Evvel zaman içinde kalbur zaman içinde Odatv diye bir Internet sitesinin başına neler geldi neler, medya annesinin beşiğini tıngır mıngır sallarken…
Odatv’de
‘Zir Vadisi’ başlıklı bir video haber yayınlandı, birkaç dakika geçmedi, haber merkezinden Barış Terkoğlu’nu aradım,
‘Barış, bu haberden sonra hepimiz kodesteyiz’ dedim, Barış Terkoğlu:
‘Biliyoruz ağbi, bu haberden sonra hepimizi içeri atacaklar…’.
Öngördüğümüz gibi oldu, Odatv’ye operasyon herkes içeri.
Neydi o meşhur video haber?
BU BOMBALARI KİM İMHA ETTİRMEK İSTİYOR
Ergenekon operasyonlarını başlatan meşhur
‘Ümraniye’de bir gecekondunun çatısında saklanmış bombalardı.’. Bu bombalar Ergenekon davasının tek ve en büyük
’delilleriydi’, ne mi oldu,
’bombalar-deliller’ bir gizli el tarafından imha edildi.
Balyoz Davası’nın da çok meşhur en meşhur
‘delilleri de’ işte çeşitli yerlere gömülüp sonra kameralar eşliğinde çıkartılan
’bombalardı…’.
Dün, askeri mahkemede, bu bombaları toprağa gömen kişi olarak suçlanıp yıllarca içerde yatan (şimdi emekli edilmiş) yarbay Mustafa Dönmez’in davasında şahit olduk ki, sıkı durun, bilmem ne kurul raporları sonucu bu Türkiye’nin belki de tarihimizin en meşhur ‘bombaları-delilleri’ imha edilme kararı alındı.
Mustafa Dönmez ve avukatı Şule hanım itiraz etti, davanın tek delili en büyük dayanağı bu ‘bombalar’ hiçbir şekilde imha edilmemeli deyip kayıtlara geçirdi…
Türk Ordusunun bütün üst kademelerini tasfiye ettiren bu
’bombaları’ kim imha ettirmek istiyor.
Türk tarihinin en büyük davasının en büyük delillerinden rahatsız olanlar kimler?
Balyoz iddianamesine göre, bu bombaları Türk Ordusu subayları gizlice darbe yapmak darbe öncesi toplumu terörize etmek için saklamamış mıydı?
O halde?
Ancak bombaları acemi bir kumpasla toprağa gömüp iftira atanlar, bir çok küçük yanlışı peşpeşe yapmışlardı.
Birinci acemilikleri, bombaları gizlice gömmekle suçladıkları yarbay Mustafa Dönmez bir ‘bomba’ uzmanıydı ve Amerika’da bu bombalar üzerine eğitim almıştı.
Mustafa Dönmez hapiste televizyon seyrederken hepimizle birlikte gördü kameralar eşliğinde şok şok şok toprağa gizlenmiş bomba haberlerini.
Yedi yıldır bombaların peşini bırakmadı, seri numaralarından üretildikleri fabrikalara kadar izlerini sürdü, (teknik ayrıntılar çok uzun), bombaların sahteliklerini bilimsel delillerle çürüttü ve kumpası çökertti.
Artık bu
‘bombalar’ı Türk ordusunun subayları toprağa gömdü diyen tek bir hukuki delil ortada kalmadı.
O halde bu
‘bombalar’ı toprağa kim gömdü?
Mustafa Dönmez davanın peşini bırakmayarak bugün davayı getirdiği yer: ‘Bu bombaları kim gömdü, Türk Ordusuna iftiraları kim attı, işte askeri mahkemeler bunu ortaya çıkartmak zorundadır…’
Yani Türk Silahlı Kuvvetleri mahkemenin geldiği bu süreçte, kendi genelkurmay başkanlarına kedi orgenerallerine kendi yüksek subaylarına yapılmış bu büyük iftirayı ortaya çıkartmakla sorumludur.
Hukuki gelişme bu yönde, ama, mahkemenin seyri böyle değil.
Şu anda gelinen nokta: usuldü, rapordu, incelemeydi, kurul kararıydı, şöyle açıklanıyor: bombalar depoda her an patlayabilir, bombaların yakıcı parlayıcı özellikleri derhal imha edilmelidir, diyor.
Yani bir el ‘bombaları’ yani şu koskoca Balyoz davasının tek ve en büyük delili bombaları ‘imha’ etmek istiyor.
BOMBALARINIZA SAHİP ÇIKIN
Ey Türk Milleti!
Bombalarınıza sahip çıkın.
Bir gizli el allem gullem bombaları
‘depoda saklanmaları tehlikelidir’ gerekçesiyle imha etmek için harekete geçti.
Filme henüz başlamadık, dinleyin.
Askeri mahkeme, bu bombaların kumpasla cemaat tarafından koyulduğu aleni bir gerçek iken, bu bombaları kim koydu araştırması yapabilir mi?
Orduya atılan iftiranın kumpasın gerçek gizli ellerini bulup çıkartabilir mi?
Sizce de bence de çıkartamaz, çünkü, bu bombaları kim koyduğu anlaşılırsa, başka bir faciayla karşı karşıya kalacak, ordunun içine cemaat sızdığı
‘belge ve delilleriyle’ kanıtlanmış olacak. Ve bugün o makamlara oturmuş birçok yüksek subay ‘zan altında şaibe altında kalacak’ ordu içindeki cemaat deşifre olacak…
Bombaları kimlerin gömdüğünü ortaya çıkartacak hukuki gücü yoksa, peki, ne olacak!
Bunu dün askeri mahkemeyi izlerken, Mustafa Dönmez’in yüzüne söyledim:
‘Ağır olacak söylediklerim ama, geriye tek bir alternatif kalıyor Mustafa Dönmez, tıpkı Uğur Mumcular Behçet Oktaylar Hablemitoğulları gibi, seni de öldürecekler…’.
Zaten Mustafa Dönmez’in gencecik dünya güzeli biricik oğlu, bu dava sürerken cemaat tarafından tehdit edildi ve şaibeli gizemli bir trafik kazasıyla öldürüldü.
Durum budur beyler, arz ederim.
Gelelim, siyasi tarafa.
AKP iktidarı cemaatin holdinglerine gazetelerine ajanlıkla suçlayıp dava üstüne davalar açıyor ve cemaatin bütün mal varlığına kayyumlarla el koyuyor.
Peki AKP, çok yaygın ve bilindik bir gerçek olan ordunun içindeki ‘cemaat yapılanması’ için neden hiç kılını kıpırdatmıyor.
Birkaç ay öncesi sanırım, yandaş basından Akşam Gazetesi ordunun içinde cemaati işaret eden bir haber yaptı, ve o haberi yapan yandaş arkadaş gazeteden uzaklaştırıldı.
Bir daha tövbe hiçbir yandaş yazar ve gazete ordunun içindeki yapılanma ile ilgili tek haber yapamadı.
Durum budur beyler, arz ederim.
GELELİM BENİM DURUMUMA
Gelelim medya faslına.
Bu medya başta Cumhuriyet ve televizyonlar yıllarca manşetlerinden sabahlara kadar bu ‘bombaların’ görüntülerini vermediler mi?
Bu bombalar üzerine siz deyin on bin ben diyeyim yirmi bin kez açık oturumlar yapılmadı mı?
Yüzbin kez Türk ordusu suçlanmadı mı? Cemaat yazarları ekranlarda yedi yıl aralıksız her gece yayın yapmadı mı?
Peki, şimdi?
Askeri mahkemede tarihin en büyük davası devam ediyor ama davayı izleyen tek bir ‘gazeteci’ yok. Bu son mahkemeye nihayet bir arkadaş geldi, Anadolu Ajansı’ndan. Nasıl bir haber yaptı, yaptığı haber ‘kullanıldı mı?’ şimdilik bir fikir sahibi değilim.
Gelelim bu ülkenin bir çocuğu olarak benim durumuma.
Türk Ordusuna yapılan iftirayı Türk Ordusu’nun kendisi merak etmiyorsa, biz yazarlar ne söylemeli ne yapmalıyız, yoksa yine bize bok yemek mi düşer?
Türk Ordusu cemaatin eline geçti diye veryansın yazılar yazmak bize de size de ağır gelmez mi?
Türk Ordusunu bu şaibe altında bırakmak Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sorumlu kademelerini içinden çıkılmaz bir durumda bırakmaz mı?
Suriye’de savaş gibi koşullar yaşarken PKK’yla çok sert savaşlar verilirken, şaibe oluşturacak bu soruları sormak, şüpheniz olmasın kimsenin işine gelmez.
O halde?
Bombaları unutalım.
Ama, bu bomba haberleri görmezden gelirken sınırsız dünya basın ödülleri alalım.
Birimiz yine dava açılır korkusuyla hiç haber yapmayıp hiç oralı olmayalım.
Muhalefetimiz bu bahsi ‘hiç açmasın’…
Ünlü Nazi filmi ‘kasabanın sırrı’ filmindeki gibi, kasabalılar tek gelir kaynağı şarap mahzenini işgalci Nazilere vermemek için şarapların yerini sırlarını büyük bir dayanışma içinde ele vermezler.
Bizler de ‘bombaları’ ‘delilleri’, yerlerini, kimler koydu, kimler iftira attı, bir büyük devlet ve millet sırrı olarak gizleyelim.
Kardeşlerim, oda tv yazarı Müyesser Yıldız, efsane bir gazeteci. İşin doğrusunu en iyi Müyesser Yıldız bilir, gerçek haberleri ondan okuyun.
Bu gördüğünüz duyduğunuz davaları takip eden tek gazeteci, evet, Müyesser Yıldız’dı.
Günbegün saat saat sizlere bu davaları anlattı, benim bir tane arkadaşım Müyesser, senin tekrar tekrar ellerinden öpüyorum.
Elli derece sıcakta günboyu tek simitle bu davaları izlediğin günlerin şahidiyim, yaptıklarını artık ‘kahramanlıkla’ dahi açıklayamıyorum, bu davalardan geriye kalan tek tesellim, bu ülke senin gibi yılmaz cesareti hiç kırılmaz bir ‘gazeteci’ yetiştirdi?
Bana olan sevgin arkadaşlığın, hayatımda aldığım en büyük ödüldür.
BAŞKA DOKTOR ARAMAK
Gelelim yazımıza.
Eskiden arkadaşlarla meyhaneye giderdik, şu birikmiş acılardan birazını boşaltır, rahatlardık.
Yaşadığımız ‘acı’ öyle dökülecek içimizden çıkartılacak unutulacak bir ‘acı’ türü değil.
Biriyle konuşsak birine anlatsak biriyle dertleşsek işte bu sütunlarda destan destan yazsak, yaşadığımız acı
’avutulacak’ cinsten hiç değil.
Bu mesele senin adamın benim adamım senin kardeşin benim kardeşim meselesi hiç değil.
Bu bir
’kopuş’ bu bir ‘mutlak ayrılık mutlak yalnızlık’ meselesi.
Evet, en başarılı cerrahlar duygusal olarak şefkatsiz doktorlardır.
An itibariyle mahkemelerimizde işte ona buna taraftar o cemaat bu parti ayrımı yapmadan duygusala hiç bağlamadan şefkatsiz acımasız cerrahi savcılara hakimlere ihtiyacımız var, ey millet, hiç umut görmüyorum.
Doktorunuzu beğenmeyip başka doktor aramak, çağımızın modası. İnsanlar doktorunu beğenmiyor ve değiştiriyor hatta bir çok uzmana koşuyor.
Eskiden böyle değildi, bir doktor olurdu bir de doktorun sözü, başınızı eğer vereceği ilaçları harfiyen kullanırdınız.
Başka doktor aramayın, mahkemeyi reddi hakim yapma hakkınız yok, usul efendim, askeri mahkemeler bu kuralla çalışmıyor.
Elinizde deliller gerçekler başka bir hakim ve mahkeme bulma hakkınız hiç yok.
Doktor için en ideal hasta, ölü hastadır, yanıt vermeyen sözüne karışmayan, ilaca reçeteye her şekilde ‘itaatkar’ hasta.
Mustafa Dönmez’den ve dünya tarihinin en meşhur davasından istenen ‘ölü sanık’ taklidi yapması ‘itaatkar’ davranması, ey sevgili okuyucu!
Neden?
Türk Ordusu hastalıklarını tedavi ederse biter yok mu olur, ritmi mi bozulur?
Oysa bazı psikolojik vakaları psikolojiyle tedavi edemezsin, ameliyat şarttır.
Bu ‘ameliyatı’ yapacak tek bir kimse yok mu aramızda?
Ancak ‘hastalıklarını’ çok seven bir toplum düzeni içinde yaşıyoruz, bazı bedenler ‘hastalıklarıyla denge’ kurarlar.
Hastalıklarıyla denge kuran bedenlerde hastalığı tedavi ettiğinizde o hasta ölür, Obama ‘hastalıklarımızla’ bir denge kurmuş bize, orası cemaatin burası Tayip Erdoğan’ın.
Hatırlayın.
Dünkü ‘vesayet’e hastalık teşhisi koyanlar hastayı öldürdü. Cemaatten yeni bir ‘bünye’ ‘yapı’ inşa ettiler, şimdi aynı şey söyleniyor, bu hastalığı ameliyat edersek ‘hasta’ ölür.’.
Oysa
’hukuk’ hiç kimseyi öldürmez.
Dün vesayet suçlamaları yapanlar da ‘hukuktan’ ilerlemeliydi bugünküler de ‘hukuktan’ ilerlemeli, başta çare yok.
Ve şimdi kalbe beyne huzura dirliğe giden her yol: Tıkandı.
Muhteşem bir ‘korkunun’ tam ortasındayız.
İftiraları attılar makamları ajanlarla donattılar, bu sizin bünyenizdir, bunu kabul edin, diyorlar.
Bir sosyal grup içinde yaşamak sadece insanların becerisi değildir, bir çok hayvan grup içinde yaşar.
Uyarıcı korkutucu bir ses duyduklarında sürü halinde gökyüzüne havalanırlar, uçsuz bucaksız gökler onlarındır, tehlike gidinceye kadar uçarlar.
Yerdeyse kuşlar, korku anında, havalanır ve dallara ağaçlara konarlar.
İşte hukuk işte korkunç sesler, şimdi biz ‘nereye havalanacağız?’
Kime sarılacağız?
Ama yaşadık ve gördük ki, varlığımız bekamızla ilgili hangi ‘korku’ türü olursa olsun, bizler asla ‘ortadan kaybolmadık..’
Cemaat operasyonları başlarken işadamından sivil kurumlarına sendikalarına partilerine televizyonlarına kadar herkes bir büyük korku duyup ortadan kaybolmuş sıvışmıştı.
Biz
’ortadan’ kaybolmadık, başka topraklara uçmadık, işte ODA TV, işte yazılarımız.
Şu karikatürü yapılan duymadım görmedim maymun türü, bir karikatür değil, tehlike anında bir maymun davranışı, kulağını ve gözlerini ve ağzını kapatan maymunlar.
Yüzünü elleriyle kapatan bu maymun türü, zaman içinde, korkuya alışıyor, tehlike otuz santim yaklaştığında dahi, hiç oralı görünmüyor, hatta, bir şeyler yiyormuş gibi yapıyor…
Geçtiğimiz yedi sene içinde bu toplumun önde gelen bir çok kurumu ve şahsiyeti bu trajik anlarda test edildiler ve tıpkı bu maymunlar gibi refleks gösterdiler. Oralı olmadılar, tehlike yanlarına yaklaştı, alışmaya çalıştılar.
Bu maymunlardan hiç olmadık.
İşte Paris’in ortasında bir İŞİD vahşeti, bu korku anında, sağcısı solcusu göçmeni Fransızlar birbirlerine sarıldı.
Yetmedi, İngilizler Fransızlar’a sarıldı.
Yetmedi hepsi birlikte ‘cumhuriyet’e sarıldı.
Yetmedi, iç çekişmeleri kavgaları bırakıp hepsi ‘milli marşlarına’ sarıldı.
Oysa bu toplum cemaat operasyonlarıyla büyük korku anları yaşadı ve test edildi, reflekslerini gördük: ORTADAN KAYBOLDULAR.
Korku anında ‘altına işemek’ sadece insani değil hayvanlar da korku altında altına işer.
Ama insanlar üç kişi sonra beş kişi sonra yüzbinler olursa, korku anında kimse altına işemez.
Şu cemaat nedir, şundan korkup altına işediler, koca medyası koca işadamları koca sivil kurumları.
Kaçacak delik bulamadılar.
Henüz birkaç aylık yavru hayvanlar üzerinde test edilmiş bir deneydir, tepkilerini ölçmek için yuvalarına doğru bir karaltı büyüyen bir gölge düşürmüşler, yavrular, geriye doğru kaçmış, yavrular birbirlerinin içine doğru sığınmış, yavrular annelerine sarılmış, ama hiçbir yavru BÜYÜYEN GÖLGE karşısında, yuvayı terk etmemiş, hiçbir yavru yuvasından kaçmamış.
Doğduğumuz büyüdüğümüz ilk günden beri büyüyen bir karaltı var, siyasette toplumda poliste devlette, gittikçe irileşen bir karaltı, ufkumuzu geleceğimizi tehdit eden korkutan bir karaltı.
Ordusundan medyasına kadar uzayan karaltılar…
Biz sizi gördük teşhis ettik acımızı belamızı öğrendik, dikkatli ve tetikte durduk, ve hiç birimiz yuvamızdan kaçmadık.
İşte mahkeme işte hukuk işte deliller ve işte suçladığınız insanlar ortada, şimdi size soralım:
İftira atarak tutuklayarak görmezden gelerek yok sayarak insan yerine koymayarak.
Suçladınız iftira attınız hırsızlıkla ajanlıkla dümenler çevirdiniz hepimizi korkuttunuz…
Şimdi siz itiraf edin, söyleyin!
Bize doğru ne gördünüz?
O üstümüze çökerttiğiniz karaltınız içinde, meşale gibi yanan gözlerimizden başka ne gördünüz?