Öyle otururken düşündüm, kimseye değil kendime bir yazı yazmalıyım, sonra ekrandan okumalıyım..
Tenis maçı izlerken başımız bir sağa döner bir sola, hipnoz gibi.. Ya da acemi eğitim alanında bir komutan komutlarla erlere başlarını sağa sola çevirmelerini eğiterek söylese arada yanlış yapan çıkabilir, tribünde bu denli düzen tertip içinde tenis seyredenler eğitim alanında başlarını sağa sola bu kadar uyum içinde çeviremezler. (Hatırlayın, bayram gösterilerinde tribünlere yerleştirilmiş gösterici grupları içinden mutlaka yanlış ‘harf’ ya da ‘yanlış renk’ çıkma oranı, tenis maçında yanlış tarafa başını çevirenlerden çok çok fazla oluyor..)
Bu kısacık giriş paragrafının ana fikri şudur, eğitilmişler dahi tenis maçında doğal refleksle başlarını sağa sola çevirenler kadar ‘düzen’ içinde başlarını sağa sola bu denli uyumla çeviremezler.
İnsan bedeninin biyolojik ‘geleneği’, bir takım içgüdüsel hazır kalıp davranışlar.. Unutmayın tenis maçını ‘gönüllü’ seyrederiz.
Peki tribünlerdeki insanların arasına ‘maymunlar, köpekler’ koysak hayvanlar da insanlar gibi ‘gönüllü’ başlarını düzen içinde sağa sola çevirebilir mi? Mümkün değil..
Hayvanlar gönüllü olmadığı için bu düzene uymaz, şimdi başka bir test, hem hayvanları hem insanları başlarını sağa sola düzenli çevirmeleri konusunda ‘eğitsek’ en yüksek neticeyi hangisinden alırız ‘hayvanlardan’..
Ne anladık şimdi bundan, hayvanlar üzerinde sıkı bir eğitimle öğretilen birçok basma kalıp davranış ‘insan’ söz konusu olunca eğitim olmadan‘gönüllü’ olarak yapıyor..
Gönüllü demek, daha önceden hevesiniz iştahınız arzunuz olmalı, ya da size bu davranış kültür gelenek tarafından öğretilmiş olmalı..
İçine doğduğumuz kültür ve gelenek böyle bir şeydir, biz hissetmeden basma kalıp hazır davranışlar sergileriz.. Bakın, atın ağzına geçirilen‘gem’, sağa çevir sağa, sola çevir sola dönüyor ve sonra mahmuzlanınca koşuyor..
İnsanoğlu ‘at’ın zaaflarını asırlar önce keşfetti, bir nevi ‘at’ın sinir sistemini ele geçirdi ve ‘at’a sahip oldu..
Siyasiler, özellikle ‘sağ siyaset’ hakim ideolojinin dilini iyi bilir ve insan zaaflarını çok profesyonel kullanırlar, yazımızın konusu bu..
Mesela bugün bilimsel olarak biliyoruz ki beynimiz her şartta bizi korumakla donanımlıdır, ‘avuntu’dan girelim söze..
Mesela 12 Eylül öncesi iktidarları ülkeyi üç sente muhtaç hale getirdiler ancak o partilerin kitlelerine sorduğunuzda bahaneleri hazırdı, ‘canım petrol dünyada tavan yapmıştı’..
Partiler kitlelerine ‘avuntuyu’ yüz yüze ders vererek öğretmez, sağ partilerin kitlelerinin geleneksel olarak ağaya paşaya babaya büyüğe karşı empatisi, duygudaşlığı geniştir ve siyasi felaketlere karşı hazır geleneksel tesellileri vardır.
Adamı haksız yere idam sehpasına dahi çıkarsak, hayıflanıp isyan edeceğine ‘bugüne kadar yaşadım, şükür’ diyor. Ya da demir kapılar içine zindanlara atsak, ‘hiç değilse karnım doyuyor, soğuk yok, yatacak yer var’ diyebiliyor.
Bunun gibi, Tayyip iktidarının zalim hukuksuz yaka paça içeri tıkmalarını iftiralarını söylediğinizde cevapları hazırdır: ‘canım bizimkiler yapmazsa onlar yapacaktı..’, ki, son referandumda Tayyip Erdoğan Anadolu köylerinde ‘beni Alevi hakimler asacak..’ tezini işledi..
Bir savunma eylemi olarak bu tezin işlenmemiş öğretilmemiş olması fark etmez, insan evladı kendini ‘avuntuyla’ korur.
Sağ siyasetlerin bunca uzun yaşamında ‘avuntu’nun yani yenilgi ve rezalet ve yolsuzluklara rağmen hala hızını kesmeden yaşamasının sebebi budur, bir korunma refleksi olarak teselli, avuntu, bahane, çok yaygın ‘geleneksel bir savunma’ biçimidir.
Tam tersine isyancı bir muhalife gittiğimizde durum değişir, zindana atıldığında haksızlığa karşı çıkar, ölümcül bir karşı koymanın içine girer, ancak..
Boş bir anında.. Daldığında, uyuduğunda, rüyasında.. Kendi yalnızlığı içine gömüldüğünde ‘avuntu’ kendiliğinden ortaya çıkar.. ‘zindanın aslında çokta fena olmadığı’ düşünceleri ister istemez aklından geçer, bu düşüncesinden derin bir suçluluk duyar, sonra, yattıkça daldıkça uyudukça rüyalar gördükçe giyilen dar ayakkabı gibi açılır..
İsyancı devrimcide ‘avuntu’ ‘bahane’ ‘teselli’ iradi değildir, kendinden bağımsız olarak vücut kendini korumak yeni ve kötü şartlara uyum sağlamak için devrimci bilincinden bağımsız olarak devrimciyi bir izbe yerde bir boş anında yakalar ve ona ‘durumu kabullendirtmeye’ çalışır.
Yani, vücut kendini korumak için devreye direr..
Çünkü beynimiz en kötü ihtimalleri hep ‘avuntuyla’ onarıyor, geçiştiriyor ya da düzenliyor, bir nevi hayatı bağışlıyor, en kör noktada bir ‘umut’ bir ‘sabır’ inşa ediyor.
Onlarca aydın haksızca içeri alındı diyorsun, ‘canım bak seni almamışlar buna da şükür’ diyor, Ahmet Hakan Coşkun’u bile sabahın beşinde almışlar diyorsun, ‘canım saat dokuzda da salıvermişler..’ diyor..
Bu tür ‘avuntusu’ çok bol insanların ülkesinde ‘siyasi muhalefet’ imkansızdır, bu yüzden, geleneklerimiz davranışlarımız kültürümüz gerçek düşünsel ‘kazılar’la irdelenmeli..
Lafı biraz yuvarlayalım, bakın, bugün psikanaliz’in teorisini inşa eden Freud’ü okullarda herkes öğreniyor, nedir Freud’un dehası ve icadı, işte bir şezlonga (kanepeye) uzanıyorsunuz, konuşuyor, anlatıyorsunuz, başınızda sizi bekleyen, güya konuşmalarınızı ‘analiz’ ediyor..
Eski büyücüler eski şamanlardan bir farkı yok, ya da dertleşme ihtiyacı hissettiğiniz bir dostunuz bir aile büyüğünüz de asırlardır aynı görevi gördü, ama bu sefer, sakinleşip şezlonga uzanmak zorundasınız.
Freud bir dahi mi, yoksa tenis maçındaki reflekslerimiz gibi insan davranışlarının şifrelerini mi ele geçirdi, tartışılır..
Basitçe, mesela bir film izlerseniz bir hikaye okursunuz, hikayenin kahramanı ortaokula gidiyor, işte o an beyniniz size sıkı oyunlar oynamaya başlar, siz de hemen roman kahramanıyla o okula girersiniz, kendi çocukluğunuzu hatırlarsınız, hikayedeki her nesne geçmişinizde bir çok çağrışımda bulunur.
Nasreddin Hoca çocuklara ‘dünyada en kolay şey insanları kandırmak’ der, ve hemen ‘bakın şurda elma var’ deyince, bütün çocuklar oraya bakar, tabii elma yoktur, kandırılmışlardır.. Şimdi bir yazar olarak ben,‘lisede bir kızı sevdim’ diye başlarsam, hepinizin aklına ‘lisede aşık olduğunuz kız’ gelir..
Başkasının hikayesinde kendimizi buluruz, başkasının aynasında kendimizi ararız, empati, kıyas, benzeşme, sosyalleşme, bir çok duygu devreye girer, handiyse kahramanla birlikte hikayeyi bir daha yaşarız.
Gerçek, ‘kendi geçmişimize gideriz..’
Hatalar, yanlışlar, bozukluklar olduğunda da öyle, diyelim kahramanımız çocukken tacize uğramış, hemen kendi çocukluğumuzda bir taciz ararız…
Freud denilen adamın libido, ego gibi bir çok numarası var ama asıl tezgahı hepimizi ‘çocukluğumuza’ götürüyor.. İşin doğrusu ‘çocukluğa geçmişe dalma düşünme geriye sarmaya çok meyilliyizdir..’
Psikanalist bizim geçmişimize dalma hünerimizi iyi bilir ve sonra ‘biz de iyi gitmeyen bir şey varsa mutlaka çocuklukta olmuştur, hiçbir taciz olmamışsa da, annemiz popomuzu sevgiyle şapşaplarken işte genlerimize sapkın cinsel dürtüleri bu şaplakla koymuş demektir, gibi analizlerle karşılaşırız..
Hikaye romanlar gibi psikanalist de yanlışı bizim bakış açımızı göz hizamızı düzenleyerek arar..
Her insan onlarca günah işlemiş ya da travmalara maruz kalmıştır, ancak, üzüntüsünü yaşamış, pişmanlık duymuş, özür dilemiş, hayıflanmıştır ve mesela tövbe etmiştir. Bir tencereye fare düşünce kırk kere yıkayıp kırklamak gibi yanlış şeyler aklımıza geldikçe içten içe bir sonsuzluk muhasebesine girer enine boyuna tartışır bitmeyen dersler çıkartırız ve biz istemesek de düşünme anlama çabamız iradi olarak değil kendiliğinden kendini savunmak için devreye girer. Yağmur yağar yağmuru bahane ederek dalar düşünür muhasebe yapar, yola bakar yapar, duvarın içine gözleri gömülür yapar, siz istemeseniz de içinizde bir şeyler kendi kendini yargılar..
Yani çocukluğumuzda sakat bir durum oldu diye tüm bir hayatı ‘arızalı mı’ yaşayacağız? Artık bu denli manyak psikanalist dünyamızda çok şükür kalmadı..
Üstelik içe kapalı kendiyle dahi konuşmayan bir insan pekala olabilirsiniz, olsun.. Uyuduğunuzda rüyalarınız kendinizden sakladığınız her şeyi değişik sembolik anlatımlarla açığa çıkartır, yani ‘beyin’, siz isteyin istemeyin saklayın saklamayın kendi kendine halleşir, dertleşir ve kendince bir çözüme çıkışa neticeye varmak ister..
Freud’un psikanalizi de romanlar rüyalar hikayeler gibi, hepimizi geçmişe dalmaya, nostaljiye, önceye götürür, romancının çağımızda bir psikanaliste dönüşmesinin sebebi budur.
Geçip giden bulutlara bile şöyle bir an bakmayalım, bulutlar dağların arkasında kaybolmadan geçmişe bin kez dalıp batar çıkarız..
Üstelik ‘dinlenme’ dediğimiz şeydir bu, beynimiz hem sert bir şekilde kendiyle hesaplaşırken bu en derin savaşı dahi ‘sakin’ bir anı kollayarak ve insanı şarkılar dinler gibi dinginlik içinde yapmayı bilir..
Şimdi öyle bir dünyaya düştük ki ‘dinlenme dediğimiz’ şey dahi bir şezlonga yani hasta yatağına dönüştürüldü..
Üstüne psikanalist geceleyin yanlışları temize çeken rüyalarımızı bizden istiyor elimizden alıyor, bir daha yaşanmasını bir daha zorla itiraf etmemizi istiyor..
Aşırı gerçekçilik denilen eşyayı fotoğraf gibi tıpatıp yansıtmaya çalışan büyük sanatkarlar dahi olmuş bitmiş yaşanmış bir hadiseyi aslına sadık asla veremez, sanat birinci doğayı taklit eden ikinci doğadır ve her ikinci aktarış ‘hile’ ve ‘beceriksizliklerle’ doludur, çünkü bizler gibi sanatçılar ‘tanrı’ değildir, ancak ‘aa ne kadar benziyor’ gibi ‘yakınlaşmasını’ ‘andırmasını’ ‘çağrıştırmasını’ överiz.. Yani sen kalk bir rüyayı ya da geçmiş bir olayı anlatıver, o şezlongta yüz yıl yat yüz yıl konuş, veremezsin..
Ancak içine doğduğumuz kültürümüz bizden beceriklidir, bize suçluluğumuzu günahımızı örtecek ne çok yol yöntem öğretti ve elimizde ne çok hazır kalıp bahaneler teselliler avuntular var..
Konu siyaset olunca herkes kendiliğinden yüzlerce bahane oluşturur.
Psikanalist devreye girince yine durum hiç değişmez ama ‘bilimsel bir çehre’ kazanır, bu sefer bizi avutacak, bahaneler oluşturacak olan ‘psikanalisttir’.. ‘Rüyamızı’ ya da geçmişimizi bir de ‘gözü açık bizden istemesinin’ sebebi biraz sonra yazacağı reçeteye ‘bahaneler’ oluşturmak..
Hatırlayın bakalım hanginiz hangi rüyanızı hatırlıyorsunuz, hatırlayın bakalım, tam ayrıntılarıyla liseli aşkınızı.. Hem rüyalarınız hem geçmişiniz yıllarca orda öyle durdukları gibi durmadı, düşünüldü kotarıldı hatırlandı değerlendirildi başka hikayelerle mukayese edildi ve o rüya ve liseli aşk çoktan bambaşka bir hale geldi.
Aynı şekilde siyasi hadiseler de öyle, acımasızca yaşadığımız 12 Eylül günleri olduğu gibi mi kaldı, ne çok yazıldı çizildi dönüştürüldü tahrif edildi..
Bugün artık ‘psikanalistler’i ve siyasileri çok daha iyi tanıyoruz, aslında psikanalist şezlongta yatan hastasını teşhis için bir takım ‘bulguların’ ‘semptomların’ peşinde değil..
Biliyoruz ki psikanalist reçete diye bize bir ‘avuntu’ yazacak. Teşhis dediği ‘avutmak’, bizi bizden devşirdiği bir hikayeyle çarpıtıp uydurup ikna etmek.
Siyasetçi bunu yorumlayarak tahrif ederek yapar psikanalist daha bir bilimsellik katar, analizler ilaçlar…
Bugün biliyoruz ki beynimiz, bulutların rüyaların yürüyüşlerin dalmaların sonsuzluğu içinde çok şeyi hızla temizler paklar yıkar ovar yeniden kurgular. Ve beynimiz de sonsuzluk banyosu içinde vücudumuzu pirüpak ederken bir takım bahane sabunlar avuntu kokular kullanır..
Yani bizlerin ‘iradi’ bir müdahalesine gerek yok ‘beynimiz acı ve talihsiz yaşanmışlıklara karşı’ kendi avuntularıyla bizi çoktan iknaya başlamıştır, psikiyatristin yaptığı bize biraz dingin zaman kazandırmak, siyasetçinin de yaptığı olayın soğuması zaman aralığının açılması, affetmek, bağışlatmak, empati kurmak ve yüzlerce bahaneyi devreye koymak için ‘bedenimiz’ hem siyasetçiyle hem de psikanalistle işbirliğine dünden yatkındır..
Çünkü tenis topunu izler gibi doğal reflekslerle geçmişimize dalmak zaten insan evladının huyudur suyudur, şarkısı bulutu yağmuru, bahanesidir.. Unutmak, bağışlamak, avuntular bulmak zaten beynimizin en büyük görevi..
Teselli beynin vücudun içinde..Rüyalarınızda, boş anlarınızda, dalgınlıklarınızda, okuduğun hikayenin çağrışımlarında… içinizden ‘teskin’edici binbir ilaç gibi bahaneler gelip geçer. Siz isteseniz de istemeseniz de..
Zaten psikiyatristin size yapacağı tek doğru şey de sizin gerginliğinizi giderici haplarla size kendinizle baş başa kalacağınız boş sakin anlar sağlamaktır, sorunu yine çözecek sizin içinizde kurulmuş sizi bencilce düşünen bir düzenek..
Önce haksızca bir arkadaşınızı içeri alırlar, iftiralarla saldırırlar, belgeler uydururlar, ne yapacağınızı şaşırırsınız, hukuk yok, insanlık yok, gözlerinizin önünde arkadaşınızı ‘yok ederler’, onuruna özgürlüğüne yüzlerce ekranda meydan dayağı atarlar..
Sen de isyancı bir devrimci gibi karşı durursun, güya özgürlük diye hak diye yazılar yazarsın…
Sonra ‘boşluklar’ başlar.. Bulutlar geçer.. Yağmur yağar.. Sokaklarda turlarsın.. İçinde bir ses ‘bahaneler’ uydurur, bir takım ‘avuntular’ zihninden gelip geçer…
Ne yapsın, beyin kendi beynin, seni korumak için senden habersiz hınzırca yürüyüşlerinden rüyalarına şarkılara kadar bir an kollar…
Arkadaşların zalimce işkencelerle alınırken ‘ben yapamam, asla kabullenemem, öldürürüm kendimi’ gibi isyanlar içindeyken, şimdi, etrafa sakinlikle bakan bir insan olursun..
Yani sen de ‘sağcılaşırsın’ elinde hazır avuntuların yoktu, hiç olmadı ama beyin kendi beynin seni saklayıp koruyup düşünüp sana kıyamayan‘avuntular’ı kendini suçlu hissedecek denli bulur eline verir ve zamanın aralığı açıldıkça avuntularına inandırmaya başlar seni..
Sağcılık böyle bir şeydir ve gelenekten beslenen kitleler de işte o dayanamadığımız avuntuların tesellilerin bahanelerin ‘kaderine’ böyle teslim oldular..
İşi zamana bırakırsak o kendini avutur. İşi beynimize bırakırsak o kendini avutur… Çünkü ‘bencildir’ insan beyni kendini sakınır ve insan beyni kendini sadece kendini kurtarmak için ‘bencil’ bir çıkış yolu hazırlar, acıdır ama insan evladının macerası budur..
Oysa ‘bilinç’ dediğimiz şey bambaşka bir şey, bu düzene uyan bedeni düzene karşı hale getirmek, imkansız gibi.. Şimdi kardeşim arkadaşım Barış Terkoğlu içerde.. Ve sen ‘elin ayağın tutulmuş hiçbir şey yapamıyorsun..’
Bekledikçe sabrettikçe hepimizi çürüten bir sağcılık…
Bu öyle ifrit bir beyindir ki ‘tedbir almazsak’ karşı bir ‘bilinç’i harekete geçiremezsek, kendi beceriksizliğimiz kendi çaresizliğimizi asla kabullenmez, araya giren boşluklarda, rüyalarda ve bulutlara daldıkça, Tayyip Erdoğan’ın zulmü gider, unutulur, biz, sen, Barış hepimiz bu zulmün suçunu birbirimizin üstüne atar hale geliriz, örnek mi istiyorsunuz, açın okuyun 12 Eylül sonrası tartışmaları, Kenan Evren ve cuntası devreden çıkmış, birbirini linç edip birbirini boğazlayan eski arkadaşlar kaldı geriye sadece..
Doğu Perinçek alındığında tribünde başımız topa çevrildi bir tenis maçı izleyeceğimizi bilmeden, sonra Türkan Saylan alındı başımızı sola çevirdik, sonra Balbay, sonra Tuncay…
Başımızı tenis maçı gibi bir sağa çeviriyoruz, bir sola..
Tribünde oturan bizlere ‘öğretselerdi’ önceden ‘eğitselerdi’ bu kadar başarılı ve uyum içinde başımızı bir sağa bir sola çevirmeyi bu kadar ‘huzur’ içinde yapamazdık..
Buna da şükür diyen geleneksel kitleler şükre huzura böyle böyle ulaştı..