Doğmak nasıl mucizevi bir muhtevayı içeriyorsa; ölmekte en az onun kadar mucizevidir ve bununla birlikte beraberinde bilinmezliği de getirmektedir. Tabi ki doğmak nasıl doğal yollardan ve zamanında gerçekleşiyor ise ölmekte doğmak kadar doğal ve vaktinde olmalıdır. Fakat insan için ölüm, doğum kadar şanslı olmuyor kimi zaman. Çok farklı şekillerde yanlış zamanlarda kapıyı çalıyor ölüm. Kimi zaman sinsi ve hain bir şekilde, kimi zamanda hiddetli ve bağıra bağıra. Ölümün en kahpe haline ise Türkiye tarihinin en kanlı katliamlarından biri olan Ankara katliamında yaşamını yitirenlerde bir kez daha tanık oluyoruz. Orada bulunanlar için düşünebilecekleri en son şeylerden biriydi belki de bu dünyadan silinip gitmek. Halaylar ve sloganların sesinde sinsi ve hain bir şekilde bulmuştu ölüm onları. Attıkları slogan ve söyledikleri türkü ne kadar gürse ölümde bir o kadar sessiz ve haindi oysaki. Sonrası ise zaten mahşer yeri…
Yıllardır Ortadoğu coğrafyasından tanık olduğumuz katliam haberleri, aynı manzaradan oluşan bir film şeridi gibi sürekli kendini tekrar ediyordu ve aynı şekilde, farklı masum insanlar katledilerek oluşan görüntüler, zihnimizde sıradan bir manzara haline gelmişti. O coğrafyadaki bu manzaralar birçoğumuz için olağan bir hal aldı ve artık orasıyla ilgili pekte farklı bir resim düşünemiyoruz ne yazık ki. Bir Şii veya Sünni caminin bombalanması veya şehrin kalabalık caddelerinden birinde kurulan pazar yerindeki patlatılan canlı bomba, o ülke için rutin bir görüntü. Artık hangimiz Ortadoğu’da meydana gelen bu kitlesel patlamalara şaşırabiliyor veya bu durumla ilgili kaygılanabiliyor ki. Ana haber bültenlerinde bile kitlesel ölümler olduğunda ancak haber olarak kendine yer bulabiliyor.
İşte Ortadoğu’daki bu hazin tablolarda kendi ülkemizi de görmeye başladık. Ülke giderek kan kaybeden kanamalı bir hasta gibi adeta. Yaşanılan kaosla ilgili birçok komplo teorisi üretmek en basiti kuşkusuz. Ölüyoruz göz göre göre. Herkesin gözü önünde çırılçıplak, savunmasız ve çaresizce…Kalanlarımızsa öyle acizce izlemekte ve yaşamaya devam etmekte. Kaç kere daha öleceğiz. Ülkenin geçmişine daha kaç karanlık iz ve sayı bırakacağız. Dersim, Madımak, Kanlı Pazar, 16 Mart’ı, 1 Mayıs, 6-7 Eylül, Malatya, Çorum, Maraş, Gazi Mahallesi, Ümraniye, Bahçelievler Piyangotepe, Sinagog’u, Zirve Yayınevi, Bayrampaşa, Roboski, Suruç, Ankara…(1)
Tanıdıktı bu manzara bir yerlerden.Yakındaki bir coğrafyadan ya da geçmişin kirli sayfalarından bir yerlerden. Kuşaktan kuşağa aktarılan katliamlar silsilesi. Her dönemde ayrı bir vahşet adeta. Göz göre göre sessizce ve haince.
Bir ülke nasıl tepetaklak edilip yokuş aşağı yuvarlanır sorusunun karşılığındaki cevap; ABD(Amerika Birleşik Devletleri) eliyle Ortadoğu’daki ülkelerde yapılanlardan sonra akla gelen ilk ülke olarak Türkiye isminde karşılık buluyor maalesef.
Ülkenin göbeğinde yaşanan vahşet bir patlama, hemen hemen birçok büyükşehirlerin caddelerinde ve sokaklarında rastladığımız mülteciler, her gün onlarcasının şişme botlarda veya derme çatma eski teknelerde yaşayabilme umuduyla Avrupa’ya geçme hayaliyle can verdiği Ege ve Akdeniz kıyıları. Tüm bunlar bir ülkenin nasıl yaşanmaz hale geldiğinin veya utanılarak yaşanılacak bir coğrafya olmasının kanıtıdır.
Ülke ve dünya ne zaman bu kadar yaşamaktan utanılası bir hal aldı. Bu utanç daha da artacak mı yoksa biz mi yüzsüzleşerek yaşayacağız. Her dönem yaşananlara bakıldığında çoktan yüzsüzleşmeyi ele almışız bile. Yüzsüzleşmeden nasıl yaşanılır ki zaten. Bunca acıya ve çaresizliğe başka çözüm bulmak mümkün gibi görünmüyor. Çıkarları ve hırsları uğruna gücü elinde bulunduranların yaşanmaz hale getirdiği bir dünyada nefes alıp vermekteyiz. Yaşananlara seyirci kalarak yüzsüzleştiğimiz gibi bir de ölümün kendi kapısını hiç çalmayacak gibi vicdan yoksunu insanlarla karşı karşıya kalıyoruz. İçinde merhamet barındıranların kanını donduracak resimler veren mahlukatlar ise biraz olsun insanlığını bulamamışlardır. Yapılan yorumlar (2) ve gösterilen tepkiler (3) ülkede yaşanan çirkinlik halkalarına bir yenisini ekleyerek yaşanan acıyı daha katlanılmaz hale getiriyor.
Tüm bu gördüklerimiz ve yaşadıklarımız geçmişte yaşandı, hala yaşanıyor ve şüphesiz yaşanmaya da devam edecektir. Ama yine de unutmamalıyız ki her devir her kuşak beraberinde kötüyü ve karanlığı getirdiği gibi aydınlık ve iyiliği de beraberinde getirmektedir. Yapmamız gereken elimizden geldiğince bizden sonraki kuşaklara aydınlığı ve iyiliği aktarmak olmalı ve karanlıkla mücadelede onlara ışık olmalıyız. Ahmed Arif’in Anadolu şiirindeki gibi:
Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip…
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne – üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının…
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni…
(1) http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/386735/_Katili_taniyoruz.html
(2) http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/385449/Katliama_Mehmet_Barlas_tan_cok_cirkin_yorum.html
(3) http://www.diken.com.tr/konyada-saygi-durusu-ankarada-hayatini-kaybedenler-isliklandi/