Bir buçuk yıl önce, mülteciler ile çalışmaya başladım. Önce İtalya’da, sonra Belçika’da şimdi yine İtalya’da. Bazen kendime soruyorum. Avrupa Birliği (AB) dışındaki insanlar, içerde olanlar hakkında ne düşünüyor? Avrupa hükümetlerinin dünyaya sergilediği şov ne? Bence Avrupa hükümetleri, dünyaya utandırıcı ve iğrenç bir şov sergiliyor. İstisnasız hepsi hem de.
Doğu Avrupa ülkeleri, Suriye ve Afganistan başta olmak üzere, Doğu’dan kaçan insanlara sınırlarını kapatıyor. Çek Cumhuriyeti, Polonya, Macaristan, Avrupa Birliği üyeleri arasında mültecilerin paylaşılması ve onlar ile dayanışma içinde olunması çağrısı yapan Brüksel’e karşı ortak hareket ettiler. Bu ülkeler, kendi Hıristiyan kimliklerini korumak istiyorlar. İşte bu yüzden, Doğu’dan gelen mültecilerden tehdit algılıyorlar. Aslında, bu ve benzeri sözcükleri, 1989’dan sonra Doğu’daki yoksul ülkelerini bırakıp Batı’daki zengin ülkelere giden insanlardan duymak oldukça şaşırtıcı. 1989’dan sonra kaç Polonyalı Almanya’ya taşındı? AB, bu ülkelerin Birlik üyesi olması için ekonomi başta olmak üzere her alanda ne kadar yardım etti? Bu ülkeler belki de kendi yakın geçmişlerini çoktan unuttular. [Mülteciler konusunda ] herhangi bir arabulucuk, diyalog ve özverideye olduğu kadar mültecilere ya da İtalya ve Yunanistan gibi mülteci sorunu ile yıllardır karşı karşıya olan AB üyesi devletlere yardım etmeye karşı kuvvetli bir muhalefet içinde olan bu ülkeler, belki de kendi yakın geçmişlerini çoktan unuttular. Doğu Avrupa ülkeleri, duvarlar inşa ediyorlar. Fakat, kendilerinin daha iyi bir yaşam için engel olarak gördükleri Duvar’ı yıkmak için nasıl mücadele ettiklerini hatırlamıyorlar.
Fransa, İtalya ile birlikte, sınır kontrollerine başladı ve şimdi de “Suriye’deki hava akınlarına katılacak” (bbc.com). Birleşik Krallık her zamanki gibi kendi “özel politikasını” izliyor: Şengen yok, Dublin Anlaşması yok, Euro yok, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yok. Göçmenler, Manj Geçidi’ni geçmek için sıkıştırmaya başladı ve pek çoğu geçidin içinde ya da denizde ölüyor. Ama sorun değil, Fransa polisine Geçit’in Fransa trafını, modern radar sistemi ile kontrol etmek için daha çok para verilir olur biter.
Almanya, kendi beğendiği insanları seçti: Yalnızca Suriyelileri. Çünkü onlar eğitimli, İngilizce biliyorlar ve savaştan kaçtıkları için diğer bütün göçmenlerden daha fazla hak ediyorlar Avrupa’da bir yeri… Almanya, sınırlarını yalnızca Suriyeliler’e açtı. Almanya yalnızca en iyi insanları seçti. Tıpkı pazardan alış veriş yaparken yaptığımız gibi, tıpkı 50 çeşit elmanın içinden en iyi elmayı seçtiğimiz gibi, en kırmızıyı, en büyüğü, en organik olanı… Fakat Almanya birkaç gün sonra, seçilmiş olmaktan mutlu olan çok fazla Suriyeli’nin sınıra dayandığını keşfetti. Angela fikrini değiştirdi. Sınır yeniden kontrol edilmeye başlandı.
Bütün bu karmaşa içinde Avrupa nerede? Kimse kusurabakmasın, Avrupa burada değil, bambaşka bir yerde. Avrupa, siyasi bir sorun olduğunda, bütün kıtayı ilgilendiren bir sorun olduğunda asla orada olmadı. Biz siyasi bir güç değiliz. Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun kurulduğu 1951’den beri biz siyasi bir güç değiliz. Avrupa Birliği’nin ya da eski adı ile Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun ekonomik bir güç olduğunu bütün dünyaya gösteririz. Fakat mesele, gerçekten siyasi bir topluluk olmaya geldiğinde, konuşmaktan her zaman kaçınırız. “Tamam, biz ekonomik bir gücüz, eğer bir arada kalırsak daha büyük bir Pazar olacağız. Öyleyse [ekonomiye] odaklanalım ve gerisini boşverelim.”. Yıllardır, Soğuk Savaş döneminden beri bu davranış işe yaradı çünkü dünya iki parçaya bölünmüştü ve dünyanın siyasi sorunları hakkındaki kararları süper güçler veriyordu.. Fakat şimdi durum değişti. Artık sadece iki süper güç yok. Yani artık Avrupa için büyüme zamanı. Fakat biz [büyümeyi] istemiyoruz çünkü üye devletler bu adımı atmak, uluslararası güçlerinin bir kısmını AB’ye bırakmak istemiyorlar. Devletler bir Avrupa dış politikası oluşturmak istemiyorlar çünkü, uluslararası ilişkilerdeki önemlerini yitirmekten korkuyorlar. Bu sebeple, tek tek her ülke krizlerle yüzleşmek için kendi “ stratejisini” belirliyor. Bu, Roma’nın söylediği gibi küresel bir bellum omnium contra omnes. Yani “herkesin herkese karşı savaşı…”
Eğer bu krizle (ve gelecek olanlarla) siyasi ve birleşik şekilde yüzleşmek istiyorsak yalnızca tek bir şey yapmamız gerekiyor. Çünkü Lizbon Anlaşması şöyle diyor: “Ortak dış ve güvenlik politikası, özel kural ve usullere tabidir. Bu politika, Antlaşmalar’da aksi öngörülmedikçe, Avrupa Birliği Zirvesi ve Konsey tarafından oybirliğiyle belirlenir ve uygulanır. Bu politika, yasama tasarruflarının kabulünü içermez. Bu politika, Birlik Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi ile üye devletler tarafından Antlaşmalar’a uygun olarak yürütülür. Avrupa Parlamentosu ve Komisyon’un bu alandaki özel rolü Antlaşmalar’da belirlenmiştir. Avrupa Birliği Adalet Divanı, bu Antlaşma’nın 40. maddesine uyulup uyulmadığının denetlenmesi ve Avrupa Birliği’nin İşleyişi Hakkında Antlaşma’nın 275. maddesinin 2. paragrafında öngörülen bazı kararların hukuka uygunluğunun gözden geçirilmesi hariç olmak üzere, bu hükümler bakımından yetkili değildir (Madde 24).
Ortak hareket etmek, hayır bu şekilde olamaz. İtalya veYunanistan çöküyor. AB üyesi olmayan Balkan ülkeleri, AB istikrarsızlığının bedelini ödüyor. Farklı bir yanıta ihtiyacımız var ve belki de bu kriz, Avrupa’nın nereye gitmek istediğine karar vermesi yönünde bir fırsat sunuyordur. Avrupa, sonunda büyümeye mi karar verecek yoksa, binlerce veto ve ulusal çıkara zincirlenmiş halde sıradanlık içinde yüzmek mi istiyor? Şimdi ne istediğimizi seçme zamanı. Kendi adıma ben bu soruyu öncelikle Birleşik Krallık ile Doğu Avrupa ülkelerine sormak ve Avrupa hakkındaki düşüncelerini öğrenmek istiyorum. Tabi eğer bir düşünceleri varsa.
Çeviren: Hande Orhon Özdağ