekler, çevre­sinde piknik yapacaklar, alışveriş yapacaklar, turistik tesis kuracak­lar, öte tarafından ise TC vatandaşları… Yol trafik tabela­ları Ermenice-Türkçe yazılabilir. Yol boyunca benzin istasyonlarını Ermeni vatandaşlar çalıştırabilir. Bu muazzam uluslararası tesisi ABD, Fransa, Dünya Bankası, IMF, uluslararası finans kuruluşları finanse edecek. Koordinasyon, Ermeni diasporasının aklı başında komitelerine verilebilir. Ermenistan ve Türkiye bu ekonomik girişi­min garantör ülkeleri olurlar. Birleşmiş Milletler (BM) sembo­lik olarak Barış Gücünü bu dağın korunması için tahsis edebilir. Uluslararası Hukuk, tüm fotoğrafı kayıt altına alır ve değişmez hükümlerle karara bağlar; Türkiye bunu onaylar, Ermenistan bunu onaylar, BM bunu onaylar, ABD onaylar, NATO onaylar, Rusya Federasyonu onaylar. (Bazı Ermenisever aydınlar Fransa’da yap-tık­ları ortak açıklamada Ağrı Dağı’nın serbest bölge olmasını istemişlerdi; kupkuru, bomboş serbest bölge ne işe yarayacak?.. Bu bölgenin içinin ekonomik olarak doldurulması gerek)


Böylece üçüncü T, dördüncü T’nin içinde yoluna devam etmiş olur. Yani Ermenistan sanki manevi açıdan toprak kazanmış gibi olur, cebine para girer, Türkiye bu barış girişimine öncü olduğu için diplomatik olarak yıldızı parlar, tesisin getirisinden TC de kazanır. İki halk ve iki devlet birbirine yaklaşır, kucaklaşır, öpüşür.

Türkiye Ermenileri’ne bu yolda büyük görev düşer. Ermeni Dias­porasının ikna edilmesinde öncü oldukları için TC’nin en mute­ber gayrimüslim azınlıklarından biri olarak tarihe geçerler. Her türlü istekleri, vakıf sorunları, cemaat sıkıntıları halledilir. Evlatları Hrant Dink için her türlü onurlandırma, anma, değerlendi­rilme TC devleti tarafından gerçekleştirilir (Dink Sui­kastı suçlularının en ucuna kadar gidilip cezalandırılmalarından sonra)

Acı ve gözyaşı unutulur.

Türkiye ve Ermenistan, bundan sonra yeni ortak ekonomik giri­şimler için yeni projelerde bir araya gelmeye başlarlar.

Türkiye – Ermenistan sınırı sonsuza kadar açılır.


Ben ne siyasi bir kişiyim, ne diplomatım, ne de Ermeni – Türk ça­tışmasından beslenen bir uluslararası profilim. Yalnızca bir bire­yim. Aklıma barış / barışma için bundan başka anlamlı yol gel­medi.. Ya sonsuza kadar didişeceğiz, ya da bu sorunu “Gordiyom” Düğümü gibi çözeceğiz. Bunun uluslararası hukuki boyutu ne olur, onu da bu ülkede hukuktan emek yiyen binlerce akademis­yen hukukçu çözsün.

Peki, Ermenistan – Azerbaycan Sorunu ne olur?

Böyle bir girişim, bu ikinci dev sorunun çözümü için de belki bir ışık olur…

Yani bu kez Karabağ için aynı formül gündeme gelebilir. Kara­bağ ortadan ikiye ayrılır, yarısı Ermenistan’a yarısı Azerbay­can’a, tam ortasına muhteşem ortak turistik tesisler yapılabilir ve ortak işletilir. Hem Ermeniler hem Azeriler savaşmadan toprak kazanmış ama aynı zamanda kardeşçe bölüşmüş olurlar. (İlerde Filistin devleti resmen kurulunca Kudüs te bölünmeyecek mi?… Yahudi ve Arap diye… Bölüşmekten başka çare yok mu?… Yok.)

Frenkler böyle çözümlere Win-Win (Kazan – Kazan) diyorlar, o şeytani zekalarıyla… Pek de haksız değiller…

Ancak, Ermenistan – Azerbaycan Sorunu için gerçek çözüm ad­reslerinin ABD ve Rusya olduğunun da altını çizelim.

Üstelik Putin ile TC’nin, Batı (AB) yanlısı Bulgaristan’ı bypass eden “Yeni Güney Mavi Akım” sebebiyle yakınlaşmaları ve Erdo­ğan-Putin Ankara buluşmasının Batı’ya karşı bir gövde gösterisi halinde geçmesi (Yani Rusya’nın gizli bir partner olarak TC’nin omuzbaşına yerleşmesi) Ermeni sorunumuz için de hayırlı ve ge­niş ufuklu bir ortama hepimizi yönlendirebilir.

Yaşa Putin” demek zorundayım…

Tekrar ediyorum.

Ermeni Soykırımı’nı kabul ediyorum.

Ancak Türkiye’nin veya Türklerin sorumlu olduğunu inkar de­ğil, ret ediyorum.

(Çünkü inkar, yapılmış bir şeyi kabul etmemektir!)

Suçlu ben değilim.

Tazminat – mazminat yok.

Ortak ekonomik yatırım var.

Ağrı Dağı sembolik olarak ikiye bölünüyor. Manevi açıdan…

Kazanç ise bölüşülecek.

Tek sorun var…

Ağrı belediye seçimlerini PKK yanlısı Kürt partisi kazandı.

Yani çözümde PKK faktörü de var, çünkü Ağrı Dağı PKK’ya göre özerk veya bağımsız Kürdistan haritasının içinde yer alıyor.

Yani Ermeniler ile Türkleri barıştıralım derken, bu birbirine so­ğuk ve kinli iki halkın arasına “silahlı ve kanlı bir başka etnik örgüt” te yer almak için öne fırlayacaktır. Bayağı zor bir iş…

Biz Ermeniler ile Türkler arasında bu barışma / barış yolu için, tarihin pozitif yorumlarına yaslanarak teorik anlamda emek harcayalım… İnsanlık görevimizi yapalım.

PKK işini de, Ermeni ve Türkiye halkının aklı başında politikacı­ları ile ABD ve Rusya’nın aklı başında devlet adamları, istihbaratçı ve jeostratejistleri düşünsün…

1915 olaylarında coğrafi alanda katliamı veya soykırımı yapan reel kişilerin, gurupların da Kürt aşiretleri ve çeteleri olduğunu hiç unutmadan ve her ortamda tekrarlayarak… (Kürt düşmanlığı yapmadan, reel tarihi açıklamak amacından sapmadan)

Bu satırlar bu amaçla yazıldı…

Samimi ve naif amacından başka amacı yoktur.

Eğer vakit geçirmeden iki halk olarak kollarımızı sıvayamaz isek bu gidişin sonu yine savaştır, yine katliamlardır, yine boğazlaş­malardır… Emperyalizme teslim olmaktır.

İki halk bunlara layık mı?…

Daha birkaç gün önceki haberi okurken içimiz ürpermiyor mu?


TÜRKİYE’DEN RESMEN 6 VİLAYET İSTEDİLER

Tarih 31 Ekim 2014 … Gazetelerden…

Ermeni Taşnak Partisi (Ermenistan Devrimci Federasyonu), sözde Ermeni Soykırımı’nın 100. yıldönümünün arifesinde ABD’nin Montebello şehrinde yaptıkları toplantıda Türkiye’den toprak talebinde bulundu. Parti, geçmişten bugüne gelen problemle­rin Van, Bitlis, Erzurum, Trabzon, Kars ve Ardahan’ın Ermenistan’ın yeniden yapılandırılması sürecinde Ermenistan’a verilmesiyle çözülebileceğini belirtti. Taşnak Partisi’nin Batı Ame­rika Bürosu, 49. Bölgesel Kongre’de, kendi taleplerine dair organizas­yon şema-sını tanımlayan beyanı oybirliğiyle kabul etti.

Yayımlanan beyanda şu ifadelere yer verildi: “Ermeni Ulusu’nun bölgesel mülki haklarının iadesi, Birleşik Devletler Başkanı Woodrow Wilson’ın 22 Kasım 1920’de aldığı nihai ve bağla­yıcı Tahkim Kararına dayanarak uluslararası sınırların yeni­den çizil-mesini; Ermenistan Cumhuriyeti’nin Van, Bitlis, Erzurum ve Trabzon illeri ve bölgeleri ile yeniden birleşmesi ve bu şekilde Karadeniz’e kısıtlanmadan erişimi sağlayabilmesini, bunun yanın-da İlk(Birinci) Bağımsız Ermenistan Cumhuriyeti’nin sınırları içinde yer alan Kars ve Ardahan illerinin de, Ararat (Ağrı) Dağı’nın ve çevresindeki bölgelerin de iade edilmesini içermekte­dir.”

Ermeni Ulusu”nun yeniden yapılandırılmasının Nahçıvan’ı da içerdiğini belirttikleri beyanda, Türkiye Cumhuriyeti’nin sözde Ermeni Soykırımı’nı “tam ve eksiksiz kabul etmesine ve sonuçla­rını ulusal eğitim sisteminin bir parçası” olarak benimsemesi tale­bine de yer verildi. Kürt milliyetçi Partisi BDP’nin (PKK) de des-teklen­diği ifade edildi.

Taşnak şunu demek istiyor:

Altı vilayetimiz, Ağrı Dağı ile birlikte, topraklarının üzerin­deki tüm değerleri ve insanlarıyla birlikte Ermenistan’a verile­cek…

Böylece Wilson’un emperyalist ilkeleri gerçekleşmiş olacak.

Soykırım yaptığımızı kabul edeceğiz ve bunu Milli Eğitim ders proğramlarında işleyeceğiz.

Ermenistan, Nahçıvan özerk bölgesini de yutacak…

Bu arada, orada bir yerlerde “Bağımsız Kürdistan” da kurul­muş olacaktır.

Bu bakımdan PKK’nın legal örgütü olan Kürt Milliyetçiliği Par­tisi HDP = KCK ile tam bir işbirliği ve kader birliği yapılacaktır.

Taşnak açıklamasından çıkan net mesajlar bunlar…

Bunlar barış şartları değil tam tersine savaş şartlarıdır…

Yani, birilerinin (Şoven Politik Kümeler + Batı Emperyalizmi) ta­rihi hülyaları için daha çok pek çoook fakir fukara kanı akıtıla-cak­tır demektir…

Önümüzdeki dönem, bu çatışmanın kızıştığı süreci kapsayacaktır…

Barışın daima savaştan iyi olduğuna kalben inanarak, biz yolu­muza devam edelim…

Ağrı Dağı’nı ortak bir ekonomik fayda alanı haline getirelim der­ken, bizi naif (çocuksu) veya avanak hatta vatan haini olarak göreceklerin bulunacağına inanıyoruz… Ermenilere toprak verdin diye (hayatımız boyunca vatanımız için karşılıksız çaba harcamış olsak bile) vatan haini olarak ilan edileceğimizi de biliyoruz.

Ama savaş olacağına…

Sürekli kavga olacağına…

Çocuklarımız birbirine yüzyıllarca kin duyacağına…

Ortak ekonomik getiri çevresinde buluşmak daha insancı ve ger­çekçi değil midir?

Tanrı da böyle istemez mi acaba?…

Ne dersiniz?…

Ermeni Sorunu’nda sürdürülemezlik, sürdürülebilir bir barışa dönüşebilir, hem de çok kolay…

Biraz düşünelim.

Ön yargılarımızdan sıyrılarak…

Bize yol gösteren simgeler, Hrant Dink ile ASALA terörünü protesto etmek için Taksim Meydanı’nda kendini yakan Ermeni vatandaşımız Artin Penik olmalıdır.

Bunları da sevebilirsiniz