Osmanlı Tarihi ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -XVIII-

Annales Okulu bakışı, Dünya Sistemi kuramı, Büyük Tarih yaklaşımı, Kliodinamik (matematiksel) Tarih modeli gibi bu dizinin daha önceki bölümlerinde sözünü ettiğim 20. yüzyılda tarih anlayışına getirilen çeşitli entegratif görüşlerin izdüşümüyle Osmanlı tarihine holistik perspektiften bakılırsa herhalde şimdiye dek pek rağbet edilmemiş bir tarzda konu özsel olarak ele alınmış olacaktır.

Ama ilkin bir hususu açıklığa kavuşturmak gerekir.

Çeşitlenmiş bir belge kültürü olan Batı tarihinden farklı olarak Osmanlı’nın geçmişini esas alan tarih biliminde ağırlıklı olarak halen bugün dahi en çok başvurulan kaynaklar vakayinameler, yani kronikler veya diğer bir deyişle de anallardır.

Bunlar, tarihsel olayları kronolojik (takvim akışlı) olarak vaka-ı nüvis tarafından kayda geçirilmiş, yazanın pek çok öznel görüş ve yorumunu da içeren olay bilgisel kayıtlar şeklinde öznelliğe sahip yazılı belgelerdir. Bundan dolayı Osmanlı tarihi, bilimsel niteliği daha ağır basan Batı tarihine kıyasla halen nesnelliğe daha az ulaşmış bir disiplin görünümü sunmaktadır.

Bu bağlamdaki kendine özgülüğünden dolayı da, geçmişi ele alan sosyal bir disiplin olan genel tarih bilimi için bazı paradigmik ilkelerin ortaya çıkmasına olanak verebilecek bir karaktere de sahiptir. Diğer bir deyişle, Osmanlı tarihi’nin bu embriyonik niş disiplin özelliği nedeni ile tümdengelimsel çıkarımlara uygundur. Bu niteliği “yüksek kuramsal” bir zeminden konuya bakan bir yaklaşım bağlamında ele alındığında tarih geneli için yeni ve anlamlı bazı temel ilkeleri, yani paradigmaları bulgulama olanağı yaratır. Bu yazı dizisinin alçak gönüllü çabası bu yöndedir.

***

Osmanlı’nın, bir imparatorluk olarak olgunluğa ulaştığı dönemde artık “Eski Dünya” nüfus yoğunluğu ve keşfedilmemiş karasal alan varlığı bakımından doğal sınırlarına ulaşmıştı. Bu doğrultuda “Eski Dünya” olan Afro-Avrasya’nın Avrupa ve Avrasya coğrafyasındaki Batılılar Osmanlı’dan farklı olarak Ortaçağ sonunda artık deniz aşırı arazi arayışları ve “Yeni Dünya”nın keşifleri ile meşgul oluyorlardı.

Oysa Osmanlı bu dönemde, böyle bir dünya düzenine olanak vermek yerine hala klasik askeri bir imparatorluk anlayışı ile ganimet peşinde olarak kültüre edilmiş coğrafyaların fetihleriyle yetinmek gibi hatalı bir jeo-strateji benimsemişlik içindeydi. Modern tarzda kültüre edilmemiş coğrafya’nın keşfine yönelmiş büyük güçler. İspanyol örneğinde olduğundaki istisnai durumlar dışında bu işi giderekten ganimet elde etmek yerine mali ve sınaî üretim için gereken doğal kaynak ve zenginliğin elde edilmesi veya bunların denetimi yönünde gereken ekonomik hedeflerle hareket ediyorlardı.

Böylece “Büyük Modern Güçler” ekonomide üretimsel ana etmenler olan toprak, emek ve sermaye üçlüsündeki başatlığın topraktan sermayeye geçişi ile kapitalist üretimin başlamasına olanak vererek tükenmekte olan yeryüzü “sonlu” coğrafyası’na bağlı kalmaktan kurtulmaya başlamışlardı. Böylece modern dünya, “kısıtlı toprak etmeni yerine insan yaratısı “kısıtlı olmayansermaye etmenini temel üretici güç olan emek etmenini kontrol altına almakta kullanarak kapitalist dizgeyi oluşturmayı başlatmıştır.

Bu kapsamda, Avrupai feodal düzen, zamanın ruhuna uygun jeo-ekonomik bir dönüşüm gerçekleştirirken Osmanlı’nın kendine özgü arazi kullanım düzeni olan ATÜT (*), beyt-ül malın (**) ülkesinin modern bir dönüşüm yaparak kapitalist yapıya geçişini engellemiştir.

Çünkü beyt-ül mal, tımar beyliklerinin sayısının hızla artmasına koşut olarak mülki yoğunlaşma yerine artan parçalanma olgusuna verdiği olanak nedeni ile giderek küçülüp verimsizleşen araziden gelip zamanla azalan zirai Öşür (***) gelirine mahkûm kalmıştır. Bu durum açıktır ki Osmanlı ülkesinde sermaye birikim sürecini engelleyen esas ekonomi-politik olgular içinde en başta gelendir.

Bugün hala yurt çapındaki sermaye birikim oranının nesnel olarak tespitinin yapıldığı planlı kalkınma dönemlerinin başladığı 1960’lardan bu yana ortalama olarak yüzde on düzeyinde seyrediyor olması yüzyıllardır süregelip “gelenekselleşmiş” bu düşük sermayeleşme olgusunun sürdüğünü göstermektedir. Esasen bu düşük birikim olgusunun köken olarak dinsel mahiyetli olarak eldeki tasarrufu ötekine aktarma olarak bilinen “zekat” bazlı tutumdan kaynak almış olan yüzde onluk geleneğin muhtemel bir sonucudur.

Ayrıca şu noktayı da ekonomi tarihsellik açısından belirtmeden geçmek istemiyorum.

Protestan Hiristiyan coğrafyada çoğu Yahudi kökenli olan banker kesiminin baskısı ile borç verme işinden kar payı almak yerine faiz uygulamasına geçilmiş olması sermaye “temerküzü”nü hızlandırmıştır. Böylece öşür (onda birlik) vergi geliri düzenli olarak sürmüş olsaydı bile, Osmanlı’nın, modern Batı’da, mudi ve bankerlerin aldığı ilave bir o kadar onda bir finans kapital payı ile oluşan toplam beşte birlik ülkesel sermaye birikimi sonucu atağa kalkmış olan bu ülkelerdeki ekonomik modernleşme hızına ulaşması gene de mümkün olmayacaktı.

Buradan entegratif genel (holistik) tarih için çıkarılacak paradigmik ilke, tarihsel gelişmenin uzun erimli sürecinde askeri jeo-stratejiye dayalı düzene karşılık ekonomik jeo-startejiye dayalı düzenin daima üstünlük sağlayacağı yönündeki formülasyondur (****).

_________________

(*) Asya Tipi Üretim Tarzı, tımar sistemi düzenini altyapısal bakıştan ele alan maddeci ekonomi-politik disiplinindeki adı.

(**) Kendine has bir vergi gelir sistemine sahip olan Osmanlı hazinesi için eskiden kullanılan ad.

(***) Ondalık, yani onda bir veya diğer bir deyişle yüzde on anlamına gelen İslami zekat geleneği kökenli Osmanlı’da kullanılan Arapça bir terim

(****) Devam edecek.

Bunları da sevebilirsiniz